ZAFERE DEĞİL SEFERE MEMURUZ
Sahiplik arzumuz sorumluluk ihmâline dönüştü. Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıktık. Sorumluluktan anlamadığımız sahiplikten anladığımızı değiştirdi. Kendimize dahi sorumsuz oluşumuz, bizim bize ait olmadığımızı, aldığımız her nefesin dahi emanet olduğunu unutturdu bize. İçimiz ve dışımız arasındaki muazzam irtibat ve ahenk böylece kayboldu.
Londra’daki camiye yeni bir imam gönderilmiş. Adam şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu zaman da aynı şoföre rastlıyormuş. Bir gün, bilet alırken şoför yanlışlıkla 20 kuruş fazla vermiş. İmam yanlışlığı oturup da parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine “20 kuruşu geri versem mi şoföre” diye düşünüyormuş.
Ama içinden bir ses diyormuş ki çok gülünç bir para ve şoförün umurunda değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten, sadece 20 kuruş onlara bir şey yapmaz.
Bu parayı saklayabilirim diye düşünmüş,
Allah’tan gelen bir hediye gibi.
İneceği durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 kuruşu geri vermiş ve demiş ki:
“Paranın üstünü fazla verdiniz.”
Şoför gülümsemiş ve demiş ki:
“Siz caminin yeni imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi caminizde ziyaret etmek istiyordum İslam’ı öğrenmek için. Bu yüzden bilerek size fazla para verdim. Nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim.”
İnerken imam artık bacaklarını hissetmiyormuş. Yere yığılacakmış neredeyse, bir direğe tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış. Gözlerinden yaşlar dökülerek demiş ki:
“Allah’ım az daha İslam’ı 20 kuruşa satıyordum!”
Evet bu nüktede olduğu gibi tevafuklar silsilesi üzerinde sürdürdüğümüz bir yaşam sürüyoruz hepimiz. Yani aslında hiçbir iş ve oluş sebepsiz ve yersiz değil. Her iş ve oluşun bizim göremediğimiz, algılayamadığımız; tıbbın üçüncü göz, gönül ehlinin ise kalp gözü dediği gönül gözümüz köreldiği için artık farkındalığını yitirdiğimiz sebepleri var.
Ama bu nüktedeki meramım farklı biraz.
“Sebepler konusunu bir başka makaleye” diyerek nüktemizde olduğu gibi inandığımızı sandığımız değerler silsilesinin hayatımıza yansıması yönünde bir tefekkür sofrası açalım başta kendi nefsime nasihat etmek ve nasipdar kardeşlerimizi de akla ve vicdana davet etmek için.
İslam’ı satmak…
Ne ağır bir kelime değil mi?
Kabul ettiğimizi sandığımız ama temsilinde aciz kaldığımız, bu acziyetin bile farkında olmadan ömür çürüttüğümüz değerler manzumesinin hayatlarımıza yansımayan kısmındaki karşılığı aslında bu tabir.
Çağlar ötesinden ulaşan nebevi soluğu anımsayalım hep birlikte;
“Size bakıp Müslümanlığa özenen yoksa imanınızı gözden geçirin”
Hadis olarak nakledilen bu sözün aslında kaynaklarda pek yeri yok zira “imânınızı gözden geçirin” ifadesi, imansızlığa değil, imanının yansıtması gereken güzellikleri yansıtamadığından zayıf bir konumda olduğuna işarettir. Ancak sözün manası sahihtir. Buna benzer diğer hadis olarak nakledilen rivayetlere baktığınızda da aynı tema çok sık işlenmektedir.
“Allah’ı hatırlatmak”
‘İmanın kokusunu hissettirmek”.
Evet, namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, sinirleri alınmış olsa ve yazık ki içi boşaltılmış olsa da zekâtımızı veriyoruz; hatta yetmiyor defalarca kez hacc yapan, hemen her yıl umre yapan inananların (!) sayısı gün geçtikçe artıyor.
Buraya kadar her şey güzel.
Peki, yukarda arz ettiğim gibi söz ve eylemlerimizde Allah nerede?
İnsanlar bize bakınca Allah’ı hatırlıyor mu?
Bizim yaşantımız etrafımızdakilere “takva” kokusu yayıyor mu?
Sanırım asıl düğüm noktası burda.
