YAŞAMAYI ÜSTLENEBİLMEK

YAŞAMAYI ÜSTLENEBİLMEK

Yaşam denen süreci diğer tüm canlıların yaptığı gibi sadece “yeme, içme, uyku, üreme ve ölüm” sürecinden ibaret görüp dünyadan ‘öylesine’ geçenler; bence hem kendilerini yaratana, hem kendilerinin varlığına hem de insan denen en büyük kutsalın “eşref” sıfatına ihanet ediyorlar.

Sanırım Bitlis İli idi.

Kalabalık bir İmam Hatip Lisesi Salonu’nda söyleşimiz başlamak üzere iken onaltı onyedi yaşlarında bir delikanlı konuşma yapacağım kürsüye peçete ve su bırakırken farkettim. Herkesin sahip olmak isteyeceği güzellikte bir göz rengine sahipti. Birkaç dakika bakmak bile o güzelliğin asıl sahibini görmek için yeterli idi ama bunu o delikanlıya hatırlatmak da gerekli diye düşündüm;

“Ne güzel gözlerin var!”

Henüz kirlenmemiş, göğsünden süt emdiği çağın kirinden, pasından üzerine bulaşmamış isminin Ömer Faruk olduğunu öğrendiğim delikanlımız, bir kusur işlemiş edasıyla utanarak başını öne eğdi, tek kelime etmeden.

“Peki o gözler senin mi?” diye sordum.

Az önceki o utangaç delikanlı adeta delip geçen o bakışlarıyla gözümün içine baktı ve aynı keskinlikle cevapladı beni;

“Hayır! Ben sadece bu gözlerin emanetçisiyim hocam!”

Verdiği anlam dolu bu cevabın memnuniyeti içinde ona “öyleyse bu gözlerle haram işleme lüksüne sahip değilsin” dediğimi anımsıyorum.

Almış olduğu muhteşem aile terbiyesinden olacak sanırım, o küçük yaşından çok daha büyük bir olgunlukla cevaplamıştı beni Ömer Faruk;

“Sağımdaki ve solumdaki katipler şahit olsun ki, ben bu güzel emaneti ateşten koruyacağım hocam!”

Var böyle pırlantalarımız, hem de çokça hamdolsun!

Evet, insan denen varlık dünya imtihanına ilk adımını “yaşamak” için atıyor.

Ama yaşam denen süreci diğer tüm canlıların yaptığı gibi sadece “yeme, içme, uyku, üreme ve ölüm” sürecinden ibaret görüp dünyadan ‘öylesine’ geçenler; bence hem kendilerini yaratana, hem kendilerinin varlığına hem de insan denen en büyük kutsalın “eşref” sıfatına ihanet ediyorlar. Zira yaşamsal süreç, insan denen varlığa sanıldığı gibi “eşref” olma şerefini bir üstünlük olarak sunmuyor. Meleklerin secde ettirildiği yani tüm kâniatın emrine amade kılındığı insan; (kanımca) adım attığı dünyada kendini bulduktan, tanıdıktan sonra insan olmanın yüklediği görevleri yerine getirdiği,yaşadığı çağa olan borcunu ödediği sürece “eşref”lik makamına yükselip o şerefe erebiliyor.

Yani insan dediğimiz varlık, hele ki şu  çağda iddia ettiği “iman kisvesi” altında ise “yaşamayı üstlenmek” zorunda.

Peki nedir yaşamayı üstlenmek?

“İnsan sadece kalbinin derdine düşmelidir” derdi eskiler.

Yaş küçük anlamazdım o vakitler ama yaşadıkça, adandıkça, aldandıkça farkediyor insan doğarken yalnız idi, ölürken yalnız olacak ve hesap anının mahcubiyetini de bir başına yaşayacak. Bu yüzden sanırım insanın karşılaştığı imtihanlar ne denli ağır olursa olsun, dünyadaki tekamül yolculuğunda en büyük başarı “kalbini inşa edebilmekte.” Zira orası inşa olmadan ne göz doğru görüyor, ne kulak hak edileni işitiyor ne de vicdan nefsin imamlığından kurtuluyor. Yani kalp inşa olmadan, bugünün çiçeği yarının dikeni olabiliyor.

Kalbini inşa edebilen nasipliler ise yaşamayı üstlenebiliyor; yaşadığı çağı ona nasip eden kudretin hükmüne boyun eğerek dikildiği yerde yeşermeye, filizlenmeye, büyümeye ve en nihayetinde de meyve vermeye başlıyor. Böylelikle de tüm yaratılmışa karşı güzel ahlâkla muamele etmeyi dünya tarlasına tohum olarak ekip, Rabbine görünür olduğunu unutmadan kulluğuna devam ederek ahiretteki hasada hazırlanıyor.

