SEVDİĞİNE BENZEYECEKSİN

Makale ve eserlerimde sıklıkla andığım hayatımın mihmandarlarından rahmetli dedem (ona ve ceddinize rahmet olsun), “seven sevdiğinin ahlâkı ile ahlaklanmıyor, ona benzemiyorsa o sevgi kuru bir avuntudur” derdi hep.

Aradan geçen çok uzun süreye rağmen bu sözü, öz itibariyle bugün zihnimde yoğurduğumda önümüze hemen ‘her iletişim ve ilişkide’ uzun bir yol haritası çıkarıyor önüme ama bence sözün işaret ettiği eylem oldukça net;

“Sevdiğine benzeyeceksin!”

Çünkü ilahi hitapla “vedd” olarak tabir edilen sevgi, aynı zamanda kâinatın da mayası ve taşkın bir ilahi sevginin ürünü olan kâinat ise, bu sevginin eseri.

Peki insan sevdiğine nasıl benzer?

Bence benzemek için ilkin ‘tanımak’ lazım, tanımak için de yakınlaşıp ‘ünsiyet’ kurmak!

Kitabi deyimle “kurbiyet” dediğimiz bu süreç, beraberinde ‘muhatabın her kimse’ fikrinden, zikrinden, duruş ve değerlerinden beslenmeyi de beraberinde getirecek ve adım adım bu sevgi iddiamız hayat bulup ruhuna kavuşacak. Amacı amacımız, yolu yolumuz, derdi derdimiz, davası davamız olacak!

Yani bunlar yoksa o sevgi; sadece kuru bir avuntu, hamasi bir slogan, ruhsuz bir cümleden öteye geçmez, geçemez.

Şimdi çok uzatabileceğim hatta ciltlere sığmayacak bu derin tespiti, dinsel terminoloji bağlamında alıp nakşedelim bizim Peygamber(sav) sevgimize!

O’nu(sav) sevdiğimizi söylüyor, ahlâkının varisi olduğunu iddia ediyoruz, doğru mu?

Peki bu sevginin yansıması olan veya daha doğru bir ifade ile yansıması gereken onun ahlâkından, merhametinden, adaletinden esintiler nerede hayatımızda?

Kendi evladını diri diri toprağa gömen bir toplumdan, yerdeki haşerat ezilmesin diye ayağına çıngırak bağlayan bir toplumu sadece 23 yıl gibi kısa bir sürede inşa ederek dünyada gelmiş geçmiş en büyük kişisel gelişim uzmanlığının örneği O(sav) iken, bugün kişisel gelişim drajelerinin yok satmasını bu sevginin neresine koyacaksınız?

Demek ki sevgi konusunu tam olarak idrak edememiş ve anlayamamış ki zaten peygamberlerin gönderiliş amacı, insanlığın doğru anlamasını temindir.

Zira insanlığın en kadim sorunu “anlama sorunu”dur.

İnsan, bu sorunu giderebildiği vakit; ilahi hitabın da belirttiği gibi bilgiyi elde edecek, üretecek ve başka yüreklere taşıyacak bir donanımla yaratılmış olup asıl görevi elde ettiği bilgi ile dünyayı mamur kılmaktır.

Bunu doğru yapması ise belirttiğim gibi doğru anlamasına bağlıdır.

Yanlış anlaması halinde bütün bu bilgi elde etme, üretme ve iletme süreçlerini bir yanlışa alet eder. Sonuçta da bugün olduğu gibi hem kendini yaratan kudreti yanlış anlar hem varlığı yanlış anlar hem kendisini yanlış anlar hem tabiatı yanlış anlar!

Bizim anlama konusundaki en büyük eksikliğimiz de burada devreye giriyor.

Misal az önce örnek verdiğim Alemlere rahmet olanı “anlayamamak” gibi.

Zira Allah, onu “örnek insan” olarak göstermiştir.

Bir insanı örnek göstermek, onun yeniden üretilebilir, yaşatılabilir ve yaşanabilir olduğunu söylemektir. Yani bedeni vefat etmişse bile ruhu, amacı ve davası diridir.

Bunun anlamı ise onun fikrini, bakışını, uğrunda ömür tükettiği davasını çağa taşımak, onunla çağdaş olmaktır. Yani iman iddiasındaki her ferdin Hz. Peygamber’i kendi şimdi ve buradasına mümkün olduğunca taşıması ve yaşamasıdır.

