YÜREK ÜLKESİNİN İNŞASI İÇİN ​​​​​​​NASIL BİR EĞİTİM?

YÜREK ÜLKESİNİN İNŞASI İÇİN
NASIL BİR EĞİTİM?

Toplum olarak, yazılı bir gelenekten ziyade sözlü bir geleneğe sahip olduğumuz için; konuşmayı, tartışmayı ve sohbeti; düşünmeye, okumaya ve yazmaya tercih ediyoruz. Deli olma korkusuyla düşünme melekemizi, başımıza iş açma korkusuyla ise merak duygumuzu körelten bir toplumsal kültüre sahibiz.

Gemi ile seyahat eden ünlü bir dilbilimci, yolda gemici ile sohbet etmektedir. Bir ara dilbilimci gemiciye, “Sen dilbilgisi bilir misin?” diye sorar; “Hayır” cevabını alınca da, “Ömrünün yarısı boşa gitti” der. Gemicinin kalbi kırılır, kızarır ama susar. Derken fırtına çıkar, gemi bir girdaba yakalanır, girdaptan geminin kurtulamayacağı anlaşılır. Gemici dilbilimciye “Sen yüzme biliyor musun?” diye sorar.

Yüzme bilmeyen dilbilimci, yalvaran gözlerle gemiciye bakar ve “Hayır” cevabını verir. Bunun üzerine gemici şöyle der.

“Eğer yüzme bilmiyorsan bütün ömrün boşa gitti demektir, çünkü girdaba düşen gemi kurtulamaz”.

Anadolu’nun yetiştirdiği evrensel dehalardan biri olan Celalettin-i Rumi’nin “Divanı Kebir” adlı ünlü eserinde anlattığı; sanırım bir eğitim sürecinin temel hedefinin çocukları ve tabi ki gençleri öncelikle hayata hazırlamak ve
olgunlaştırmak olması gerektiğini anlatan en güzel anekdotlardan biridir bu hikâye.

Zira üniversiteden mezun olduğu gün girdiği havuzda boğulan, trafik kurallarını bilmediği için bir kazaya kurban giden; güçlü bir kişilik, irade ve sorumluluk eğitimi almadığı için içki ve uyuşturucu komasında ya da kumar masalarında çıkan kavgalarda kaybettiğimiz gencecik insanların olduğu; cennetin varlığına iman etmekle cennetperestlik arasındaki farkı idrak edemeden yeryüzünü başkalarına cehennem kılma pahasına “korsan hikmetlerle” cenneti isteyenlerin yaşadığı bir coğrafyada yaşıyoruz.

Beyinlerimiz ise haklı olarak “neden” diye sorma ihtiyacı hissediyor.

Dünyaya bin yıl boyunca hükmetmiş, müthiş bir manevi mirasa sahip; farkın ve mânânın detaylarda saklı olduğunu bilen; dinleyince neyi akledeceğini, okuyunca nasıl akledeceğini anlayan; “işit” diyen Tevrat’, “gör” diyen İncil’den sonra gelerek “Oku” diye başlayan kitabül mübinin emrine amade; burdan hareketle de okuyabilmenin ancak kâmil insanların harcı olduğunun farkında; kâmil olabilmek için de önce “işitebilen ve görebilen” insan olmanın erdemine kavuşmuş  insanlar toplumundan, günümüze nasıl geldik?

Evet; toplum olarak, yazılı bir gelenekten ziyade sözlü bir geleneğe sahip olduğumuz için; konuşmayı, tartışmayı ve sohbeti; düşünmeye, okumaya ve yazmaya tercih ediyoruz.

Deli olma korkusuyla düşünme melekemizi, başımıza iş açma korkusuyla ise merak duygumuzu körelten bir toplumsal kültüre sahibiz ve bu kültür, bir deliye kırk gün akıllı diyerek akıllı olmasını değil, bir akıllıya kırk gün deli diyerek deli olmasını sağlamanın yolunu gösteriyor.

Kültürel kodlarında ve tarihi birikiminde bilgi, bilim, eğitim gibi konularda dünya tarihine yön verecek derecede önemli verilere sahip olan bir toplumsal yapının böyle bir noktaya evrilmesi ise ne kadar acı değil mi?

Öyle ya; okumak, araştırmak, ciddi projelerin altına girmek, ülke meselelerine kafa yormak, iradeyi nefse, çalışmayı eğlenmeye tercih etmek; yaşadığı çağa borcunun farkında olmak ciddi bir irade, kişilik ve bilinç eğitimini gerekli kılıyor.