“Herkesin “görünür” olduğu, olmak için can attığı günümüzde; kendi kuytumuza çekilip içimizi dinlemek ve bütün bağırtıların arasından mütevazi bir sükûtla sıyrılabilmek (sizi bilmem ama) bana çok iyi geliyor.

Çünkü insan; tevazunun içine gizlenmiş kibri, dostluğun içine gizlenmiş düşmanlığı, doğrunun içine gizlenmiş yalanları o anlarda farkediyor. O anlarda farkediyor, kırık bir dalın bile yükünü taşıyamayacak kadar yorgun ve bezgin olduğunu. O anlarda farkediyor, her tarafın şüphe ile karardığı günümüzde “emin” olma duygusunu ne çok özlediğini. O anlarda farkediyor, kendin yaralı iken bir başkasının yarasını iyileştirmek için kendini ne çok hırpaladığını ama yarası iyileşen muhatabının “vefadan” nasipsiz olduğunu.

O anlarda farkediyor, dünyanın ağızda cam kırığı, yürekte can kırığı olduğunu. O anlarda farkediyor, nefsinin aslında bir “devekuşu” gibi olduğunu; ne yük taşıdığını ne de havada uçabildiğini; uç dediğin zaman ben deveyim, yük vurmaya çalıştığın zaman da feryat figan ben kuşum dediğini.

O anlarda farkediyor, tez kızaran güllerin kokusuz olduğunu, kokunun zaman içinde acıyla kavrula kavrula ortaya çıktığını.

O anlarda farkediyor, gitmek derdine düşenler için kalmanın yara olduğunu. O anlarda fark ediyor, bir çiçeği koklamak için dahi kıyamayanlarla, bir bahçeyi talan edenlerin aynı dünyada yaşadığını.

“Peki “o anlar”ı nasıl yakalayacağız?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Cevabı zor bir soru bu. Zira hayata hangi pencereden baktığınızla ilintili birçok cevabı var.

İnsan dile dökse de, kalbinde saklasa da, üzerinde tefekkür etse de, hiç farkında olmasa da mutlaka kendisine dair bir kanaat sahibidir bence. Bu kanaat insana ya iyilerden olduğunu düşündürür ya da kötülerden. Sözünü ettiğim ’an’ı yakalamanın püf noktası da burası sanırım. Çünkü insanın kendisine ait bu kanaatlerinden iki farklı sonuç doğuyor:

‘İyilerdenim’ diyen kişi kendisini kötülerden olmanın eşiğine götürürken, ‘kötülerdenim’ itirafı ise iyilerden olmanın kapısını açıyor. Her tarafından tevazu akan ve her hâlinden “hiçliğini” haykıran pişenlerin külleri bile, ‘ben hamım’ diye tozarken; hamların, ateşin adını duyunca dahi ‘piştim’ diye haykırmaları bundandır belki de.

Peki “ben iyilerdenim” demek, insan için iyi bir durum mudur?

Bence hayır!

Çünkü iyiliğin ne olduğunu “gerçekten” bilenler, kendilerini iyilerden gör(e)mezler. “Ben iyilerdenim” zannına kapıldığımız anda, iyiliğin ne olduğunu ‘bilmediğimizi’ itiraf etmiş oluruz. Dahası iyiliğin de, iyilerin ‘kim ve ne olduğu’ hakkında bilgimiz olmadığının da ilanıdır bu.

Yani âriflerin tanımıyla diyebiliriz ki; “ben tamamım hissi, kişiye noksan olarak yeter.”

Ben kötülerdenim” diyebilmek ise, (bence) iyilerden olduğumuzun ilk alâmeti. Çünkü yaptığı, kendisine nasip edilen “iyiliklerinin” yetmediğini fark edebilen insan ‘iyi yol’dadır.

Bu “nasıl olur?” diyeceksiniz!

“Allah, bir kulunu sevdi mi onun kalbine yaptığım iyilikler yetersiz, yeterince iyi olamadım, güzel amel işleyemedim; öyle ise ben kötülerdenim hissini verir” derdi eskiler.

Buradaki ölçü “nefsinin kusurlarını görmek”çünkü. Bu yüzden olsa gerek ki; “Allah’ım iyiliklerim senin katında çok bile olsa onları benim gözümde az eyle, kötülüklerim senin nazarında az bile olsa onları benim gözümde çok eyle” diye dua ediyor irfan ehli.

Ne muhteşem değil mi?

İyiliğimi bana az göster” ki çoğaltmak için gayret edeyim, “hatalarımı bana çok göster” ki azaltabilmek için çabam artsın.

