Ama gecenin bir yarısına kadar tv/internet başında vakit öldürerek uykuya kurban ettiğimiz, ne söylediğimizi bile anlamadan sırf ‘borç’ niyetiyle kıldığımız sabah namazlarımızı; ömrümüzü temizleyecek zekâtımızı; “ihtiyacından fazlasından geçtik” asgarisini bile vermemek için kırk takla attığımız pespaye tavrımızı; bırak iftar vaktine kadar sabretmeyi uykudan uyanır uyanmaz bir gıybete veya haram bir nazara feda ettiğimiz oruçlarımızı; yazık ki ruhundan bihaber olduğumuz kelime-i şehadetimizi; kapı komşumuz açlıktan kıvranırken, akraba(ları)mız bankalara kölelik yaparken turistik bir gezi haline getirdiğimiz umremizi; “yemeğinizin kokusuyla dahi komşunuza eza etmeyiniz” Nebevi ikazına rağmen aç, yoksul, yaşlı, hasta, gebe düşünmeden envai çeşit sofralarımızı sergilediğimiz sosyal medya hesaplarımızı; tevazu peçeli kibrimizi, bizi yiyip bitiren hırsımızı, ihlas libaslı riyamızı, paçalarımızdan din akarken(!) ahlaktan nasipsizliğimizi itiraf ederek.
Zira talip olduğumuz nimetlerin yüceliğince özellikle sağdan yanaşan şeytanın açık hedefi haline gelen bizler; haykırmaya çalıştığımız hakikatlerin bizde eksik olduğunu, mutlak hakikatler karşısındaki manevi yetimliğimizi fark etmeksizin aldığımız her nefesin, dillendirdiğimiz her kelimenin, yediğimiz her hakkın, ağlattığımız her gözün, acıttığımız her kalbin hesabını vereceğimiz o günden gafil olduğumuzdan beri; hayat denen girdabın bilinmezliklerinde ruhsuz insanlara dönüştük.
Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımız, zihnî felçleşme yaşadığımız, bunun köleleşme biçimi olduğunu göremediğimiz için; sorunlarımızın nedenlerini, kökenlerini, nereden kaynaklandığını da, bu sorunlarımızın üstesinden nasıl gelebileceğimizi de bilemiyoruz ve gerçekleri örtbas ederek attığımız her adım bizi büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatıyor.
Bakın bugünkü halimize…
Kabul ettiğimizi sandığımız ama temsilinde aciz kaldığımız, bu acziyetin bile farkında olmadan ömür çürüttüğümüz değerler manzumesinin hayatlarımıza yansımayan kısmında kıble ehli olduğunu iddia eden bizler; artık namazlarda dahi aynı camilerde bir araya gelemiyor ama Allah’ın ipine, O’nun gösterdiği yola topluca tutunabilmenin hayallerini kuruyoruz. Bu hayal dünyasında da adım adım ölüyor; toplum olarak ürpertici, her şeyimizi tefessüh ettiren, bin küsur yıllık çileyle inşa ettiğimiz anlam haritalarımızı, değerlerimizi yerle bir eden bir sekülerleşme yaşıyoruz.
“Gaflet ve dalalet”in hayatımızın her anına sirayet ettiği bu noktada başta kendi nefsim artık kabul etmeliyiz ki sahiplik arzumuz sorumluluk ihmâline dönüştü. Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıktık. Sorumluluktan anlamadığımız sahiplikten anladığımızı değiştirdi. Kendimize dahi sorumsuz oluşumuz, bizim bize ait olmadığımızı, aldığımız her nefesin dahi emanet olduğunu unutturdu bize. İçimiz ve dışımız arasındaki muazzam irtibat ve ahenk de böylece kayboldu.
Dün, taşlara tapan Ebu Cehil misali kâfirlerle sınanıp dirayetini gösteren bu ümmet; bugün gönüller yıkan ama buna rağmen camilerini gökyüzüne yükseltme yarışında olan iman sahipleriyle baş başa maalesef. Kendisini bile görmekten aciz kalplerimizi öylesine dışa çevirmiş, öyle itimad etmişiz ki herkesin var zannettirdiklerine, var sandıklarımızın yokluğu hâlinde varlığın ve varlığımızın hiç bir anlamı kalmayacağı korkusuyla içimize “yok” muamelesi yapıyoruz.
Yeryüzünün her yerinde iş ve değer üretmekle mükellef olduğumuz halde kendi beldelerimizde dahi bunu başaramadığımız ve tek işimiz “birbirimizi yemek” olduğu için; niyetleri kötü, işleri şer, inançları batıl olsa bile gayretlerinin sonucunu alabiliyor elin oğlu ve Allah’ın adaleti bu konuda iman sahiplerini ve diğerlerini birbirinden ayrı görmüyor.