Okuma alışkanlığı edinmiş olmayı, bilginin ve bilmenin bilincine varmış olmayı; varlığı ve varoluşu duyumsamış olmayı ve farkındalığı gerektiriyor.

Peki neden bu hale geldik sorusuna geçmeden önce bazı yaklaşımları tespit etmemiz gerektiği kanaatindeyim;

“Eğitimi; insanı, bedensel,  zihinsel, duygusal ve entelektüel yönden geliştirme, bir ilişkiler ağı ortamında toplumsallaştırma, milli kültür, evrensel değerler ve ahlaki erdemlerle donatma ve etkin bir yaşam sürmesini sağlayacak bilgi ve beceriler kazandırma çabalarının toplamı” olarak tanımladığımızda görebiliyoruz ki; ilk çağlardan beri, eğitimin amaçları konusunda görüşler ileri süren düşünür ve eğitimciler konuyu genel olarak “birey ve toplum” açısından ele almışlardır. Eğitimin bireysel hedeflerine ağırlık veren düşünür ve eğitimciler, bireyi temel alan ve daha özgürlükçü bir eğitim anlayışını savunurken, toplumsal hedeflere ağırlık veren düşünür ve eğitimciler ise; toplumcu ve disiplinci bir eğitim anlayışını öne çıkarmışlardır.

Bu ayrışmanın bir sonucu olarak, tarihsel süreçte biri birey, diğeri toplum eksenli olmak üzere iki eğitim anlayışı gelişmiş ve bugünlere taşınmıştır.

Bu iki yaklaşım günümüzde “öğrenci merkezli eğitim” ve “öğretmen merkezli eğitim” tanımlamalarında da görüldüğü üzere “fertçi ve hürriyetçi eğitim” ile “toplumcu ve disiplinci eğitim” olarak da adlanmaktadırlar.

Her şeyin birey için olduğunu, bireyin baskı altına alınmaması hatta tam tersine özgür bırakılması gerektiğini ileri süren “Bireyci ve özgürlükçü” eğitim anlayışı batıda Rousseau, Ellen Key, Herbart Spencer ve Jean Marie Guyeau gibi düşünürler tarafından savunulurken, ülkemizde ise Satı Bey ve Prens Sabahattin gibi eğitimci ve sosyal bilimciler tarafından temsil edilmiştir.

Toplumu, bireyin önüne alan ve tüm bireylerin toplumun çıkarları doğrultusunda şekillendirilebileceği görüşünü savunan “Toplumcu ve disiplinci” yaklaşım ise; Eflatun, Hegel ve Durkheim gibi düşünürler tarafından, ülkemizde ise, Ziya Gökalp, Emrullah Efendi ve İ. H. Baltacıoğlu gibi isimler tarafından savunula gelmiştir.

Bu süreçler incelendiğinde; eğitime psikolojik yaklaşım olarak da bilinen “Bireyci ve özgürlükçü” eğitim anlayışının siyasi ve sosyal yansımaları demokratik, âdemi merkeziyetçi ve özgürlükçü toplumsal modeller olarak ortaya çıkarken, sosyolojik yaklaşım olarak da bilinen “Toplumcu ve disiplinci” eğitim anlayışının siyasi ve sosyal yansımaları ise merkeziyetçi, totaliter ve baskıcı toplumsal modeller olmaktadır.

Bireyci ve özgürlükçü eğitim anlayışında; fertlerin ilim, düşünce ve sanatta hür bir ortam içinde ilerlemeleri daha kolay ve hızlı olurken diğer taraftan toplumsal sorumluluk bilincinin zayıflaması, özgürlüğün başıboşluğa, sorumsuzluğa ve nihayetinde anarşiye dönüşmesi riski söz konusu olmaktadır.

Toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışında ise, toplumun ve devletin çıkarları aşırı önemsenir ve bireyin çıkarlarına tercih edilir. Burada, devletten bireye doğru işleyen bir süreç söz konusudur. Devlet tanımlayan, birey tanımlanandır. Sonuçta bu tür ortamlarda ifade, düşünce ve inanç özgürlüğü sağlanamamakta ve insanlar baskı altına alınmaktadır. En kötüsü ise, çoğu durumlarda tüm bu uygulamaların, toplumun, ülkenin ya da devletin çıkarları denilerek, bir avuç oligarşinin egemenliklerinin devamı ve çıkarları için yapılıyor olmasıdır. Bugün, bunun örneklerini, halkla devlet arasında siyasi meşruiyet sorunu yaşanan birçok ülkede görmek mümkündür. Faşist ve komünist ülkelerde bu çarpıtma, devletin çekirdeğine yerleşmiş bir zümrenin çıkarları adına yapılırken, kapitalist ülkelerde burjuvazi adına yapılmaktadır diyerek bizim bugünlere “toplumcu ve disiplinci” bir anlayışla nasıl geldiğimize bakalım;

Devir on dokuzuncu asrın sonları. İslâm dünyası bin yıldır ağa iken iki asırdır maraba olmuş ve müslüman aydınlar kara kara düşünüyor; “biz nerde hata yaptık?” diye. Her kafadan bir ses yükseliyor;

Biri; “Kılıç kalkan olsaydı kimse bizi mağluğ edemezdi” diyor.