Bu da onu “anmaktan” daha çok, “anlamakla” mümkündür. Anma çabaları ise onu anlamaya vesile olduğu kadar makbuldür. Yok eğer buna vesile olmuyorsa, aksine bir tür değer tüketim panayırlarına ve tatmin seanslarına dönecekse, ziyan ve hüsrandır.

Öyle ya ariflerin dilince her değerin arısı da olur sineği de. Bir değerin arısı onu üreten, sineği onu tüketendir. Değer ne kadar büyükse, arısı ve sineği de o kadar büyük ve o kadar çok olur.

Yani Alemlere rahmet olan biz Müslümanlar için çok çok değerlidir evet ama bunu söylemek kolaydır. Zor olan tarafı ise onu, taşıdığı ruhu, yüklendiği davasını, uğruna ömür tükettiği değerleri üretmek, taşımak ve yaşamaktır.

Şimdi bu açıklamalar ışığında bir kez daha sormak lazım, biz gerçekten onu tanıyor muyuz?

Tanıdığımızı iddia ediyorsak bu tanımanın vermesi gereken duygusal ve ruhsal bağlılıkla oluşan sevgi halesi neden yaşamlarımıza sirayet etmiyor? Biz, sevdiğimiz iddiasıyla haykırdığımız “örnek” insanın ahlâkının güzelliğine neden bürünemiyoruz?

Zihnimizin duvarlarında sayısını çokça artırabileceğimiz bu sorular cevap arayadursun şimdi de bize ruh üfleyen yaratıcımıza olan sevgimize bakalım;

Malumunuzdur, toplumun hangi kesimi olursa olsun ısrarla bozulduğumuzu ve bu kesimlerin hemen hepsinin görüş, duruş, fikir ve ideolojisinde ahlaki zaaflar olduğunu ısrarla dile getiren biriyim.

Bazıları bundan rahatsızlık duysa da ahlâk dediğimiz şey, yaratılış amacına (kitabi deyimle mâ hulika leh) uygun davranmak; vicdan çipine kodlanan tüm değerleri, farkına vardıktan (ergenlik çağına ulaştıktan) sonra son nefesine kadar bütün varlığını bu değerleri korumak için şahit kılmaktır.

Zira Rabbin nefesi olan insan; ayetlerin işaret ettiği tabirle Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmakbaşka bir deyişle ilahi esmanın yansımalarını yaşamında diri tutmakla mükelleftir.

Evet, eğer insan sevdiğini söylediği yaratıcısını tanısa ve anlasaydı, kendi kartvizitinin başında da söylem ve eylemlerinde de O’nun Rahman ve Rahim sıfatlarından yansıyan bir şefkat ve merhamet yansırdı.

İster kabul edelim ister etmeyelim; eğer bu şefkat ve merhamet mahlukata koşulsuz yansımamışsa, Rabbin üflediği o tertemiz nefes, o pırıl pırıl ruh onu taşıyan tarafından kirletilmiştir. Zira (hep andığımız gibi) Müslüman olmak, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

Hem kayıtsız şartsız teslim olduğunuzu iddia ettiğiniz Allah’ın zatını insanlara sonsuz şefkat ve merhametin kaynağı olarak tanıtacak, hem de O’na kayıtsız şartsız teslim olduğunu söyleyen bir Müslüman olarak O’nun sonsuz şefkat ve merhametinden O’nun yarattıklarına sizden taraf bir pay yansımayacaksa kusura bakmayın ama iman iddianız da ahlaki değerlere bağlılığınız da sadece bir söylemden ibaret olup yaşama geçmediği için yazmayan bir kalem gibidir.

Çünkü, ahlak dediğimiz o değerler bütünü bireyselleşemez, ayartılamaz, satın alınamaz, akla tabi kılınamaz. Zira o “yüce bir gönüllük” anıdır. Vicdanın sesini duyduğu onda bu ahlaki değerler bütününe tutunarak o sese cevap vermek zorunda hisseden kişi artık ahlakın manyetik alanına kapılmıştır ve onu sadece bu ahlaki bütünler tamamlayabilir.

