AHLÂKIN KAYNAĞI DİN DEĞİL BİLİNÇTİR

AHLÂKIN KAYNAĞI DİN DEĞİL BİLİNÇTİR

Söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı ki, yapacağımız köklü teşhis ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlil ve tasvirlerin, derinlikli tarif ve tekliflerin bir karşılığı olsun.

Gençlerimiz ve dolayısıyla geleceğimiz hakkında fazlasıyla kaygılandığımız bir çağdan geçiyoruz. Gençlerin yetişkinlerin dünyasına çok erken sokuldukları ve ticari çıkarlara dayalı medya endüstrisinden çok fazla etkilendiklerine dair hepimiz şikayet halindeyiz. Gencin asli fıtratını yetişkinlerde olduğu gibi bir tüketici kimliğine indirgeyen bu değişimin gençlerimizde yoğun bir kriz duygusuna yol açtığı, bu krizin bir değişimden çok bir çözünme ve yok olmayı ima eden bu şikayetlerimizde günümüz “paranoyak anne babalığının”şikayet kültürü üzerine temellenen ‘söz dinlemez ve tehlikeli’imgesi; gençlerin yaşadığı yapısal ve maddi gerçekleri gizleyen ve sürekli onları suçlayan bir işlev görüyor. Gençlerle ilgili korkular çoğaldıkça bu bir “ahlaki panik” halini alıyor ve bu da beraberinde bir ‘felaket tellalığı”nı beraberinde getiriyor.

Peki gençler suçlu mu, hep beraber bakalım;

Mevcut Tablomuz

Üniversitelerde okuyan 7 milyon beş yüz bini gencimizi de dahil ettiğimizde öğrenci nüfusumuz 25 milyon gibi bir rakama ulaşarak ülke nüfusumuzun yüzde otuzluk bir dilimine tekabül ediyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2018-2019 Eğitim Öğretim yılı başında yayınlamış olduğu istatistiklere baktığımızda toplam nüfusları öğrenci sayımızın altında kalan ülkeler arasında 5,5 milyon nüfuslu Finlandiya ve Danimarka’nın yanı sıra 7 milyon nüfuslu Bulgaristan’dan 10 milyon nüfuslu Azerbaycan’a, 25 milyon nüfuslu Avustralya’dan, 18 milyon nüfuslu Şili’ye ve 25 milyon nüfuslu Kamerun’a kadar 5 kıtadan 143 ülke yer alıyor.

Toplam nüfusları öğrenci sayımızın altında kalan ülkeler arasında 5 kıtadan 143 ülke yer alıyor.

Okul öncesi, ilköğretim ve lise düzeyinde eğitim gören 17 milyon 749 bin öğrenci sayımız Avrupa’nın önemli ülkelerinden Hollanda’nın 17 milyonluk nüfusunun üzerinde seyrediyor. 10 milyon nüfusu ile Portekiz ve İsveç, sadece ilköğretim düzeyinde eğitim alan öğrencilerimizin sayısının bile gerisinde. Yaklaşık 5,5 milyon nüfuslu Norveç, sadece lise düzeyinde öğrenim gören 5 milyon 535 bin öğrenci sayımıza yetişemediği gibi okul öncesi eğitimdeki 1 milyon 511 bin öğrenci sayımız, Estonya’nın 1 milyon 300 binlik nüfusunun bile üzerinde. 7 milyon 560 bin üniversite öğrencimiz ile 7 milyon nüfuslu Bulgaristan’ın yanı sıra 6,5 milyon nüfuslu Afrika ülkesi Libya, 6 milyon nüfuslu Asya ülkesi Lübnan gibi pek çok ülkeyi de geride bırakmış durumdayız.

Gayem sizi rakamlara boğmak değil. Sadece elimizdeki mevcut dinamizme işaret etmeye çalışıyorum. Zira sahip olduğumuz genç nüfus gelecek adına müthiş bir heyecan yaratıyor. Oldukça kalabalık ama bir o kadar zeki, sorgulayan ve dinamik yeni bir jenerasyon hızla geliyor çünkü.

