ZİHİNSEL KÖLELİK
Politik, dini veya ideolojik gibi görünen bütün çözümsüzlüklerimizin temelinde ahlâki zaaflarımız var. Bu zaaflar istisnasız her kesime, her kuruma, her gruba bulaşmış ve yazık ki normalleşmiş durumda.
Şehvet ve cinsellik, öfke ve saldırganlık, tüketim ve israf, şöhret ve narsisizm…
Yaşadığınız çağı tarif edin deseler, sanırım bunlar öncelikli olarak gelir aklıma. Zira göğsünden süt emdiğimiz çağ, bu çürük ve temelsiz sütunlar üzerine kurulu artık.
Temel bu olunca da niyet, zihin ve kalp okuma; rövanşist duygularla var olma; ötekinin acısı üzerinde tepinme; her soruna (kendimizden bağımsız) günah keçisi arama; yanlışı yapana göre yorumlama; hatadan münezzeh ruh halimizle her koşulda başkasını eleştirme ve başkasının yürek acısıyla ısınma şeklinde sıralayıp listelerce uzatabileceğimiz zaaf ve yanlışlıklarımız da toplumsal bazı hastalıklar olarak göze çarpıyor.
Bu öne çıkan hastalıklarla yaşlı dünyamız da kolektif kibrimizin, kitlesel kayıtsızlığımızın, ölçüsüz tutumlarımızın, düşüncesiz kararlarımızın ve salgın gibi yayılan narsisizmimizin cezasını çekiyor ve görünen o ki çekmeye de devam edecek.
Yani aslında politik, dini veya ideolojik gibi görünen bütün çözümsüzlüklerimizin temelinde ahlâki zaaflarımız var. Bu zaaflar istisnasız her kesime, her kuruma, her gruba bulaşmış ve yazık ki normalleşmiş durumda. Bunların yoğunluğu arttıkça da; etiket ve kılıflar bulup artık zayıflayan iradelerimiz, derinliğini yitirdiğimiz anlamlarımız, şart ve beklenti libasına bürüdüğümüz sevgimiz, tahammül azlığımız, güven eskikliğimiz ve nihayetinde merhamet yorgunluğumuzla kavga edecek, ayrışacak sebepler bulmak zor olmuyor.
Zira melankolik tembelliğimiz ve tüketen yoğunluğumuzun arasındaki dengeyi bularak bu zaafları keşfedebilme farkındalığını elde ettiğinizde bizi nefes almadan koşturan ve tüketen şeylerin gerçek ihtiyaçlarımız olmadığı; beyinlerimizden sarkan önceliklerimizin yaşam enerjimizi yok yere tüketen “türetilmiş ihtiyaçlar, tüketen ihtiraslar, esir edici tutkular, maliyetli zevkler, statü endişesi ve başkaları ne der” takıntısı olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz.
Oysa ki, üzerinde tepindiğimiz manevi miras objektif bir gözle değerlendirildiğinde anlaşılıyor ki ceddimiz sadece tarih yapmakla kalmamış; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenmesini sağlayarak sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşanabileceğini tüm dünyaya asırlar boyunca göstermiş.
Kanımca, gözle görülmeyen ufacık bir virüsün, insanları birbirinden uzaklaştırıp sosyal hayatı altüst ederek olanca tarih tecrübesine rağmen bu çağın insanını virüs, çaresizlik, hastalık, karantina, işsizlik, yalnızlık, kıtlık ve ölüm gibi kadim korkuların kucağına ittiği günümüzde; inşa ettiği muazzam gönül coğrafyası ile bin yılı aşkın bir süre dimdik ayakta kalan, birleştiren, evrensel bir dünya düzeni kurulmasını mümkün kılan irfan mayası ve çile tecrübesiyle yoğrulmuş anlayışın nasıl kaybolduğunu sorgulamanın bence tam zamanıdır.
Bu nedenle de kendinde bu sorgulama gücünü bulan ve kendini bu manevi dinamiklere ait hisseden kesimin bireysel konfor alanlarından çıkarak; soyut medeniyet analizlerini, otantik kafe söyleşilerini; hamasi,romantik şiir ve sloganları, gençliği uzaktan eleştirmeyi bir kenara bırakıp; kendi ruh köklerimizden yola çıkarak insanlığın temel varoluşsal felâketlerini anlamak, anlamlandırmak ve çıkış yolları üzerinde kafa patlatmak konusuna acilen eğilmeleri gerektiği kanaatindeyim.