Zira bu konuda “gaflet ve dalalet” içindeyiz sanki ve iman ile amel arasındaki bağın aslında şah damarı niteliğinde olduğunu göremiyoruz.
Kabul, iman amel birlikteliği için “çelikleşmiş” bir sabra ihtiyaç var. Koskoca güneşi cılız kıvılcımlarla değişenler ve yetinmeyip bir de ışığa küfredenler yüzünden bu hale gelen toplumun girdiği anafor ancak sabır ve metanetle lehimize çevrilebilir çünkü.
Dün, taşlara tapan Ebu Cehil misali mert kâfirlerle sınanıp dirayetini gösteren bu ümmet; bugün gönüller yıkan ama buna rağmen camilerini gökyüzüne yükseltme yarışında olan iman sahipleriyle baş başa maalesef.
Bu yüzden değil midir ki Allah Azze ve Celle kelamında yemin ediyordu “insanın ziyanda olduğu”na dair.
Kimbilir!Nura giden yolun nârdan geçtiğini bilemeyenler, belki de bu yüzden nefsinin ateşini göremeyip ruhundaki nura ulaşamıyor.
Evet!Bu tespitlerden yola çıkarak diyebiliyoruz ki gaflet, Allah ve Elçisini tanımayanların da derdidir, alnı secdeye varan kulların da. Güneş, apaçık ortada iken uzayıp kısalan gölgelerle uğraşanlar ise gaflette boğuluyorlar.
Kabul ediyorum !
Nefsin geçit ve tehlikelerini aşabilmek zor; kötü huylardan temizlenmek, ruha yerleşen çirkin sıfatların kökünü söküp atmak güç; kalbi Allah’tan başkasına yönelmekten men etmek ve her daim O’nun (c.c.) zikriyle süslemek emek isteyen bir iş.
Ama insan, eksikliğini hissedip aramaya koyulduğu nimetler kadar yüce değil midir?
Kitabımızda üstünlüğün ancak takva ile olduğu belirtilmişse bizler için övünç, Allah’ın beğenmediklerinden uzak durup, O’nun sevdiklerine yönelmede olmamalı mıdır?
İman ettik ki…
Canın, nefsin, aklın, imanın ve cümle mülklerin sahibi olan Allah, mü’min kalplerde Hakk ile batılı birbirlerinden ayırt edinceye kadar inkarcılara vakit tanıdı.
Her dem yeni bir iş ve oluşta olan, kalpleri evirip çeviren Rahman; hak ile batılı ayrımak, hal ile kâli eşitlemek, dillerdekinin kalplere inip inmediğini sınamak için kullarını çetin imtihanlara tabi tutuyor ama yazık ki birçoğu nüktedeki örnekte olduğu gibi böylece kayıp gidiyor işte.
Çünkü o ipincecik çizgide aklın abdesti ilimle, gönlün abdesti ise aşk ve teslimiyetle alınıyor.
Farkındayız veya değiliz.
“Gaflet ve dalalet” noktasında başta kendi nefsim kabul etmeliyiz ki sahiplik arzumuz sorumluluk ihmâline dönüştü.
Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıktık. Sorumluluktan anlamadığımız sahiplikten anladığımızı değiştirdi. Kendimize dahi sorumsuz oluşumuz, bizim bize ait olmadığımızı, aldığımız her nefesin dahi emanet olduğunu unutturdu bize. İçimiz ve dışımız arasındaki muazzam irtibat ve ahenk böylece kayboldu. Şaşkınlığımızla üst alt olan dengemiz işte böylesi bir şaşılığa dönüştü.
Nazarımızı içe çevirdikçe, dışımızda olan biteni net görebilme kabiliyetimiz; bakışlarımızı dışa çevirdikçe içimizde olup bitmeyene kör oluşumuzla neticelenip yok oldu.
Çünkü içimize hicret etmeyi unuttuk.
Aradığımız her şeyin sadece orda olduğunu es geçtik. Böylece de nefsimiz, hevâ ve hevesimiz, dünya sevgimiz, ölüm korkumuz, kendimizden kopuşumuz, gelecek algımız, savrukluğumuz, dengesizliğimiz, şuursuzluğumuz, ilimsizliğimiz, amelsizliğimiz, ihlâssızlığımızla kalbimizden başlayarak, bizi insan kılan her neyimiz varsa teker teker yok etmeye başladık.