Ama bu jenerasyon yeni jenerasyon manevi dinamiklerimiz ile anne ve babalarından daha az temas kurdular; hatta yeni neslin bir kısmı tamamen temassız. Rüzgârda savrulan yaprak gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin, kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu içinde oradan oraya sürükleniyor.

Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışarak kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyorken geleceğimizin sesi çocuklarımızı bu hengâmede kaybediyor; sessiz çığlıklarını bu koca kalabalık içinde duymuyoruz.

Teknoloji dünyası, yenilik yarışında başarılı oldukça bizler yeniden ‘tüketmeye’ teşvik ediliyor; artık birer kurumsal yapı haline gelen bu yapıların sayısı arttıkça da her şeyimizi tüketmek, bir yaşam tarzı halini almaya başlıyor hepimizde. Bu nedenle adını ‘modern’ koyduğumuz çağımızda her birimiz neredeyse programlanmış tüketiciler hükmündeyiz artık ve bu hırsımız sahip olduklarımızı yazık ki görmemizi engelliyor.

Hız, haz ve ayartının kölesi olmayı özgürlük sanarak huzur ve dinginliği film, müzik, spor, finans, medya endüstrisinin zihni körleştiren, beyni felçleştiren ve ruhu çölleştiren pornografisine kaçmakta buluyoruz artık!

Bakış açımızı daraltıp, tüketme hırsımız arttıkça da hayata değmeden yaşamaya, dönüştürmeye, tepeden hayat tarzları dayatmaya, çocuklarımızı“adam” etmeye çalışıyor; dünya tarihini şekillendiren manevi dinamiklerimizi, mümbit coğrafyamızın ana vatanı olduğu medeniyet iddiamızı atlayarak köklerimizden uzak göklere yükselme sancısıyla kıvranıyor, köksüz ağacın meyve vereceği hayaliyle ömür tüketiyoruz. Üstelik ardımızda sayısı milyonları bulan ve kaderlerine terk ettiğimiz “kayıp nesiller” bırakarak.  

Bu yüzden olsa gerek ki takdirlik karakterler yerine takdirlik karneler daha çok çekiyor ilgimizi.

Evet, sahiplik arzumuzun “sorumluluk ihmaline” nasıl dönüştüğüne dair fikir üreten çok ama çözüm üretip bu çocukları yüreğinden yakalayacak, seslerine kulak verecek, frekanslarına uyacak adımları nedense bir türlü atamıyoruz.

Farkında değiliz ama dün bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan, bin yıla yakın bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan değerlerimizin tümünü ‘suda pişen kurbağa misali’ ama farkındalıkla ama farkında olmadan adım adım yitirerek kendimiz ve gençlerimizle kavgalı hale geldik.

Kalbimizi istila eden değerler yaşam biçimimiz haline geldikçe; elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve herkesin kalbinin rengini kustuğu sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya.

Bu yüzden de yetimin mahsunluğuna yüzümüzü döndük; mazlumun gözyaşı içimizi kanatmadı. Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane kaldı. Üzerine güneş doğmayan, gönlü dualı yüreği insanlık adına yaralı ecdadımıza inat; Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykumuzu erteleyip  gecenin bir yarısı ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar etmeyi unuttuk. Gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları gördüğümüz halde mükellef sofralarımızda yemekler boğazımıza takılmadı.

Sonra “eyvah biz bitiyoruz” dedi birileri.

Bu sesle birlikte toplumdaki ahlaki çöküntüyü, yozlaşmayı, adaletsizliği, liyakatsizliği, bilginin şehvetinde kaybolan idraksizliğimizi dinsel terminoloji ile çözebileceğimiz inancını dirilttik.  “Dindar nesil” yetiştirme sanrısıyla hareket ederek asıl terbiyenin kal ile değil hal ile olacağını unutup, söylemlerimizin eylemlerimizi yalanladığını görmedik bile.

