KALBİMİZ BAŞKA SÖYLÜYOR AKLIMIZ BAŞKA

KALBİMİZ BAŞKA SÖYLÜYOR
AKLIMIZ BAŞKA

Hasret ve hararetle aranmayan; içerisinde dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın kainatın yaradılış sebebi olan sevgi ve merhameti barındırmayan ve hatta bunları öteleyip ötekileştiren bir algıyı kendi tekelinizden haykırsanız da, “hakikat” olarak göremezsiniz. Çünkü bu, cennetperestliği ihsanın önüne çeker ve “taraf olma” algısını beslediği için yeryüzünü “herkes için” cennet kılma idealini katleder.

Köylünün biri bir sıkıntısını danışmak için İmam Ebu Hanife’nin ders verdiği mescide gelerek içeri girer. O esnada namaz kılınmaktadır. Hemen İmam’ın arkasında saf tutar ama az sonra aklına eşşeği gelir. Zihninde binbir endişe eşşeğin yularını sağlam bağlayıp bağlamadığı meşgalesi ile namazını tamamlar. Namaz biter ama, adam namazın hakkını eda edememiş olmanın üzüntüsü içinde iki büklüm olmuştur.

Çekilen tesbih, edilen dualardan sonra sıra sohbet faslına gelir ve bizim adamcağızın namazda yaşadığı sıkıntı, anlatmak için geldiği derdinden baskın çıkar ve İmam’a sorar;

“Kapıda bir tane eşşeğim var, namaz bitene kadar aklım onun yularını sağlam bağlayıp bağlamadığım ile meşgul oldu. İçeri girerken gördüm, senin ise kapıda bir düzine atın var. Ben bir eşşeğin derdi ile namazımın hakkını eda edememişken, sen onca atın varken nasıl kıldırdın namazı?”

İmam tebessüm eder ve cevap verir;

“Sen eşşeğini gönlüne bağlayıp mescide gelmişsin, biz ise bineklerimizi gönlümüze değil, kapıya bağladık”

İrfani bir bakışı gözümüzün de gönlümüzün de içine sokan bu yaşanmışlığın verdiği mesaj bence çok net;

“Konuşmak dilin, salih amel halin, iman ise kalbin işi”

Yani bunlar tam olursa kişi, kalplere nüfuz ediyor. Ama biz bunların “nereye”sini bırakmış “nasıl”ına karar vererek, işin sadece konuşma kısmındayız sanki.

Zira; siyasetçimiz, arifimiz, alimimiz, tüccarımız, dervişimiz, imamımız, hocamız; bilenimiz, bilmeyenimiz, görenimiz, görmeyenimiz, duyanımız, duymayanımız velhasılı kelam herbirimiz hiç durmadan konuşuyor, konuşuyor, konuşuyoruz.

Karşıya karşıya olduğumuz problem(ler)in ne kadar büyük olduğunu siyasetçimizin ses tonunun ne kadar yüksek olduğundan; arifimizin hiçbir şey bilmediğini, bizim bilmemiz gerekeni değil, kendi bildiği herşeyi ifade etmek için çırpınışından anlıyoruz. Alimimiz ne zaman ‘ol’maktan bahsetse, dudağından dökülen sözler ne kadar olamadığını itiraf ediyor sanki.

Çünkü, kalbimiz başka söylüyor, aklımız başka. İmanımız başka bir yere çağırıyor, yaşadığımız zaman başka bir yere. İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi. Kimsenin kimseye el uzatası yok, derdiyle dertlenesi yok, itimadı yok. Kriz geçirip son nefesini vermek üzere olan hastanın kalbine masaj yapmayı bırakmış saçlarını taramakla meşgulüz.

Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir mekânda toplanmış ve bir anlaşmaya bilmeden hep birlikte imza atmış gibi konuşmalarımızın hemen tamamı ise “eleştiri” üzerine. Aksaklıkların, eksikliklerin, yanlışların, acıların, gözyaşlarının sebebi olanlar da; elini ve yüreğini taşın altına sokup bir şeyler yaparak bunları düzeltebilecek olanlar da sadece “eleştiriyor”.

Mazlumu,zulme rızası olmayanı, hak ettiğini alamayanı, duyduğu bir zulmü duyurmak isteyeni, hak edilenin hak edene verilmediğini görenip dillendireni, yanlış giden birşeyleri düzeltmek isteyeni anlıyorsunuz ama, adaleti tesis etmesi gerekenin, hakkı inşa etmesi için görevli olanın, haksızlığa yol açanın da eleştirmesi aklımın midesini bulanıyor.