Öbürü; “Zamane şartlarına, topa, tanka, tüfeğe küselim; ağıtlar yakalım; ilimlerini olabildiğince aşağılayım” diyor.

Bir başkası; “Biz de aynı silahları alalım, onlar bizi nasıl öldürüyorsa biz de onları öldürelim” diyor.

Tabi dünyanın en önemli yer altı zenginlik kaynaklarına sahip oldukları halde; kimsenin aklına zamanın silahı olan ilim ve bilimle kuşanmak; onlar gibi silah sanayisi oluşturmak gelmiyor.

Sorun sadece silah değil üstelik; ticaret, üretim, eğitim almış başını gitmiş.

Arap Yarımadası’ndan bir ses yükseliyor bu kez;

“Kur’an-ı kerim’e dönelim. Bizim özümüz orası”

Ölçülüyor, biçiliyor, tartılıyor ve gayet meşru olan bu istek yerine getiriliyor.

Peki nasıl?

On üç asırlık kültürel birikim toptan hurafe ilan ediliyor ve en başa gidiliyor. Ama o zamanın ruhuna değil; kendi zannettiklerinin algısına. Aradaki süreçte oluşmuş ne kadar ilim varsa hepsi zihinsel olarak resetleniyor ama; bin küsur yıllık mazi tümden reddedildiği için araya giren kültürel boşluğu kapatmak için bu kez “bedevi örf” ile zihinlere enjekte ediliyor.

Sonuçta da “mazideki cennet gibi hayatın” özlemiyle tüm kökler budanıyor ve bunun adına toplumsal ıslah konuluyor. Ama ısrarla kök arayan topluma da bu kez korsan kökler sunularak; “Allah’ın rahmetini kaybetme korkusu yerine Allah’tan korkma öğretiliyor. Zihinlerdeki cennete ulaşmak için huriler vaad ediliyor. O hurilere kavuşmak için yaşatmak yerine yok etmek, cenneti inşa etmek yerine cennet uğruna dünyayı cehenemme çevirmek öğretiliyor.

Bugün Ortadoğu’da “yaşatmanın asıl imtihan olduğunu vazeden manevi dinamiklere rağmen” patlayan bombaların altına ıslak imzalarını gururla atmaya da devam ediyorlar.

Peki ya öze döndüler mi?

Evet tabi ki…

Mushafı öyle bir kutsadılar ki, onun manasına kafa yormak yerine, dağıtmak en büyük ibadet haline geldi. En güzel anlayan değil, en güzel okuyan rağbet gördü. Üç saat ötedeki Sudan açlıktan ölürken her yıl hacc mevsiminde Beytullah’ı yüceltmek adına 200 kilo altın işlemeli örtüleri astılar.

Nice yenilmiş kadroları tarih sahnesinden çekilmiş olsalar bile, arkalarında yepyeni bâtıl kapılar bıraktılar. Üstelik açık bıraktıkları bu kapıların arkası kendilerine ve inançlarına düşman kadrolarca sürekli ihya edildi.

Bunlarla yüzleş(e)memiş toplumların veya yaklaşık dört yüz küsur yıldır yaşanan şu dezenformasyonu okuyamayan idraklerin bugünkü zulümlerin kaynağına inebilmesi mümkün değildir.

Gelelim günümüze ve bizim “öze dönüş” hikayemize…
Ailenin küçüldüğü ve toplumun atomize olduğu modern(!) çağımızda artık gençleri kuşatan geleneksel yapı ve büyük aile ortamı yok; onlara yaşam içindeki rollerini, nezaket kurallarını ve toplumsal ilişkileri öğreten ak sakallı dedelerimiz, nur yüzlü ninelerimiz de aramızdan yavaş yavaş birer yıldız gibi kayıyor.

Anadolu topraklarında neredeyse bin yıl süreyle; gençlerin eğitimi, sorumluluk kazanmaları, bir mesleğe yönlendirilmeleri, usta-çırak modeliyle hayata ve geleceğe hazırlanmaları konularında müthiş bir işlev üstlenmiş olan ahilik sistemi de yok artık ve  ortadan kalkması (ya da kaldırılmasıyla) oluşan boşluk bir türlü doldurulamadı.