Çünkü yedisinden yetmişine farkında olduğumuz halde üzerini örterek görmek istemesek de, tüketim çılgınlığı peşinde koşturan; kariyerizm ve paraya tapan, egoizmin pençesinde kıvranan; medya, sanal dünya, film, futbol gibi neredeyse hayatın bütün alanlarını şekillendiren mecralarda hız, haz ve ayartı peşinde koşturan, duyarlıklarını yitirmiş, dünyanın sorunlarına yabancılaşmış, düşünme melekeleri dumura uğramış, sorumluluk bilinci sıfırlanmış, bu mümbit coğrafyanın bin yıllık medeniyet birikimine aidiyet ve mensubiyet biçimleri yerle bir olmuş, bir an önce kapağı Avrupa’ya, Amerika’ya atmak için kurulmuş, kurgulanmış, beyni yıkanmış, kusur bulmayı ve bunu seviyesiz bir mizah denemesiyle gürültülü şekilde ilan etmeyi zeka belirtisi zanneden bir yokoluş kuşağı ile hızla tükeniyor ve aynı hızla da tüketiyoruz.
Bu tükenişin farkında olan nasipli bir azınlık ise enformasyon sağanağı altında sırılsıklam olsa ve kaygan zeminlerde sürekli patinaj yapsa da siyaseti, parayı, dünyayı hizaya getirecek sahiciliğe, samimiyete, fedakârlığa, çileye, umuda ve ufka sahip; bu mümbit coğrafyaya yeni Gazâlîler, Rabbânîler, İbni Arabîler, Yunus’lar, Rumi’ler, Itrîler, Sinan’lar, Şeyh Galipler, Abdülhamidler yetiştirmek için yola koyacak; her tür saldırıya karşı hakikate bağlayacak, dimdik ayakta tutacak, hayata ve birbirimize tutunmamızı sağlayacak muhkem bir yer, bir tutamak, bir kaynak arayışı içinde.
Zira ikinci sanayi devrimiyle birlikte tohumları atılan egoizm, kariyerizm ve bireyselleşme; meyvelerini vermeye başladıkça ayağımızı basacağımız zemin kalmadı.
Çıkış noktasına geçmeden önce yaklaşık iki buçuk asır önce eksenini kaybeden ve ikinci sanayi devrimiyle birlikte yazık ki yörüngesini de yitiren manevi mirasımızın nasıl bu hale geldiği konusunda bir iki satır da olsa bakış açımı arz etmek istiyorum;
İnsanlık dünyası son iki yüz elli yılını (ki bence bu işin miladı Amerika’nın kuruluşuna denk geliyor) araçsal akılcılık temelinde gerçekleştirilen, sömürgeci-ırkçı bir uygarlığın, sömürgeci ve ırkçı evrenselliğin, ideolojik diktatörlüğü altında geçirdi ve elde ettiği bilgi sayesinde insanı dışlayarak gücü kutsayan zihin; güç kaynaklı ideolojiler, sömürgeci içeriklerle evrensel yalanları meşrulaştırdı.
Meşrulaşan yalanların üzerine bina edilen yorum tekelleriyle (özellikle de bizim gibi köküne bağlı manevi zenginliği olan) batı dışı tüm halk ve toplumlar “bilgi” sayesinde elde edilen güç ile entelektüel,kültürel ve siyasal anlamda sessizleştirilerek edilgen hale getirildi.
Bu edilgenliğin sebep olduğu düşünsel yoksunluk merkezde olması gereken insanı “özne” olmaktan çıkardı ve otoriter bir “gelenek” algısı ortaya kondu. Ancak yönünü “sabitlenmiş” kodlara çeviren bu algı; evrensel, toplumsal, siyasal ve entelektüel sorunlara yabancılaşmayı beraberinde getirdi ve kitleler “manevi sorunlar” etrafında yoğunlaşmaya başladı.
Bilgiye açılan kapı teknolojik erklerin de desteklemesi ile bir enformasyon çılgınlığı içinde zihinsel bir köleliğe dönüştü ve odak noktası haline getirilen manevi sorunlar, “kirli bilgi” deryasında her türlü istismara açık hale geldi.
“Zihinsel kölelik” nitelendirmesine bazı okuyucularım kızsa da insanlığın başına bela edilen coronavirüs küresel sağlık krizi sırasında yeni elektronik dünyanın, dijital bilgi ağlarının ve teknobilimin otoritesinin hemen her alanda belirleyici hale geldiği gün gibi ortada.
İnternet iktidarının ortaya koyduğu otorite ile kazandığı “zihinsel köleliğimiz” arttıkça ‘araçsal aklımız’ ahlâki aklımızın önüne geçti ve bu sayede de göreceli hale gelen “ahlâk” kavramı iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın arasındaki belirleyici sınırları belirsiz hale getirerek bütün kötülükleri normalleştirildi.