Yok olan her değerimizle beraber, irfânımız, izânımız, insâfımız yaralanıyor, iyiliğimiz, güzelliğimiz, kardeşliğimiz can çekişiyor, adâletimiz, insanlığımız, iddiamız ölüyor ama görmüyoruz. Perde inen gözlerimizle kendimizi değil sadece, mâzimizi, istikbâlimizi, son bir umutla bize dikilen mazlum gözleri, bizim kim olduğumuzu hatırlamamız niyâzı ile göğe açılan elleri, hâlinden muzdarip, olması gerekenden habersiz ruhları yok ediyoruz, farkında değiliz.
Kendisini bile görmekten aciz kalplerimizi öylesine dışa çevirmiş, öyle itimad etmişiz ki herkesin var zannettirdiklerine, var sandıklarımızın yokluğu hâlinde varlığın ve varlığımızın hiç bir anlamı kalmayacağı korkusuyla içimize “yok” muamelesi yapıyoruz.
Hâlbuki dönüp bir baksak; içimizde vicdandan örülü bir tevhid çipi var.
Ama gelin görün ki, yarına dair umutların üzerini, ihaneti kardeşlik diye pazarlayan; işine gelen zehiri allayıp pullayıp bal diye, işine gelmeyen şerbeti döküp saçıp zehir diye sunmaktan utanmayan; Allah’ın emrettiği her doğruya yanlış diye haykıran; iyi insan olmayalım diye her fırsatta nefsimize arka çıkan örümcekler sardı hırs, kibir ve nefretten ördükleri ağlarla.
Oysa biz iman mülkünü, sahibine hakiki bir baharla teslim edip, bu örümcekleri ‘Allah ne der’ ölçüsüne mıhlayıp, nefsimizin isteklerini vicdanımızın potasında eritip, Rabbimize hakkıyle teslim olduğumuz gün, dışımızda halledemeyeceğimiz hiçbir mesele kalmayacak ve girizgahta andığım nüktedeki imam kardeşimiz gibi dizlerimizin üzerine çökecek ve iki büklüm olacağız ağlamaktan.
Yanisi hep söylediğim gibi dışarıdaki dünyaya diriltici bir hayat sunmak istiyorsak, kendi içimizdeki kirlerden kurtulmaya mecburuz.
Zira başkasına salah götürmek, ancak nefsini ıslah edebilenlerin harcı ve hakkıdır.
Kabul etmeliyiz ki…
Bugünkü hal ve ahvalimizin sebebi “dünyaya sarılıp ona bağlanmak bütün günahların başıdır” sözünü de “kişiye kendi nefsinden daha ağır bir düşman verilmediğini” de yazık ki unutmuş olmamızdır. Bu yüzden de inançlarıyla mutmain olmayıp çıkarlarının peşine düşen her belde ve neslin inananları gibi ne dinimizi terk edebiliyoruz ne de kendimizi Rabbimizin rızasına adayabiliyoruz.
Başta kendi nefsim…
Akıllarımız, sürekli “çıkarlarımızı” gözettiğinden nimet olunca toplanıyor, külfet olunca dağılıyoruz. Bize imam olan nefsimiz istediğinde, aklımız bu hesapsız istekler için makul görünen gerekçeler uyduruyor, vicdanımız ise tüm bunları aklayıp kendimizi kandırma uğraşında yardım ediyor.
Eğitilmemiş nefsimiz, kirli aklımızla çıkarlarımıza yönelik düşünce üreterek vicdanımızı da buna uydurmayı başarıyor; her biri kul olmak adına sunulan bu lütuflar hayır yerine şerde kullanılınca da kendimizi kendi ellerimizle ateşe atıyoruz.
Bakın içinde yaşadığımız topluma!
Artık ehliyet ve liyakatin ölçüsü, işi yapabilme hususundaki kabiliyet değil, işi elde edebilmek için eğilebilme potansiyeli değil mi?
Menfaati için eğilmeyi maharet sananların davası için dik durmasını nasıl bekleyeceksiniz peki?
Yazık ki…
Neyi, niçin yaptığını sorgulamayan ve akıl nimetini sadece çıkarlarına uyunca kullanmayı maharet sanan beşer; hakikati seçebilmeyi mümkün kılan her türlü donanımı kendi elleriyle köreltmek hususunda pek bir mahir.