Londra’da yaşayan bir vatandaş anlatıyor;

“Kiracı olarak kaldığım evin karşısında bir huzurevi vardı. Huzurevinde yaşayan çok yaşlı bir kadının her gün ikindi vakti elinde bir poşetle yaklaşık 2 km lik caddede bulunan çöpleri toplayıp çöp kutusuna attığını gördüğümde içim acımıştı. Bu yaşta, yürümekte bile zorlanan bir kadın hayatta kalmak için her gün çöp toplamaya çalışıyor ve ekmek parası uğruna bu eziyete katlanıyordu. Bir gün bu kadınla tanışmak istedim ve bu durumu huzurevi müdürüne anlatıp kendisinden izin istedim. Kısa bir süre sonra bu fırsatı yakalayarak kadınla tanışma fırsatı bulduğumda hergün çöp toplamaktan ne kadar para kazandığını, kazandığı parayı benim kendisine vereceğimi, bu tablonun beni rahatsız ettiğini söyledim. Yaşlı kadın, emekli bir tıp doktoru olduğunu, paraya ihtiyacı olmadığını, aksine maddi durumunun gayet yerinde olduğunu, çöp toplama işini para karşılığı değil, kendisini okutup yetiştiren İngiliz toplumuna karşı bir sorumluluk taşıdığı için yaptığını söylediğinde boğazım düğümlendi ve hiçbir şey söylemedim.”

Ne hissettiniz? Biz böyle vatandaşlar yetiştirebiliyor muyuz dersiniz?

Rakamlar dünyasına bakalım;

Optimar araştırma şirketinin 7-14 Mayıs 2019 tarihleri arasında yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ülkemizde kendini Müslüman olarak tanımlayanların oranı yüzde 89.5. Bu oranı dikkat çekici kılan ise aynı şirketin 2 yıl önce yaptığı araştırmada bu oranın yaklaşık yüzde 96 civarında olması. Yani 2 yıl içerisinde toplumun bir kesiminde dine karşı ciddi mesafe oluşmuş.

Peki, niçin sizce?

Üçüncü bir örnek…

ABD’deki İslamilik Vakfı tarafından her yıl, hangi ülkenin İslam’a daha uygun olduğunu gösteren bir endeks yayınlanıyor. Geçtiğimiz günlerde açıklanan endekse göre ilk 45 ülke arasında tek bir Müslüman ülke yok. Türkiye ise 153 ülke arasında 95’inci sırada. Listenin başında Yeni Zelanda ve İsveç gibi farklı dine mensup insanların yaşadığı ülkeler var.

Hal buyken bu ülkelere bakıp “esasında sahip olduğumuz değerler çok güzel ama biz uygulayamıyoruz” demek yani dürüstlük, eşitlik, adalet, saygınlık, nezaket, ahlak gibi evrensel değerlerin salt din kaynaklı olduğunu zannedenlere üç soru sormak istiyorum;

Eğer tüm bu değerler din kaynaklı ise dünya geneli bu veriler nasıl ortaya çıkıyor?

Müslüman olmayan ülkelerde bu evrensel değerler nasıl işliyor?

Onlarca Müslüman ülke arasında  işleri yoluna koymuş, sağlıklı yaşam kurmuş, adaleti tesis etmiş, refahını yükseltmiş, toplumsal barışını sağlamış tek ülke neden yok?

Benim bu konudaki cevabım net aslında.

Bundan tam bin yıl önce “ahlâkın kaynağı din değil bilinçtir” diyor Farabi.

Dolayısıyla yapmamız gereken şey bilinç uyandırmak ve dinsel inancı, emredenin de emrettiği gibi kişinin bireysel tercihine bırakmak olmalıdır.

Bu yüzden de naçizane kanaatim dindarlık toplumsal hayatta da kamusal alanda da bir ölçü olmaktan çıkarılmadığı ve “insan kalma mücadelesi” öne alınmadığı, insanı insan yapan “vicdan” ön plana çıkarılmadığı sürece bu kısır döngü devam edecektir.