Bakın bugün (başta yaşadığımız toplum olmak üzere) tüm dünyaya;
Hamaset, propaganda, yanlış bilinç yoluyla bireysellikleri yok edilen, düşünemez, sorgulayamaz hale getirilen, kişilikleri etkisizleştirilen kitleler, pragmatizmin evrenselleştirildiği, dijital değişim ve dönüşümün belirleyici hale geldiği bir dünyada, istenilen zamanda istenilen doğrultuda kolaylıkla manipüle edilebiliyor artık.
“Bilgi”yi kutsayıp her tür şiddeti sıradanlaştırarak gelişen; maddi araç ve zenginliklerin kurduğu maddiyat uygarlığı, toplumsal kesimler arasında karşılıklı müşavere, müzakere, muhakeme ve müsamahayı imkansız hale getirmedi ve bu sayede de toplumda salt çıkara dayalı güdülü tercihler, güdülü duruşlar, güdülü yorumlar belirleyici hale gelmedi mi?
Kabul edelim veya etmeyelim haçlı seferleri ile bozguna uğratılan düşünce ve kültür hayatımız bu defa hamaset,popülizm ve propaganda söylemi karşısında benzer bir bozgun yaşıyor ve yukarıdan aşağıya “bilgi” iktidarı ile dayatılan Batı modelini mekanik bir biçimde ithal ettiğimiz günden bu yana, manevi dinamiklerimizi ancak duygusal anlamda temsil edebiliyor, melankolik bağlılıklarla sürdürebiliyoruz. Zira olanla bütünleştiğimiz için, olması gerekene yabancılaştık, olması gerekenin nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyoruz.
Bu nedenledir ki sevgi,kardeşlik,merhamet,ahlâk gibi manevi önceliklerin yerini gündelik öncelikler, gündelik tercihler, gündelik temsiller yani “peşin” olanlar aldı.
Enformasyon sağanağı altında zihin dünyası sistematik bir şekilde kontrol altında tutulan ve bu nedenle bilinç mücadelesine yabancılaşan, yabancılaştırılan; gündelik özgürlüklere, gündelik önceliklerin özgürlüğüne ikna olan bir toplum, varoluşsal özgürlüğü gündemine alabilir mi? Pek tabi ki hayır!
Çıkış noktamız ne peki? Hep söylediğim gibi önceliğimiz bireysel farkındalığı sağlamak.
Zira bin yılların kadim bir anlayışıdır; hakikate talip olan, bilgeliğe erişmek isteyen, toplumun ıslahına çalışan ve iyiliği yaymak isteyen kişinin önce kendini bilmesi ve önce kendi nefsini ıslah etmesi gerekir. Çünkü nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.
Bundan sonraki adıminsanlığın yükünü omuzlarında taşıma, mazlumların umutlarını boşa çıkarmama mesuliyetiyle nefes alıp veren makam-mevki, şan-şöhret, para-pul peşinde koşturmayan, yalnızca hedefe kilitlenen, milli ve manevi bilinci güçlü, entelektüel ufku geniş irfan orduları kurmak olmalı.
Dünyayı, dünyanın ayartıcı ve geçici nimetlerini elinin tersiyle iten, bedel ödemekten çekinmeyen, fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken çilekeş bu hakikat erleriyle geleceği inşa edecek, özgüveni yüksek ama tevazu sahibi, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, dünyanın geçici nimetlerini elinin tersiyle iten, hakikatin insanlığın önünü açacak kalıcı lezzetlerini insanlığa sunmak için nefes alıp veren, insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı şuuruyla gecesini gündüze, gündüzünü geceye çevirmekten bir an olsun tereddüt etmeyen, yükünün de yükümlülüğünün de farkında önümüzü açacak gençleri yetiştirmeye odaklanmalıyız.
Ancak o zaman aşılamaz sanılan bütün engeller teker teker aşılır; açılamaz sanılan bütün kapılar birer birer açılır ve Rahmân, ancak ondan sonra rahmetiyle muamele ederek vefakâr, fedakâr ve cefakâr hakikat erlerine kol kanat gerer!
Bunu başaramadığımız taktirde emin olun ki, kendi masum varlık alanlarımız bize yetmeyeceği gibi varlığımızın akıl ölçeğinde bir ağırlığı, anlam frekansında bir izahı da olmayacak. Daha çok olabilmek için başkalarının yokluğuna umut bağlar hale geleceğiz ama, bu koşulsuz tükenişin kazanan tarafı asla biz olmayacağız.