Tahammülünüzü aşan bu tabloyu eleştirmenin adı ise ihanet, az ileride bizi bekleyen muhtemel tehlikeyi ifade etmenin fitne, gerçeği söylemenin adı sadakatsizlik oluyor ve toplum; birleşmesi, kenetlenmesi gereken konularda ayrışıp milyon parçaya bölünerek, sevgi ve itaat kavramlarını “paket menü” haline getiriyor.

Böylece hak, hukuk, adalet, hakkaniyet kavramları “taraf” haline geliyor. Bu taraftarlık algısı bilgiyi değil, duyguyu harekete geçiriyor. Yani “taraf” olan, ya sevdiğine itaat ediyor ya da itaat ettiğini sever hale geliyor.

Sonuçta da bilgi ve duygu birlikteliği ile ibret ve irfana uzanmamız gerekirken; mağdur ola ola gönüllerde bulduğumuz karşılığı mağdur ede ede yitiriyor; uğradığımız zulümlerle kurduğumuz adalet  mevzilerini yaptığımız adaletsizliklerle yıkıyoruz.

Oysa ki Kitabullah’ın işaret ettiği “salih” kul; bir yüzüyle sulha öbür yüzüyle ıslaha bakan kuldur ve Rahman ancak onları yeryüzünün mirasçıları ilan etmiştir.

Bu yüzdendir ki topluma onların mevcut ihtiyaçlarını gözetmeden rağbet ettikleri şeyleri verip “adam olmaya” değil, “kendilerine” çağıran ama sulhu gözetmeyen ıslahçılar veya ıslah derdi olmayan sulhçular “salih” olma misyonunu elde edemezler, edemeyeceklerdir de.

Bu nedenle hasret ve hararetle aranmayan; içerisinde dil, din, ırk, renk, mezhep ayırmaksızın kainatın yaradılış sebebi olan sevgi ve merhameti barındırmayan ve hatta bunları öteleyip ötekileştiren bir algıyı kendi tekelinizden haykırsanız da, “hakikat” olarak göremezsiniz. Çünkü bu, cennetperestliği ihsanın önüne çeker ve “taraf olma” algısını beslediği için yeryüzünü “herkes için” cennet kılma idealini katleder. Geriye ise doğamayacak ve zaten ölü olan bir fetüsün doğum sancısı kalır.

İşte bugünkü “eleştiri” kültürümüz de, bu “ölü fetüs” üzerinden hayat buluyor. Zira “bilgiyi eşitleme” çabası içinde, “duyguda birlikteliği” erteliyoruz.

Tarihimize baktığımızda bunun en bariz örneğini “Alevi-sünni” çekişmesinde görebiliyoruz. Son bin yıllık tarihimiz içinde yazılı ve sözlü ekola baktığımızda, yazılı ekolün savunucusu olan “sünnilik”, bilgiyi kutsadığı için; sözlü ekolün savunucusu olan “Alevi”lik de “duygu”yu kutsadığı için bu kavga yüzyıllardır devam ediyor. Çünkü sünniler bilgide, Aleviler ise duyguda birlikteliği sağlamaya çalışıyorlar.

Biz ise duygusal birliğin bilgisel birlikteliği de beraberinde getireceğini yazık ki atlıyor; bilgide müşterek kalamadığımız için de “ötekini” eleştiriyoruz.

Sadece verdiğim bu örneği toplumsal tüm sorunlarımıza uyarlayın, ne demek istediğimi gayet net anlayacaksınız.

Ben” ve “sen” kavgasının tek sebebi bu; çünkü, kimse ilke ve hakkaniyet kantarına tek başına çıkmak istemiyor. Bu yüzden de herhangi bir çocuğun “benim babam senin babanı döver” tarzı üzerine bina ettiğimiz konuşma kültürümüze nispet kıldığımız atalar, önderler, isimler üzerinden avunarak hayatımızı da, dünyayı cennete çevirme idealimizi de, yegane kurtuluş şansımızı da “eleştiri” üzerinden heba ediyoruz.

Peki eleştirmeyecek miyiz?