Çünkü günümüzde paçalarından din akan ama hayata değemeyen, hayatın derinliklerine inemeyen; hayatı yeme, içme, üreme ve uyumadan ibaret görerek hayatın sığ sularında gezinen insanlar,  hayatı değil kütlelere dönüşen kitleler halinde çağın ördüğü ağları yaşıyor ve bu ağlara hapsolmayı “yaşamak” sanıyor. Böylelikle de hayattan, hayatın koku ve dokusundan uzaklaşıyor, hakikatle buluşma ve onunla temas kurma yollarını kaybediyor; gören körlerden, duyan sağırlardan, vicdanı örtülenlerden, kalpleri mühürlenenlerden oluyor.

Peki, “madem din kaynaklı değildi, ecdadımız bin yıl boyunca dünya tarihine nasıl yön verdi?” sorusu gelebilir akla bu noktada.

Evet, sadece tarihe yön vermekle kalmadılar; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koydular. Aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan ettiler insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, feragat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadim değerleri ceddimiz hayata geçirdi.

Yetinmediler; batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini onlar armağan etti insanlığa. Sulhun, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin çocukları olarak insanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocuklarıydı çünkü onlar.

Öyleyse bugün yapmamız gereken şey yaşadığımızı sandığımız dini bir paye olarak değil tıpkı onlar gibi bir ödev olarak görmeli; hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak ‘yer’imizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.  

Çünkü, bu tablo “sorumluluklarımızın ihmali” sınav yorgunu takdirlik karnelerle değil, insan olabilmenin farkındalığını yakalamış takdirlik karakterlerle giderilebilir. Bu tabloyu yeniden her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adalet ve hakkaniyetin yaşam biçimi olacağı, herkes için güven adası olmayı sunabilecek bir dirilikle inşa edebilir; işte o gün Rabbin teklifi olan dinsel terminolojinin işaret ettiği “insan olma” şerefine nail olabilir ve dünyaya bin yıl hükmeden ceddinizin ruhunu şad edebilirsiniz.

Yani sonuç olarak; söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı ki, yapacağımız köklü teşhis ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlil ve tasvirlerin, derinlikli tarif ve tekliflerin bir karşılığı olsun. 

Peki bu nasıl olacak?

Şimdi en başa dönelim.

Yaklaşık 25 milyon gencimize neden “bizi biz yapan” milli ve manevi dinamiklerimizi aşılayamadık ve her fırsatta “gençlik elden gidiyor!” vaveylası koparıyoruz;

Bugün çocuklarımız ve gençlerimiz gözlendikleri ve kontrol edildikleri sürece toplum yaşantısına uygun, ahlaki değerlerimizle eşdeğer uygun davranışlar sergilerken; kontrol edilmedikleri veya kontrolü mümkün olmayan ortamlarda neden etik dışı davranışlar sergileyebiliyor. Bu durumda mevcut eğitim sistemimiz, aile yapımız ve ısrarla oluşturmaya çalıştığımız kalıplaşmış insan yapısı neden bunda etkili olmuyor, olamıyor?

Kuralların, ahlaki ilkelerin başkasından korkulduğu veya ceza alma korkusu baskın olduğu için değil, gerekli olduğu için uyulması gereken bir zorunluluk olduğunu, empati yapmanın gerekliliğini ve bu değerlerin içselleştirilmesi gerektiğini neden aktaramadık?

Çünkü bizim en büyük yanlışımız, ailede başlaması gereken değerler eğitimini sadece başka kurumlardan bekliyor olmamız.

Farkında olalım artık! Daha düne kadar mutlu, huzurlu,paylaşımcı insanlar toplumu iken çok özendiğimiz ve her birinden azar azar aldığımız “batı eğitim sistemi” ile, onların kendini yok etme serüvenini hiçe sayarak aynı akıbeti bir gelişmişlik karinesi olarak gören, çok bilen “cahiller” topluluğuna; aşksız, sevgisiz, edep ve hâyâ yoksunu insan sürüsüne dönüşüverdik. Herkes bir başkasının sağırı; kendisine benzemeyenin körü haline geldi.