Ama O (c.c),haddi aşan kullarına Rahman sıfatı gereğince ceza vermekte acele etmiyor; hem zalimlere son nefeslerine kadar tövbe imkanı sunuyor; hem de zalimlerin eliyle iman iddiasında olanların sadakatlerini sınıyor.
Peki ne yapmalıyız?
Kulluğun şanıyla elimizden geleni yaparak; Hacer Anne misali gayret edecek, İsmail Nebi gibi karşımıza çıkan bıçakları Hakk’tan gelen bir sınama vesilesi bilecek, dedemiz İbrahim Aleyhisselam gibi ateşlere atılırken bile O’nun dışında başka bir aracıya ihtiyaç duymayacak, Nuh Aleyhisselam gibi imanın hakkını vererek karaya gemi yapıp Rabbimizin suyu göndereceğine inanacak ve huzura çıktığımızda nelerden sorguya çekileceksek onları tastamam yapmak için uğraşacağız.
Zira biz, iyiliği ve güzelliği emredip kötülükten nehyetmesi gereken nübüvvetin varisleri olduğumuz gibi ahlakının da varis olmak ve güven adası olmak zorundayız.
Ez cümle…Külfetsiz nimetin olamayacağı gibi, külfetlerin nimetlere vesile olabileceği bilinciyle; hayrı şerre, şerri hayra tebdil edebilecek olana bağlanarak, her şartta O’na ve muradına boyun eğmek gerekiyor.
Geliş madem O’ndan idi, dönüş de mutlak O’nadır.Bu, belki bugün belki yarın olacaktır ama bunun vaktini de şeklini de yine O (c.c.) belirleyecektir.Yeter ki başa gelenleri hakkıyle karşılayabilelim.
Unutmamalıyız ki…
Kul, merhametle donandıkça kendi iç sesinden başlayarak sesini iletebildiği tüm vicdanları ayağa kaldırır; vicdan ise Rabbin sesi olarak kalbi harekete geçirip insanları iyilikler yapmaya, dertleri paylaşmaya; düşmüşe el, yoksula umut, kimsesize kes olmaya yönlendirir.Tevhidi layığınca hissedip bu şuurla yaşamını idame ettirdikçe de, O’nun (sav) işaret ettiği ahlâktan biraz daha nasiplenerek böylesi bir ahlak ve ilimle yeni baştan içine hicret ederek ‘Rabbin halifesi’ sıfatıyla yeryüzü işlerine vekalet eder.
Böylesi bir şuurdan nasiplenmiş insan, dünyayı Rabb edinmiş zalimlere boyun eğer mi?
Ve bitirelim;
Zalimlerin bir parmak acı bal için nice kovan parçaladıklarını gördüğüm günden beri bütün vaktim bilmenin ve sorumlu olmanın insana ne büyük mesuliyet yüklediğini ve bu durumun insanı tahammülü zor hallere sürüklediğini düşünmekle geçti.Bugün anlıyorum ki bilmek ağır, sorumluluk yük ve herşeyin farkında olarak yaşamaya tahammül göstermek de gerçekten çok ama çok zormuş. Bu yüzden de isyankâr nefse karşı tedbirli olmayı ihmal etmemek adına ardına kadar açılan aklımın kapısı bir türlü kapanmıyor.
Biliyorum ki denizler, dalgalanmadan durulmaz.Tüm uğraşlarının karşılığı için “Rabbimin katındadır” diyebilen kul buradaki ve ahiretteki beklentilerini geride bırakır. O, her türlü menfaatten uzaklaştıkça acizliğinin ve rahmete muhtaçlığının farkına varır. Terk ettiği her varın ardınca da Rahman ona daha güzelini ihsan buyurur ve bu son nefesine kadar devam eder.
Belki de bu yüzden dünyayı terk etmek nefsin işi, ahireti terk etmek ise kalbin meşgalesidir.
Allah, bizleri her daim uyanık olanlardan kılsın.
Tüm zerrelerimizle iman ederiz ki herşeyin sahibi olan, aynı zamanda herşeyin şahididir de.
Biz zaferden değil seferden sorumluyuz.Menzile varıp varamadığımızdan daha mühim olanı, yürüyüş şeklimizin Rabbimizin rızasına karşılık gelmesidir.