O zaman diyebiliriz ki, sizin kendi ahlâkınız için ne dediğinizin hiçbir önemi yok. Önemli olan Allah’ın ve O’nun yarattıklarının sizin için ne dediğidir. Yalan dünyanın yalan göstergeleri içinden hakikatin bu işaretlerini seçmek ise, bu gözle bakabildiğinizde çok da zor olmasa gerek!

Ne dersiniz?

Belki de bu ahlâk körlüğünden dolayı kefenin cebinin ‘Allah adına; hak, hukuk, adalet için atılan her adımın bahşettiği ahiret akçeleri ile dolu olduğunun’ farkındalığını yakalayamayan bir feraset, dünyaya tapıyor ve onun gelip geçici heves, hırs, makam ve mevkilerine tamah ediyor.

Belki de bu yüzden bir taraftan bütün arzu ve heveslerini kuşanıp dünyaya koşanlar, diğer yandan cümle heva ve isteklerini yağmaya verip dünyadan kaçanlar etrafımızı kuşatmış durumda.

Belki de bu yüzden tembel, kolaycı, hayatı ezber yaşayan, hamasi nutuklarla galeyana kolaylıkla gelerek bütün sorunlarını hallettim sanan, düşünmeyi ar sayan, toplumsal hatalardaki sorumluluk payıyla yüzleşmekten ürken; tefekküre niyeti, vicdani muhasebeye çapı ve mücadeleye gayreti olmayan bir toplumda nifak tohumları kısa sürede fesat ağacına dönüşüp tekfir meyvesi veriyor!

Belki de bu yüzden “güvenmeyi” bu kadar özledik!

Belki de bu yüzden “Allah, yere göğe sığmayan varlığı ile benim mekânım, kulumun yüreğidir demesine rağmen, biz yumruk kadar bir yüreğe dünyayı sığdırma hünerini gösteremedik.

Belki de bu yüzden kimi ruhların yükselerek ve canlarını imanlarına şahit kılarak bize bir ülke verdikleri bu mümbit coğrafyada insanı bozan ve fıtratından uzaklaştıran bütün iğva düzenlerine karşı durup bir ‘isyan ahlakı’ oluşturamadık. Hastalıkta Eyüp, hasrette Yakup, zindanda Yusuf, ateşte İbrahim olamadığımız için de toprağı, insanı, inancı kirleten her ne varsa onunla savaşamadık.

Belki de bu yüzden kırıntıya hürmetimiz olmadığı için bir serçenin kalbini göremedik. Ağaçlara su verip adaleti yeşertmek yerine, dikenleri sulayıp zulmü büyüttük. Yüreğimizin kaldıramayacağı ağrılar edindik ama giderek mekanikleşen ve ruhunu kaybeden bir dünyaya söyleyecek diriltici sözler bulamadık.

Belki de bu yüzden unutuşun bütün pencerelerini ardına kadar açtık. Kaderin ve kalemin sahibi tarafından kurulan can saatini biz kurmuşuz da ölüm anını biliyormuşuz gibi rahatız. Haddini aşan bu rahatlık, zıddına inkılap ettiği için de aşındırdığımız güven duygusuyla “diğerinden kötülük bekleyen” kırılgan bir toplum haline geldik.

Belki de bu yüzden ruhlarımıza istikamet veremedik ve içimizin Hira’larını örümcekler kapladı. Ama bu Hira’ların kimsesizliğinde o sancılı doğumlar, kum tanesi olup çölün derdiyle kavrulan nebevi koku yok.

Belki de bu yüzden öteler için dünyayı araç kılacağımıza, öteleri anlamdan muaf ve büyüsü artık bozulmuş bu dünya için araç kılmaya başladık! Semiren bedenlerimiz ama aç ruhlarımızla kimsenin hakkı kaldırmaya takati kalmadı ve bu aymazlıkla ‘hak’ dediğimiz şeyi herkes kendi tekeline aldı.

Ve belki de bu yüzden insanlığın kahir ekseriyetinin bir kurtuluş ve esenlik bildirisi olarak algıladığı dinin mensupları olarak ezana, Kuran’a, İlahiye, mevlide bayılan ama aklını ve kalbini buluşturamadığı için haksızlık, hukuksuzluk, zulüm ve adaletsizlik karşısında da yayılan insanların ezici bir çoğunluğa sahip olduğu bir çağ düştü nasibimize!

Farkında olabilme temennisi sunacağım ama ilkin ne kaybettiğini bilmek gerek ki, insan onu aramaya çıkabilsin!