“Neden?” sorusuna verilecek cevaplar çok olsa da; ben kendimi bir parça olsun gençlerin yerine koyup cevaplamak istiyorum bu soruyu;

Kendi sahasının dışında hiçbir şey bilmemeyi meziyet zanneden akademisyenlerimiz, bir sonraki sınavdan kaç alacağının endişesi içinde ömrünün en güzel yıllarını hebâ ettiği için hayatın kendisinden bîhaber ömrünün ortasına gelen öğrencilerimiz, nasılsa matematik öğreteceği için bilmeye ihtiyaç hissetmediği dîvân şiirinin üç büyük ismini peş peşe sıralayabilmekten mahrum öğretmenlerimiz yok mu?

İlkokul yılları boyunca ödev yapmaktan oyun oynamaya fırsat bulamayan evlâdlarımız, ortaokul ve lise seviyesine geldikçe adı her geçen gün değişip, sayıları sürekli artan o meş’um sınavlarda bir soru daha fazla yapabilmek için biteviye test çözmekten, açıp birkaç kitap okumaya fırsat bulabiliyorlar mı?

Bu anlamsız ve bütün bir çocukluğa kast eden maratonun akabinde bir üniversite kazanılıyor, orada başarılı olabilmek için öncekinden çok daha fazla çalışmak gerekiyor ve iş bulmaya yaramayacak bir diploma uğruna, cânım gençlik yılları heder ediliyor mu?

Âşık olduğu kıza okumak için lâzım olan şiirden fazlasını bilmeyen tarihçi, sınavı geçmek için gerekenin ötesinde tarih bilgisi olmayan doktor; dini kültür, ahlâkı bilgi zanneden ve onları da kopya kâğıtlarıyla mâziye gömen mühendis; şartlar icap etmedikçe mâzisini merak etmeyen bürokrat; okuma yazma bilmeyen çobanların gözyaşlı ibadetlerinin aşk ve zevkinden mahrum ilahiyatçı; Google’dan aparılan mâlûmatla başımızdan aşağı ukalâlık boca eden aydın; hülasa medeniyetimizin estetik, zarafet ve muhabbetinden zerre nasibi olmayan bizden habersiz bir dolu “biz” yetişmiyor mu?

Kitabı televizyonla, misafirliği avm gezmesiyle, sohbeti akıllı telefonlarla, bilgiyi mâlûmatla, kültürü zevzeklikle, insan olmayı meslek sahibi olmakla takas ettiğimiz günden beri, bu günah gençlerin mi bizim mi ?

Bir tık daha ilerleyelim;

Kırmızı ışıkta geçen araç sürücüsünün, çok kazanma hırsına yaptığı inşaattan demir ve çimento çalabilen müteahhidin, mal satabilmek için türlü yeminler ve yalanlar üretebilen esnafın, çay içmek isteyen müşterilerine boya katarak çayını renklendiren çaycının, sokak ortasında kalabalıklar içerisinde dahi ağzının dolusu cadde ortasına tükürebilen insanların, yapılan maçlarda şike iddialarına bulaşan futbolcu ve hakemlerin, reyting uğruna insan onurunu hiçe sayarak yalan haber yapabilen gazetecilerin, müşterisinden daha fazla para almak için kısa yol yerine uzun yolu tercih eden taksicinin, organik olmadığı halde insanların doğallık duygularını suistimal ederek piyasanın üç katı fiyatına domates satabilen pazarcı ve manavın, kadavradaki altın dişi sökerek rant elde etmeyi düşünebilecek kadar ruhsuzlaşmış mezar hırsızlarının, ebeveynlerinin servetine konabilmek için gözünü kırpmadan onları kesebilen çocukların olduğu bir toplumda siz genç olsanız ne yaparsınız?

