LA TAHZEN
Eminim ki; kendi elimizle çizdiğimiz imajların içini doldurmak için ne kadar ümitsizce ve ne kadar acınası bir debelenme içinde olduğumuzun; iddialarımızın ağırlığı altında nasıl ezildiğimizin, kendi kıyılarımızdan bu kadar tedbirsizce açılmamızın sebep olduğu ‘keşke’lerimizin hepimiz farkındayız.
Zira kollarımız giderek güçten düşüyor, gövdemiz ağırlaşıyor, kulaçlarımız cansızlaşıyor ve ait olmadığımız bu yabancı sularda boğulup gitmemek için tüm iddialarımız ve insanlık kaygılarımızı teker teker arkada bırakıyoruz!
Cervantes’in klasiği olan Don Kişot, hepimizin aslında bam teline dokunacak güzel bir nasihat üflüyor zamanımızın egolarımızdan şişmiş, kibirlerimizden kararmış dev aynalarına;
“Gözlerini kendine çevirip kendi kendini tanımaya çalış; varılması en zor olan bilgi budur. Kendini tanırsan, öküze özenen kurbağa gibi şişinmezsin!”
Öyle ya kendini tanıyan, kendinden çıkıp kendine bakabilen insanın, bugün bizim kendimize reva gördüğümüz yaşama alışkanlıklarını kendine, insanlığına yakıştırmasına imkân ve ihtimal yok.
Çünkü kendini tanımaya niyetlenen insan, insanı hakikatine götürecek yolda ilk adımı atarak hayatımızın her köşesini işgal etmelerine izin verdiğimiz yalanların fiyakasını anında bozar ve beş kuruş etmezliklerini ortaya çıkarır.
Zira, insanın hem hakikatin ne olduğuna dair bir fikri olup, hem de mesaisini yalana dolana ayırmaya devam etmesi mümkün değil ki zaten hayatımıza hakikatin gölgesi dahi düşse, diğerlerinin hükmü anında düşer.
Kendimizi tanımaktan kaçmak için bu kadar büyük çaba harcayışımızın elbette bir sebebi var.
Nietzsche, “Günün birinde uçmak isteyen kişi; önce doğrulmayı, sonra yürümeyi, daha sonra koşmayı ve en nihayetinde de yükselmeyi öğrenmelidir.
Uçmaya, uçmakla başlayamaz insan” diyor ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ adlı eserinde.
Bütün fotoğraflar çekildikten sonra herkes asık yüzüne geri döndüğü, çağımızın plastik kokan nefeslerinin öğrenmeye hevesi olmayan, ama uçmayı ve yükselmeyi çok sevenlerin önüne koyalım bu notu.
“Plastik kokan nefesler” tabirime kızan okuyucularım var biliyorum, ama bende şu an içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki şuursuzluğumuzu bundan daha iyi tabir edebilecek bir kelime yok.
Ama nefeslerimizin neden “plastik” koktuğunu; hiçbir çaba sarf etmeden, herhangi bir bedel ödemeden, ortaya bir yürek teri koymadan nasıl “uçabildiğimizi”, Nietzsche’nin kitabında anmış olduğu “uçmanın” nasıl bir algı operasyonuyla zihinlerimize zerk edildiğini sanırım anlatabilirim.
Bugün hepimiz farkındayız ki, bizi elimize veya gözümüze yapışık ekranlar marifetiyle sürekli kontrol eden; düşüncelerimizi, tasavvurumuzu, hayallerimizi, hatta hissedişlerimizi kendi gözetiminde şekillendiren, yoğuran ve bu sayede hayatın bütününden uzaklaştırarak parçalayan ‘maksatlı’ bir iletişim ağının içinde; bağlı, bağımlı, mahsur tutan devasa bir mekanizmanın saldırısı altındayız ve şuurumuz, bizi bu saldırılardan uzak tutamayacak kadar devre dışı kalmış, bırakılmış durumda!
Bu tablo, zannımca tüm insanlık tarihi boyunca, ‘insan’ denen kutsalın uğradığı en ağır, en tahripkâr belalardan biri.Öyle ya, bu derece şuurunu kaybetmiş olmak, ancak bunun farkında dahi olmayacak kadar derin bir uykuda olmakla mümkün.
Zihinlerimizi, vaktimizi, öznelliğimizi, kendimize ait bütün özgün hissedişlerimizi, aidiyetlerimizi ezcümle şuurumuzu emerek çalışan bu karanlık mekanizmada ilk hedef, bizi bize ait kılan ruh köklerimiz idi.
Bu işi “profesyonelce” yapan toplum mühendisleri çok iyi biliyorlardı ki bizim onlarla bağımızı koparmadan başaramazlardı. Bu yüzden bize ait kavramların hiçbirini sahneden çekmeden önce kelimelerin, sonra anlamların içleri sinsice boşaltarak sinirlerini aldı ve her birini “ruhsuz” harf yığını haline getirdi.
Tabi ki bizler de küçük küçük pozlarla sahnelenen bu senaryonun içinde yer alarak, hatta gönüllüsü olarak bu şuur giderici sürece kendi çapımızda katkı sağladık.
Sonraki sahne “algısal kurgulardı” ki; onu da başarıyla sergileyerek bu uyuşma halini, bize çağdaşlaşma maskesi altında mayalanan muktedirler; ‘yeni insan’ türünün “ufuklara doğru ilerlemesi” gibi illüzyonlar oluşturdular.