Peki bu kanaat nasıl oluşur? Yani bir insan kendisiyle kalabalık kaldığı anda kendi kendine “ben kötüyüm, kötülerdenim” diyebilir mi? Bu olgunluğa nasıl ulaşacak?

Sanırım bu noktada “kimlerle beraber olduğu” önemli.

Çünkü, kendimizden güzellerle birlikte oldukça, kendi çirkinliğimizi fark ederiz; kendimizden çirkinlerle beraber oldukça kendi güzelliğimizin sarhoşu oluruz. Çirkinliğimizi fark etmek bizi güzelleşmenin yollarını aramaya sevk ederken, güzel olduğumuzu zannetmek bize ‘ben oldum’ hissi vererek günden güne çirkinleşmemize sebep olur.

Kitabullah’ta iman edenlere, takvanın hemen ardından sadıklarla beraber olmalarının emredilişindeki hikmet de burda sanırım. İmanın muhafaza ve takvanın muhafazasının şartı sadıklarla birliktelikte saklı demek ki.

“Kalp, sahibini yansıtan bir aynadır” diyor ârifler eski kaynaklarda. Allah ise, o aynanın yegane sahibi. İşlenen her günah, o aynanın üzerine düşen bir leke olduğu için, küçük günahlarla lekelenen ayna, zamanla büyük günahları da küçük göstermeye başlıyor.

Peki büyük günah, küçük günah ne?

 “Kolaylıkla işleyebilmeye başladığın günah, senin büyük günahındır.” diyor İlmin kapısı Hz Ali(ra) ta çağlar ötesinden zamanımızın kalbine fısıldayarak.

Yani günahlar çoğaldıkça, ayna hepten kirlenip paslanıyor; ne sahibinden ne de kendisini taşıyandan haber verebiliyor.

‘Günahı bilmek için aynaya gerek yok ki, zaten insan günah işlediğini bilir’ diyebilirsiniz. Ben de buna “bedenin günahları için evet, ama kalbin günahları için hayır!” cevabını verebilirim.

Bedenle işlenen günahtan nasibimiz varsa tövbe etmek (pişmanlık kalpte yeşerirse) kolaydır. Neye tövbe edeceğimizi biliyoruz çünkü.

Peki kibir, hırs, riya, haset ne olacak?

Varlığını fark edemediğiniz günaha nasıl tövbe edeceksiniz?

Kendi kalbi insana en yakın olandır değil mi?

Bu yakınlığına rağmen o ayna nasıl olur da göstermez?

Bu sorunun cevabı zor değil bence zira çamurla sıvadığınız bir ayna parçasını elinize alıp yüzünüze yaklaştırsanız bile çamurdan başka bir şey göremezsiniz.

Bizim günahlardan lekelerle kirletip, aynadan çok, bir leke gibi taşıdığımız kalbi; gönül ehli sadıklar güzel amelle, zikirle, tefekkürle tasfiye edip saf bir ayna haline getiriyorlar. Bizim aynamızda, biz kendimizi dahi seyredemezken; onların kalpleri, kendisiyle beraber olanlara kendi hâllerinden haber veriyor.

Günah lekesinden simsiyah olmuş sözüm ona aynada kendisini seyreden; ‘ben iyilerdenim, güzelim, benim kalbim temiz’ diyorken, bir gönül ehlinin davranışlarında kendini görüp kusurunun farkına varan ‘eyvah’ diyor, ben ne kadar çirkin ne kadar da kötü bir insanım.

Peki “kim bu sadıklar” deyip bitirelim?

Neye nazargâh ve kime mekan olduğunun şuuruyla, içinde O’ndan ve onun rızası için olanlardan başka hiç bir şeyi barındırmayan kalp sahiplerinden; içtiği sudan bastığı toprağa, aldığı nefesten kokladığı çiçeğe kadar her zaman ve mekânda ‘aman incinmesin’ diyen gönül erlerinden, Dîvân-ı Hakk’ta sana nasıl muamele edileceğini bilmek istiyorsan, bugün O’nun (c.c) yarattıklarına nasıl muamele ettiğine bir bakıver diyen îrfan ehlinden söz ediyorum!

Biliyoruz ki ne gönlümüz eşkiyalığa razı ne de nefsimiz evliyalığa!

Ancak haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki gönül sarayını inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek.

Böylelikle hakikat habercisi olan kelimeler O’nun adıyla okundukça muhatabını ihya edecek; okunanlarla ahlaklandıkça da “sözün güzeli” hayatlarda can bulacak; bu canlılık her mahlûkata sevgi, şefkat, merhamet ve adalet olarak sirayet ettikçe de gönüller fethedilecek, herkesin kendi toprağında filizlenecek tohumlara su ve gıda olacaktır.

Nasiplilere selam olsun!