Tüketme hırsımız arttıkça birbirimizi görmemek, anlamamak, duymamak için; önyargılarımızdan, ön kabullerimizden, egolarımızdan, aidiyetlerimizden, zaaflarımızdan, ideolojilerimizden, anlama biçimlerimizden, yorum farklılıklarımızdan, ırkımızdan, cinsiyetimizden, kibrimizden, ezberlerimizden, statümüzden, şehrimizden, muhitimizden ve daha bilmem nelerimizin hepsinden birden duvarlar örmedik mi?

İç içe geçmiş, birbirini bazen örten, sıklıkla tahkim eden ama hep sinsice saklayan milyonlarca görünmez duvarın ardından işitmeye,görmeye ve anlamaya çalışmıyor muyuz birbirimizi?

İçinize şu yazıyla olsun ‘hicret’ edin ve düşünün ne olur;

İnsanla insanın arasında ördüğümüz bu duvarlar, Doğu’yla Batı’nın, zenginle fakirin, sağcıyla solcunun, kadınla erkeğin, yaşlıyla gencin, o şehirle bu şehrin, o partiye oy verenle bu partiye oy verenin, o takımı tutanla bu takımı tutanın, dini öyle anlayanla böyle yorumlayanın, o yazarı sevenle bu şairi sevenin, yürüyenle koşanın, oturanla ayakta duranın, kıyam edenle secde edenin arasında değil mi?

Bu duvarların başkasına bakan tarafları ne kadar sağlam ve kasvetli tuğlalarla örülmüşse, bize bakan tarafı da o kadar ışıltılı ve narin aynalarla bezenmiş durumda üstelik.

Duvarın öbür yanını görmek ister gibi yapıyoruz ama elimiz saçlarımızda, gözümüz aynada.  Duvarın ardındakini işitmek ister gibi yapıyoruz ama elimizde bir bez, aynanın lekeleriyle meşgulüz.  Anlamak ister gibi yapıyoruz duvarın ardındakini ama aynadaki suretimizin sarhoşuyken ne mümkün.

Duvarın öbür tarafı da bizden farklı değil üstelik. Orada da manzara aynı. Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir mekânda toplanmış ve aynı anlaşmaya bilmeden imza atmış gibiyiz.

Zira; yaşadığımızdan, bildiğimizden, gördüğümüzden, ezberimizden, zanlarımızdan, zaaflarımızdan bir mevzi yaptık kendimize. Eşyayı ve insanı oradan seyredip var olanın bizim gördüğümüz gibi olduğunu ve tümünün gördüğümüzden ibaret olduğunu iddia ediyoruz. Böyle yapmakla hem mevzunun diğer cihetlerine kendimizi kör ediyor; hem de aynı tabloyu bir başka yerden seyredip farklı bir şey gören kimseleri bilmemekle, görmemekle, anlamamakla itham ediyoruz.

Kendimizden, ‘ben’imizden bir dünya yaptık kendimize, istiyoruz ki her şey onun etrafında dönsün ve hatta zannediyoruz ki her şey onun etrafında dönüyor.

Bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi yok, yolumuzdan gayrı yol yok, derdimizden başka dert yok.

Bu kadar anlamsız ‘yok’un arasında muhabbet nasıl ve niçin var olacak? O da yok.  Muhabbet olmayınca, birlik beraberlik yok, anlayış yok, insaf yok, iyi niyet yok, tahammül yok, müsamaha yok, empati yok, af yok, tebessüm yok!

Kadınla erkeğin, sağcıyla solcunun, zenginle fakirin, sekülerle dindarın, Sünni’yle Alevi’nin, Türk’le Kürt’ün, Doğu’yla Batı’nın, maziyle istikbalin, iktidarla muhalefetin, şairle yazarın, teknik direktörle hakemin kavgası hep bundan değil mi?