İşte “eğitim” kavramının bizdeki asli vazifesi aciz kanaatimce burda ortaya çıkıyor ve bu konuda asla boşluk kabul etmeyen süreç içinde başta anne babalarımız ve yakın ebeveynlerimiz olmak üzere; okul idarecilerimize, öğretmenlerimize dile gelmez ağırlıkta bir vebal ve inanıyorum ki bu vebalin hakkiyle ödendiğinde “rıza makamı” düşüyor.

Bu noktada da yukarda kısaca saydığım hatalarla yüzleşmek; geçmişten ders alıp geleceğe yürümek asli vazifemiz olmalı.
Yani bize Kur’ani beyanla Yusuf (as)’un kuyudan, Yunus(as)’un balığın karnından, Alemlere rahmet olanın ise mağaradan çıktığı gibi bir çıkış lazım …

Biz bu çıkışı ancak ve ancak eğitim ile gerçekleştirebiliriz.
Peki; Nazım Hikmet’in deyimiyle; “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” veya Muhammed İkbal’in ifadesiyle gençlerimizin “hem kervanla yürüyüp hem de yalnız olabilecekleri” bir eğitim uygulamasını nasıl gerçekleştirebiliriz.

Bu toprakların ve bu ülke insanının özelliklerine uyumlu olarak üretilmiş güçlü bir felsefeye dayanan; hayat başarısını okul başarısına önceleyen, öğrencilerin çok yönlü ve çok boyutlu olarak gelişimini esas alan, milli, demokratik, dayanışmacı ve yurtsever…

Otoriter ve baskıcı anlayıştan uzak, ilişkilerin “güven ve biz” bilinci üzerine inşa edildiği; katılımın, astlara güvenin, ekip çalışmasının, inisiyatif kullanmanın ve öz disiplinin esas alındığı bir yönetim anlayışına dayanan “kurum ya da sistem merkezli değil, insan merkezli”; fert ve toplum dengesini kuran, bireyi ve toplumu beraberce önemseyen, yetiştirdiği insana, fert olarak bir ağaç gibi tek ve hür; toplum olarak ise bir orman gibi kardeşçe yaşayabilme bilinci kazandırabilen…

Kişilik sahibi, bilgili, üretken, hoşgörülü, milli ve manevi değerlerimize bağlı, evrensel değerlere açık, ailesine, ülkesine ve insanlığa karşı sorumluluklarının bilincinde; fikri, vicdanı, irfanı hür bir nesil yetiştirmeyi başarabilen; bu toprakların ve bu topraklarda yaşayan insanların ürettiği anlamlı tüm değerlere sahip çıkan ya da en azından saygı duyan bir yaklaşımın sahibi; bağımsız düşünebilen, iradesine hâkim, kendi kararlarını kendisi alabilen ve toplumsal kültürün gelişmesine katkı sağlayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen…

Öğrencilere; ne düşüneceklerinden çok, nasıl düşüneceklerini öğreten; bilgi ezberletmekten çok, bilgiye giden yolları gösteren; cevap vermekten çok, soru sorma yetisi kazandıran ve onları çok yönlü ve çok boyutlu olarak geliştiren; mezun ettiği öğrencisinin sözlü ve yazılı anlatım yeteneğini geliştiren, onlara okuma alışkanlığı kazandıran, merak duygusunu harekete geçiren ve boş zaman değerlendirme bilinci kazandıran…

Müziğin derinlik katıcı ve resim yapmanın üretkenliği arttırıcı özelliklerinden öğrencisini yeterince yararlandırabilen, öğrenciye yaşına uygun bir müzik ve resim kültürü kazandıran, çok yönlü sanatsal etkinliklerle onları estetik açıdan geliştiren; kişi ve olaylardan çok olgular üzerine, ezberlemekten çok keşfetme üzerine, tanımlamaktan çok tanıma üzerine, öğretmekten çok öğrenme üzerine, anlatmaktan çok anlama üzerine, cevap vermekten çok soru sorma üzerine, nasıldan çok niçin üzerine, konuşmaktan çok dinleme üzerine, tüketmekten çok üretme üzerine yoğunlaşan bir eğitim…

İşte ancak bu bilgi ve duygu birlikteliği ile nihai hedefimiz olan ibret ve irfana uzanabilir, “özümüze” kavuşabiliriz.

Ne diyordu Alemlerin sahibi;

“Onlar, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline tabi olurlar” ( Zümer,18)