Tabi ki eleştirelim, zira eleştirinin olmadığı yerde “putçuluk” başlar; ama eleştiri yaparken eleştirdiğimiz şeylerin “neresindeyiz”, savunduğumuz değerleri “ne kadar yaşıyoruz?”; “içinde yaşadığımız dünyada haykırdığımız gerçekleri, içimizde yaşattığımız dünyada yaşatabiliyor muyuz?” durup bakmak gerekiyor.

Bunu yapabildiğimiz zaman; belki içimizden süzüp damıttığımız hakikatler, içinde yaşadığımız dünyayı dönüştürmeye yetmeyecek ama hiç olmazsa yaşadığımız dünyayı kendimize ait bir yanlıştan kurtarmanın hazzını yudumlayacak; “ne yanlışım var ki beni eleştiriyorlar” demek hamlığından; “nerede nasıl bir yanlış yaptım ki, beni kimsecikler eleştirmiyor” olgunluğuna erişmiş olacak; dostu düşmandan, seveni sevmeyenden, eleştiriyi hakaretten, ikazı temenniden ayırabilecek marifete ereceğiz.

Bu sayede dilimiz halimizi yalanlamayacak, kalbimizle aklımız birbiriyle anlaşacak, herkesin içinde yapamadığımızı bir başımızayken de yapmayacağız ve yapmayanın “yap” demeye, yürümeyenin “yürü” demeye, okumayanın “oku” demeye, gönül incitenin “incitme” demeye hakkı kalmayacak.

Öyleyse; dert anlatmak istiyorsak halimizi güzelleştireceğiz ki; sözümüz kalplere işlesin. Konuşmakla olmuyor zira bu işler. Marifet konuşmakta olsaydı, her cuma vaazı dinleyenlerin irşadıyla ülkede “günah” diye bir şey kalmazdı veya hitabet için fiyakalı cümle şart olsaydı Firavun Musa’sız kalırdı.

Peki ne yapalım?

İlla bişeyleri eleştirmemiz gerekiyorsa kendimizden başlayalım bu işe.

Ne için yaratıldığımızı; içinde yaşadığımız dünyaya, içimizdeki dünyayı yaşatmak için geldiğimizi fark edelim. Allah’ın rahmetini kaybetme korkusunu, adalet duygusunu, vicdan sızısını, emanet şuurunu diriltelim içimizde ve soralım kendimize;

En son ne zaman bir fakirin karnını doyurdun?

Bir yetimin yüreğinde en son ne zaman tebessüm olabildin?

Bir kardeşinin derdiyle kendi derdin gibi ne zaman dertlendin?

Cebine ve imkânına bakmadan gelecek vaad eden bir öğrencinin yokuna en son ne zaman “var” olabildin?

Sırtındakini çıkarıp üşüyen bir garibe ne zaman giydirdin?

Cebinde kalan son parayı bir ihtiyaç sahibine verdiğin anda kalbine yayılıveren sımsıcak muhabbetle en son ne zaman hasbihal ettin?

Herkes bunu yaparsa ne mi olur?

Merhamet ve sevgide sel gibi olacak; önümüze çıkan kim varsa kucaklayacağız öz kardeşimizi gibi; veya mümin kâfir, canlı cansız bütün yaratılmışa ısısından ve ışığından asla ayırmadan ve esirgemeden sunan güneş gibi ısıtacağız yürekleri.

Biri gelip de her şeyi yeniden güzel ve doğru etsin diye bir “kurtarıcı” beklemeyeceğiz. Bir siyasetçi gelip düzeltmeyecek ülkeyi, bir arif çıkıp hakkını iade etmeyecek hakikatin, bir yazar yazdığı kitapla yeni baştan örmeyecek gökkubemizi.

Biz, (ama her birimiz) bilgi- duygu birlikteliği içinde iyiyi bilip, doğrunun uğrunda can verecek erdeme eriştiğimiz için; içimizden çıkan siyasetçi de düzgün olacak, patron da Allah’tan korkacak, müteahhit de vebal diyecek, öğretmen de ibadet eder gibi ders anlatacak, doktor da hastasını emanet bilecek, hakim de istikbali pahasına adaleti savunacak. Tüm bunlar bizi bu dünyaya gönderiliş gayemize yeniden kavuşturacak; içimizdeki dünyaya cennet kokusu aldırdığımız için yaşadığımız dünya da cennete dönecek!

Farkında olabilme temennisiyle.