Biz bu sanrılarla sandık ki o “ağa ne kadar bağlı kalırsak”, yeni ve göz kamaştıracak kadar aydınlık bu dünyada yerimizi o kadar alırız.
Bugün görüyoruz ki; ekranlara dokunan parmakların sahibi biz değiliz, çünkü o tuşların ucunda bizim kurgusal kişiliğimiz var ve bugün o kurgusal kişiliklerimiz gerçek kişiliklerimizin önünde koca bir duvar örmüş durumda!
O duvarı aşmak ise, çok mümkün görünmüyor. Çünkü kendi yatağında akmak zorunda olan bir hayatı, her yöne akmaya müsait olan bir kurgu ile rekabet eder hale getiremezsiniz.
Herkesin, sözüm ona “özgürlük naraları” altında, duvarları olmayan bir hücreye hapsolmasının ve yalnızlığın o derin kuyusunda nefes alamıyor oluşunun sebebi bu işte!
Bakın etrafınıza, telefonları için fellik fellik şarj cihazı arayan insanlar, krize girip kendini parçalarcasına etrafta uyuşturucu arayan bağımlılara ne çok benziyor.
Yani yaşadığımız şizofreninin, yörüngemizi yitirmemizin, esen dünyevi rüzgârların önünde sürüklenmemizin, çürümüşlüğümüzün, zihni çölleşmemizin ürpertici göstergelerini benliğimize çarpan kirli bir zaman diliminden geçiyoruz her birimiz.
Ama tarih ve güncel şahit ki, bu tür fetret dönemleri kendi münzevi yıldızlarını doğurmuş ve acizliğini fark edip şükür kapısında ısrarla çaba gösterenler, bu tür dönemleri kendi lehine çevirmiştir.
Evet, okudukça fark ediyorsunuz ki; hayata ve insana kucak açan, bütünleştirici ve herkesi kardeş kılıcı, ortaklaşa yaşanan; herkes yaşadığı için insanın insandan kaçışı değil, insanın insana, hayata ve hakikate koşuşu olan ve farkındalığını yakalayan nasiplilere ruh şöleni yaşatan bu kirli zaman dilimleri, tarih boyunca var olmuştur.
Bu yüzden bu tür zamanlar, bence kendine doğru sefere çıkma, içine yönelme, kendine çeki düzen verme, kendini hatırlama, kendine ulaşma ve hakikati bulma kaygısı taşıyanlar için müthiş bir fırsat.
Zira hayatın akışına kapılarak ordan oraya sürüklendiğimiz; kendimizi, gönderiliş amacımızı ve bu amacın sunduğu hakikati, bu hakikat ile birlikte de Yaratıcımızı unuttuğumuz anlara nazaran bu fetret dönemleri tarih boyunca; bir duraklama, içine hicret etme, durulma, yapıp ettiklerinin muhasebesini yapma mevsimi olmuştur.
Çünkü, şikâyet edip durduğumuz bu zaman diliminde; insan, acizlik ve çaresizliğinin farkına varıyor, İlahi beyanın talep ettiği bütün ilkeler hayat buluyor. İnsandan talep edilen bütün emirler, ilkeler, tasavvurlar, tahayyüller eş zamanlı olarak harekete ve hayata geçiriliyor.
Ancak başkasına ruh üfleyecek keyfiyeti kaybedip, kendisini diriltecek mânâyı aramaya mecali kalmayan, tebliğ yapacağız hevesiyle sırtında bilgiden kovalar, başından aşağı din boca edeceği kurbanlar arayan, o kanal senin bu kanal benim dolaşanlardan almayacağız bu almamız gerekenleri.
İlahi beyanın “kullanın” diye emrettiği aklımızı kullanıp “acizlik” kavramının şuuruna vararak; aracısız, bizzat kendimiz çıkacağız bu asude mevsimin meyvelerini toplamaya.
Bakın “La Tahzen!” diyor nebevi bir soluk, çağın plastik kokan kirli nefesine!
La Tahzen! Yarının ‘bugün’ isimli anahtarı halen oradaysa henüz perde kapanmamış ve en önemlisi seni yokluk aleminden varlık alemine taşıyan kudret senden umut kesmemiş, seni gözden çıkarmamış demektir!
La Tahzen! Kar yağıyorsa bugün güvendiğin dağlara; bu, yarın ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir.
La Tahzen! Sol yanına konan hüzün kuşları kanatıyorsa yürek ülkeni, sen halen “ekilmeye layık” bir topraksın demektir.
La Tahzen! Yüreğin mahzun, yüzün yerlerde, ellerin boynunda ise; evren, ömründe inşirahın tohumlarını yeşertecek demektir!
La Tahzen! Rüzgâr ve kasırgalar kırbaçlıyorsa umudunun yamaçlarını, yürek ülkenden insanlığa serin pınarlar akacak demektir!
La Tahzen! Yüreğinin güvertesinde büyüttüğün umutlar batmışsa hüznün sularına; arsız çığlıklar dolanmışsa nefesine ve eşkıyalar yağmalamışsa nefesini, umut yapraklarını yeniden yeşertecek baharlar yüreğinde esecek demektir!
La Tahzen! Eşiğinde beklediğin kapılar kalbini açmıyorsa sonsuza, çırpındıkça kırılıyorsa kanatları yüreğinin İblis’in fısıltılarına inat sonsuza ilikle ümitlerini. Böylelikle dursun tükenişi ömrünün, durulsun tortuları yüreğinin, doğrulsun beli bükülmüş ümitlerinin!
Çünkü sen Rabbin ümidisin!
Bu yüzden sadece O(cc)’nu ümit bilesin!