HANGİMİZ ALLAH’A DAHA YAKIN?

HANGİMİZ ALLAH’A DAHA YAKIN?

Tarihsel serencama baktığımızda “işit” diye başlayan Tevrat’tan sonra “görme”mizi isteyen İncil gelmiş ve Allah Kur’an-ı Kerim’de ise ik emir olarak “oku” demiştir. Demek ki manevi rızıktan faydalanabilmek için kâmil olmak, kâmil olmak için ise işitebilen ve görebilen olmak gerekiyor.

Hepimizin bildiği Habil ile Kabil olayında (yani dünya, üzerinde henüz sadece dört kişiyi dahi barındırıyor iken) konunun farklı varyant ve rivayetleri olsa da Maide Süresi’nin 27 ve 29.ayetleri uyarınca dökülen ilk kanın sebebidir bu soru!

Hafızamızı yokladığımızda hatırlayacağız ki iki kardeşten hangisinin Allah’a daha yakın olduğunu anlamak için sundukları bir adak sonucunda Allah, (samimiyetinden kaynaklı) Habil’in kurbanını makbul bulunca; Kabil, bu duruma sinirlenip kardeşi Habil’i öldürerek yeryüzündeki ilk kanı dökmüş ve yeryüzünün masumiyetini kirletmişti.

Bu ilk cinayetin Allah adına, O’na yakınlık uğruna işlenmiş olması oldukça ilgi çekicidir zira Kitabullah’ın ayetlerinden aradan geçen epey bir zaman süreci sonunda Hz Yakup(as)’un (Bünyamin hariç) on oğlu da benzeri bir sebeple Hz Yusuf(as)’un canına kast ettiğini ama kıyamayıp derin bir kuyuya attıklarını anlıyoruz.

Anlatılan bu iki kıssada da aslında çok can alıcı bir nokta var; sadece akletmek adına gayret gösterip nasiplenebileceklerin dikkatini çeken. Zira yaşanan bu iki yaşanmışlık bile günümüz zemheri karanlığına, zamanımızın kalbine muhteşem bir ışık tutuyor;

Hz Yusuf (as)’un kardeşleri veya Kabil işledikleri bu zulmü Allah için mi işlediler yoksa Allah’ın “gör” dediği yerden görmek yerine o’na muhalif usüllerle O’nun indinde kendilerine paye edinmek, yer bulmak istedikleri için ihtiras ve hırslarına kölelik yapıp zalim oldular?