Öyle ya, ne diyordu Rahman;
‘’İnsan için ancak çalıştığı vardır.’’(Necm 39)
Dikkat edin, ayette çaba dışındaki ikinci husus “insan” kelimesi. Yani çaba gösterdiğiniz takdirde hangi inanca mensup olursanız olun rızıklanırsınız. Bu Allah’ın kanunudur.
O sizi şüphesiz besler demek bu.
Öyleyse yol haritamız olan bu ayete istinaden yapmamız gereken tek şey gayret etmek.
Rağbetlerin belirdiği, ilahi ikramların ve hususi rahmetlerin kula eriştiği, nasip arayanlara nasiplerinin ulaşması için bereketli kılınmış bu zamanın ahirinde; verilmiş olana vefa göstermek, gelecek olan nimetler için başlı başına bir davet sayılacağından; gelişmek için, güçlenmek için, daha aydınlık bir yarın için, Rabbin rızasına mazhar olmak için, güzel bir geleceğe yürümek için, dünyamızı değiştirmeden dünyayı değiştirmek için, O’nun istediği cenneti bu dünyada inşa edebilmek için, O’nun emaneti olan insana sahip çıkabilmek için, tüm mahlûkatı dil, din, ırk, renk, mezhep ayrımı yapmadan ve ötekileştirmeden kucaklamak için gayret etmek.
Zira emin olun ki, bugünkü ahvalimizin yegâne sebebi bu ve daha birçoğunu sayacağımız konulardaki gayretsizliğimiz.
Hepimiz değilse bile büyük bir çoğunluğumuz sorunları başkaları üretiyor biz de yaratılan bu sorunların mağduruymuş gibi düşünüyor; ona göre hareket ediyoruz. Oysa her anormalliği aslında bizzat kendimiz zıtlaşmak suretiyle üretiyor; kendimizi “öteki” üzerinden tarif ettiğimiz için de, vicdani yanılsamalarla hayatımıza devam ediyoruz.
Kendisine ulaşan ilk ilahi emre karşılık “bilmiyorum” ikrarıyla sarsılan bir önder ve bugün “O’nu seviyorum ve bu sevgi beni kurtaracaktır” zannıyla O’na zerre kadar benzemeyi aklından dahi geçirmeyen; her şeyi bilen, bildiğini sanan ama bildiği iki kırıntılık bilginin şehvetiyle huşu duyan; öğrendiklerini hayatına yayıp öğrendiklerinin gerektirdiği anlayışla davranmadığı için, öğrenmiş olmanın şehvetiyle bilgisine farkında olmasa dahi tapınmaya başlayan; bilen olarak kendisini gördüğü için de bu tapınmayı kendisine çeviren ve bilgisinin kölesi olan bir toplum çıktı ortaya.
Rüşvet yiyen memurundan tutun da işini savsaklayan işçiye; işçisini sömüren patrona, fâize tenezzül eden cüzdana, didişmeyi kardeşliğin önüne koyan idrâksize, geçmişine sövmeyi mârifet zanneden nasipsize, ölünün ardından iftira eden çapsıza, velhasıl hırsızından arsızına, kadar herkes her şeyi bilmiyor mu bu toplumda?
Dinin özünün “güzel ahlâk” olduğunu, asıl mücadelenin insan kalabilme çabasında saklı olduğunu bin dört yüz küsur yıl önce haykıran Muhammedi hakikatler ile aramız nasıl bu kadar açıldı sanıyorsunuz?
Allah’ın rahmetini kaybetme korkusunu anlatmak yerine O’ndan korkutmayı tercih ederek sevgi ile korkunun bir arada olamayacağını atlayan; vaadler üzerine kurulu cennetperestlikle dünyayı insanlara cehennem eden; manaya kafa yormak yerine ücretsiz mushaf dağıtmayı seven; kin, intikam, ihtiras ve hasetlik gibi duyguların esiri olan ama kendisini bilgi kumkuması gören; gönülleri ise konfor, tahakküm ve şöhret putlarının işgalinde olan kimseler bugün gözlerinin önündeki gerçekleri görmemekte diretmiyorlar; inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için akıl nimetini inkara kadar hadsizleşmiyorlar mı?
Bu algı içinde ömür duvarından hergün bir tuğla eksilirken yitiklerini bulmak konusunda çabalamak ve kendini ötelere hazırlamak yerine tefrikaya düşüp parçalanmaya sebep olarak Rabbin rahmetinden uzaklaştıran bu hadsizlik; cehaletin emzirdiği evvelki ümmetlerin yanlışlarını tekrar etmekten yani tarihin tekerrüründen kaynaklanmıyor mu?