Hased” dediğimiz kavram; asıl mülk sahibinin taksimine razı olmamak, “hayır, ben daha çok istiyorum” demek değil mi?
Hırs ve hasedinin esaretinde, nefsini vicdanına imam kılmış ve sadece “ben” diyen, egosunu ilah edinmiş kişi veya kişiler, tam da bu şekilde Allah’ın emrettiği usulleri kullanmak yerine, nefislerinin fısıltılarına kulak kabartıp O’na yakınlaşma hayal ve zannı içinde kaçınılmaz bir şekilde zalimleşmiyorlar mı?
Artık yaşadığımız toplumda pek çok insan, gözünün görmediği ötelerdeki cenneti inşa etmek adına gözünün gördüğü bu dünyayı (tam da bu sebepten dolayı) başkalarına cehennem etmiyor mu?
Farkındaysanız Allah’tan rol çalarak beni, sizi, onu, öbürünü, diğerini ateş ehli ilan edip kurtulmuşluk vehmi içinde hakikati kendi tekellerine almaya çalışanların kaçırdıkları en önemli nokta Allah’a yakınlaşabilmenin O’nun yarattıklarına duyulması gereken kayıtsız şartsız sevgi ve bu sevginin gönüllerde yeşerteceği merhametin aşkı ile hizmet etme düsturudur.
Öyleyse sormak lazım!
O’nun yarattığına yakin olmayan O’na yakin olabilir mi?
O’nun yarattıklarına zulmeden, kanatan, ağlatan, acıtan ve üstelik bunu cennetperest bir algıyla yapanlar ötelerde cennetle nasiplenir mi?
Ya da hırsla, kinle, bencillikle, kibirle ille de cehaletle kirlenen bir gönle Allah misafir olur, yakınlık nasip eder mi?
Peki ya, baktığını görmeyen yaktığını görür mü?
Duyguda birliktelik adına hareket edersek eminim hepinizin cevabı bu sorduğum sorulara “hayır” olacaktır!
Zira eksik, zayıf, yetersiz veya kusurlu olmak başka bir mesele. Herkesi aptal yerine koymak, kifayetsiz muhteris olmak, kendini kusursuz görmek ve yanlışlarını marifet bilip hakikati kendi tekeline alıp muhataplarını ateş ehli ilan etmek başka bir mesele. Birinciler insan olduğumuzu, yani acziyet ve beşeriyetimizi; ikinciler ise karakter bozukluğunu gösterir.
Öyle ya, “hayatın anlamı hayat vereni tanımak ile olur” diyor ârifler.
Hayatı vereni tanımak adına attığımız adımla suyun gözesine ulaşıp elinize Kitabullah’ı alıp O’nun “kerim” sıfatına sığındığınızda anlıyorsunuz ki “güzel ahlâk” üzerine bina edilen dinsel terminoloji insanı aydınlatan bir yol haritası sunmak yerine, aklı ceset ve ruha komutan kılarak; insana içindeki karanlıktan kurtulmayı teklif ve tarif edip o aydınlığı işaret eder. O aydınlığın tarifi ise kendini kurtulmuş addedip hakikati tekeline alarak onu, bunu, şunu ateş ehli ilan etmek değildir. Aksine bu tarif, yaratılmışın lehine, yok etmek yerine yaşatmak üzerine kurguludur. Dolayısıyla bu tarif, insanoğlunun (ve dahi tüm yaratılmışın) daha rahat bir yaşam sürmesi için ulaşılması gereken bilimdir, üretimdir, yaratılmış her varlığa dil din,ırk, renk mezhep, cinsiyet gözetmeksizin sevgi şefkat ve merhamet diliyle hizmet etmektir.
İşte bu yüzden yıllardır haykırıyorum “Müslüman namaz, oruç, hacc, zekat yarışçısı değil; sevgi, şefkat, merhamet, adalet savaşçısıdır” diye.
Zira Allah’a yakınlaşmanın yolu olarak gösterilen namaz, oruç, hacc, zekat amaç değil araçtır. Size verilen bu araçlarla içinizdeki karanlığı aydınlığa boğacak ve asıl aydınlık olan yaratılmışa hizmete koşacak, göğsünden süt emdiğiniz çağa borcunuzu ödeyeceksiniz. İşte o an arzu ettiğiniz rıza makamına ulaşarak hayatı verenle yakınlık kurmuş olacak, kurbiyet kazanacaksınız.
Ama biz Hz. Yusuf(as) ve Kabil olayında olduğu gibi muazzam potansiyelimizi sözüm ona Rabbimizle kurbiyet kurma (yakınlaşma) adına kişisel menfaatlerin, kısırdöngü kavgaların, ideolojik saplantıların ve rövanşist hesapların arasında tüketip heba ediyoruz.
Bu yüzden de bugün içinde yaşadığımız dünya insanın kollektif kibrinin, kitlesel kayıtsızlığının, ölçüsüz tutumlarının, düşüncesiz kararlarının ve salgın gibi yayılan narsisizm ve bencilliğinin,idrak yetimliği ve tüketim hırsının cezasını çekiyor. Bu algıyla devam edilirse de her gelen yeni kuşak daha kötüsünü yaşamaya devam edecek.
Peki, Allah’a nasıl yakın oluruz?
Aciz kanaatimce kendimizi tasadduk ederek.
Yani en çok sevdiklerimizi infak ederek! Bize sunulan sayısızca nimetin şükrünü hâl diliyle eda ederek!
Madem bizi Yaratan’a yakın olmak istiyoruz “kendimizi” alalım karşımıza ve fısıldayalım kendimize;
“Sevdiklerinden, hele de en çok sevdiklerinden ne kadar çok verirsen O’na giden yol o kadar kısalıyor!”
Nedir bu çok sevdiklerimiz bir liste yapabilir miyiz” dersiniz bu yazıyla?
Bence rızıklandığımız herşey bu listede olmalı. Biz, bize verilen herşeyi ya paylaşarak, ya O’nun rızası uğrunda sarf ederek, ya da O’nun yarattığı herşeyin hizmetine sunarak O’na yakınlaşabiliriz.  Ama rızık derken (bu apayrı bir yazı konusu olsa da) eskilerin “dünyalık” dedikleri midemize girenlerden söz etmiyorum. Zira zannımca (yanılıyorsam Rabbim beni düzeltsinhakiki rızık elimizle satın aldığımız şey değildirHakiki rızık, bize ihsan edilen Allah’ın rahmetidir. Bu rahmetten ne kadar çok payidar olursak o kadar rızıklanmışızdır.
Çünkü tarihsel serencama baktığımızda “işit” diye başlayan Tevrat’tan sonra “görme”mizi isteyen İncil gelmiş ve Allah Kur’an-ı Kerim’de ise ik emir olarak “oku” demiştir. Demek ki manevi rızıktan faydalanabilmek için kâmil olmak, kâmil olmak için ise işitebilen ve görebilen olmak gerekiyor. Bu yüzden de bence asıl ölüm, hayattan kopmak değil; hakikatten koparak gören körlerden, duyan sağırlardan olmaktır.
Öyleyse kalplerimizin kirden, pastan, hırs ve hasedden temizleyip “temiz bir akıl” ile düşündüğümüzde diyebiliriz ki; Allah’ı tanıma, onunla yakınlık kurma derdine düşmek; bize öğretildiği gibi herşeyden el etek çekerek dünya nimetlerinden istifade etmememizi gerektirmez ve dünya nimetleriyle meşgul olmak Allah’ı tanıma, onunla yakınlık kurma çabamıza mâni değildir. Aksine dünya tarlasına ekeceğimiz sevgi, merhamet ve adalet tohumlarının ötelerde gölgesinde dinlenmek için dünyaya ihtiyacımız var.
Yani Kitabullah’ta “ahsenu amel” olarak ifade edilen kimin iyi kimin kötü işler yapacağını tespit eden terazi hükmünce şahitliğin omzumuza yüklediği vebalin altında ezilerek buraya iyi olmak için değil, iyi işler yapmak için gönderildiğimizi farkettiğimizde ve iyi işler yapıp tüm yaratılmışın hizmetkarı olma şerefine erdiğimizde Rabbimizle kurmaya çalıştığımız bağ kendiliğinden oluşacak ve o çok arzuladığımız yakınlığı kurmuş olacağız.