“Kardeşleriyle bir olmayana ilahi nimetlerin lütfedilmeyeceği” idrakinden nasipsiz, irfan yoksunu hikmetsiz bir din tasavvur edenler; böylesi bir din anlayışının kârına ortak çıkıp mükellefiyetlerinden kaçınarak dünyada saltanat sürenler; “olanlara tepki veriyorum” zannıyla dini hayatın kalbinden çekip alarak tapınaklara, kutsal gecelere, saray yavrusu evlerde yünlü seccadelere hapsedenler; kendilerini sadece müjdelerin ama kendisi gibi düşünmeyen, davranmayan herkesi “ötekileştirerek” ikaz ve cezaların muhatapları sayanlar; “bu dini sadece biz anladık” kibrine kapılarak başkalarını tekfir edip Rahman’ın rahmetine tahsildarlık yapmak gibi bir gaflete kulaç atanlar; bilerek veya bilmeyerek bu değirmene su taşımıyor; müslümanları parçalamaya devam etmiyor mu?
Kim ne derse desin; yenilenmiş bir şuurla ikrar etmeliyiz ki bugün hakikate uzanmak konusunda öksüz ve yetim durumdayız.
Zira önümüz ve arkamız gaflet setleriyle kapanmış gibi. Önümüzü göremiyoruz; çünkü önümüze çekilen gaflet perdesi geleceği görüp kendimize çeki düzen vermemizi engelliyor. Bu yüzden de o muhteşem hesap gününü unutuyoruz. Arkamızı göremiyoruz çünkü geçmişimize bakıp ders çıkaramıyoruz. Böylece de basiretimiz karardığı için ne kendi çağımızın göğsünden süt emerken olan bitenden hakkıyle haberdar olabiliyor, ne de geçmişin hatalarından kurtulabiliyoruz. Tüm bunlar da aslında yana yakıla dile getirdiğimiz “ümmet” kavramının “insanlığın annelik makamı” olduğu gerçeğinin üstünü örtüyor. Kimbilir belki de bu makamın farkındalığını yitirdiğimiz için imanımız aslanlar gibi yuvasını beklemek yerine kuş misali konup göçüyor.
Abartıyor muyum? Bence hayır!
Soralım kendimize; ahlâken varisi olduğumuz Rahmet Nebisinin merhametten nasipsiz bir ümmeti olabilir mi? Allah’tan rahmet talebinde bulunan kulun öncelikle kendisinde belirecek merhameti arayıp bulması gerekmiyor mu? “Merhamet, vicdanın kalbe okuduğu ezandır” idrakinden nasipsiz bir halde üzerini örttüğü vicdanı, kirlettiği aklıyla bu ezanı duymayana rahmet nasip olur mu? Edeb terazisinin iki kefesinde yer alan tevazu ve izzetten habersiz kibir ehli için kalplerinin mühürleneceği tehdidi yok mu?
Hayır hayır; ne ümitsizlik kuyusundayım ne de yılların onulmaz sızılarına hekim olup neşter vurmak gibi bir hadsizlik içindeyim. Satır aralarında arz etmeye çalıştığım gibi zihnimden geçenlerin ağırlığını tek başıma kaldıramadığım için size de beynimdeki kavgaya ortak etmek istiyorum.
Çünkü topluma onların öncelikli ihtiyaçlarını gözetmeden sadece rağbet gösterdikleri şeyleri verenlerin “inşa” gibi bir dertleri olmayacağına iman edip; aynı zamanda hasret ve hararetle aranılmayan, içerisinde adalete dönük umudun olmadığı, sevginin ötelendiği hiçbir hareketin topluma faydası olmayacağına inananlardanım.
Zira çağlar ötesinden Nebevi bir ikazla “Size bakıp müslümanlığa özenen yoksa imanınızı gözden geçirin” nidasının şaha kalkması gereken bu süreçte “Yeryüzü işlerine hürmet etmediğimiz için semavi işlerde farkındalık sahibi olamayacağımızı” atlayarak Allah’ın insanlık için murad ettiği yaşamı ıskalayıp kendini kurtarma telaşı içinde zevk ve hazlarımıza kapılmış bir ömür sürüyoruz.
“İnsanların bize bakıp özenmesi!”
“Ne kadar ağır bir vebal bu” omuzlarımızda değil mi?
Bu eylemlerimizde Allah’ın ve O’nun en muhteşem ayeti olan, en büyük kutsal olan insanın rızası nerede; asıl sorun burda işte!
Gönlümüzü zihnimizle buluşturarak hakikatin derdiyle tenhaya çekilip, ilahlaştırdığımız nice köksüz sevgiler, menfaatler ve ihtiraslarla çevrelendiğimizin farkındalığıyla bizi gönül mabedimize çağıran ezanlar hürmetince hicret edelim kendi gönül çölümüze…
Mademki bu dünyaya sahip olmak için değil şahit olmak için gönderildik…
Saray yavrusu evlerimizde ipek seccadelerimizde firdevslere talip iken dışardaki kaç imdat çığlığına kulak kabartabildik, kaçının feryadına yetişebildik? Kaç yetimin başını okşayıp yüreğinde tebessüm olabildik? Kaç yoksul sofrasına konuk olup umutlarını diriltebildik? Ellerimizi açıp dua ettiğimizde eşimizin, çocuklarımızın, dostlarımızın ve sevdiklerimizin arasına samimane bir şekilde kaç mazlum girebildi? Asra bedel kaç geceyi sabah edip damla damla yaş düşürdük gönüllerimize mazlumlar adına? Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken kaçını kurtarabildik?
Dünya üzerinde 1,5 milyar insan aç iken, günde otuz bin civarında insan açlıktan ölüyorken kaçına uzanabildik? Üzerine ölü toprağı serpilmiş kaç ruhta inşirah yaratabildik? Siyonist şeytanlık dört bir yanımızı sarmışken, emperyalizmin elinde inim inim inliyorken, kapitalizm bugün dünya üzerinde en büyük “din” iken kaç kişiyi hakikat ile buluşturabildik?
Bu din “güzel ahlâk”tan ibaret iken, lisanımız kalbimizin ve idrakimizin aynası olması gerekirken kaç kişi bizim vesilemizle kendine çeki düzen vermeye çalıştı? Allah’a olan namaz, oruç, zekât, hac borcumuzu (!) öderken; O’nun en muhteşem ayeti olan ve bize emanet ettiği insanlara karşı adalet, merhamet, şefkat, rahmet, nezaket borçlarımızdan kaçını ödeyebildik? Varlığımız kaç insan için ümit, güven veya huzur sebebi? Kaç tanıdığımız bizi görünce “Allah iyi ki seni yaratmış!” diyebiliyor?
Kâinatın gözbebeği olup kıymet nazarında emsalsizliğimizi müjdeleyen “insan yanımızın” bize sunduğu ödevler bu “kaç”ların neresinde?
On, on iki asır boyunca evrene, kâinata ve âlemlere aynı anda bakan, aynı hakikat peşinde koşan; evrende gördüklerini kâinata, kâinatta gördüklerini âlemlere taşıyan; bilgiyi idrake, idraki şuur ve şahitliğe döndüren “yeryüzünün efendileri” olma şerefine ulaşmış ceddimizin buram buram huzur, kardeşlik, rahmet, merhamet, birlik kokan maneviyatı nereye kayboldu?
Evet, yazık ki ardı arkası gelmeyecek bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplar da gösteriyor ki; “yeryüzünü ihmal ederek semadan nasip aramanın” küstahlığı içindeyiz. Zira kaybedecek varlıkları çoğalan bizler, başkalarının kaybettikleriyle ilgilenmez durumdayız artık.
Oysa İslami, Kur’ani ve Muhammedi hakikatler Allah’a olan yakınlığımızın göstergesinin yaratılmış için ortaya koyduğumuz gayret ve katkının ta kendisi olduğunu haykırıyor.
İşte bu yüzden “gayret etmek” diyorum! O muhteşem hesap gününde tüm defterler bir bir açıldığında mahcubiyet ateşiyle yanmaktansa pişmanlıklarımızdan doğmaya çalışarak bugün yapmamız gereken tek şey bu.
Ama mekân ve zamanla kayıtlı olan “mülk” âlemi yerine, zaman ve mekânı aşkın olan melekût âlemine yükselerek.
Zira “hak” için can vermeyi her şeyden çok isteyenlerimiz dahi “hak” uğruna yaşamayı beceremedikçe, “yaşatmanın en önemli görevimiz olduğu” idrakine varmadıkça, “hak âşıkları” bizler için sadece mazinin süsü olarak hatırlanacaklar.
“Ne zamana kadar gayret” diye sorarsanız da cevabım gayet açık olacak…
Yeryüzündeki en son aç doyuncaya, en son çıplak giyininceye, en son yoksul zenginle eşitleninceye; sevgi, barış, kardeşlik, merhamet ve en çok da adalet tüm dünyaya hâkim oluncaya kadar hiçbirimizin boş durmak gibi bir lüksü yok!
Kanımca o vakit uzanabilir ellerimiz yeryüzünün hakkını verdiğimiz için cömertlerin en cömerdine; kulaklarımızda ise Rahmani bir nefes:
“Ey mutmain olmuş nefis, gir cennetime” ( Fecr 27)