Hâlbuki…

Sesimizi duyuramamaktan şikâyet etmeyi terk edip bir başkasına gerçekten kulak kesilmenin zevkine bir erebilsek, anlatma ihtirasından kurtulup, anlaşılmamaktan müşteki olmaktan vazgeçip anlama derdine bir düşebilsek, başkasının gözündeki çöple uğraşmayı bırakıp kendi gözümüzdeki dal budakla meşgul olabilme hassasiyetine bir erişebilsek mesele kalmayacak!

Peki bunca yoku ortadan kaldırmanın bir yolu yok mu?

Var tabi ki!

Herkes kendisinin ihtiyacı olan her ne ise o şeyden bir balta yapacak. Tevazudan, had bilmekten, merhametten, ilimden, haysiyetten, insaftan, vakardan, sevgiden, cömertlikten, hemhâl olmaktan, gözyaşından, tebessümden…

Baltalar bütün bunların hangisinden olursa olsun hepsinin sapı tek bir şeyden yapılacak:

‘Sen’ diyebilmek cevheri.

Ben diye diye ördüğümüz duvarları, ‘sen’ diye diye yıkacağız elimizdeki baltalarla. Ayna parçaları üzerime sıçrar da oramı buramı keser mi endişesi ile değil; duvarın arkasındaki kardeşime aman bir zarar gelmesin hassasiyeti ileindireceğiz baltayı aynaların orta yerine.

Ben derdiyle ördüğümüz duvarları sen uğrunda yıktığımız vakit ‘ben’imizi en saf aynadan daha berrak ve billur bir endam ile duvarın ardındaki kardeşimizin gözbebeklerinde seyredecek ve biz olmanın yolunun, “sen” demekten geçtiğini hayretle fark edeceğiz.

Duvarlar yıkılacak ve duvarın ardındaki kardeşimizin elinden yüzünden sızan kandan anlayacağız ellerimizin ve yüzümüzün kan revan içinde olduğunu. Elimizdeki balta o anda en onulmaz yarayı bir dokunuşta iyileştirebilecek efsunlu bir sargı bezinden daha şifalı bir ipek mendile dönüşecek.

Kendimizi unutarak değil, kendimizi hatırımıza bile getirmeden karşımızdakinin yaralarını iyileştirmeye uğraşırken şaşkınlıkla göreceğiz ki elimizdeki şifa ipeğini kardeşimizin hangi yarasına dokundursak kendi vücudumuzun tam orasına denk düşen bir yara iyileşivermekte.

Sarılacağız birbirimize, yüzümüz bayram çocuklarının kalbine dönecek ve güneşi ilk kez göreceğiz, duvarların gölgesi düşmeden üzerimize.

Çok mu zor? Hayal mi, imkânsız mı?

Hayır!

Mümkünü kolay ve gerçek kılan Allah’a andolsun ki hayır!

Bu saydığım değişimin bizim sözlerimizle değil, bizzat yaşantımızla gençlerimiz arasında yayılması olmazsa olmazımız olmalı artık.

Hepimizin farkında olması gereken tek şey; ülke tarihimizde hiç olmadığı kadar büyük yatırımlar yapılan eğitim öğretim dünyasının sahip olduğu fizik, donanım ve eğitim öğretim materyallerinin ortaya koyduğu bu altın çağ karşısında altın bir neslin ortaya çıkması gerektiği.

Her imkânın bir imtihan olduğu bilinci içerisinde her aile, her yönetici, her öğretmen, her öğrenci kısacası bu çarkın dönmesinde görev alan her birey, elindeki emanetin hesabı altında ezilmeli ve yarınımızın teminatı olan gençlere bu şuur içerisinde verebileceklerinin en güzelini ve en mükemmelini verebilmek için var gücüyle çalışmalıdır.

Zekâ seviyesi, ilgisi, istidat ve yeteneği ne olursa olsun her bir gencimizi kucaklamak, frekansını yakalamak ve tüm şefkatimizle bağrımıza basmak zorundayız. Bu noktada da unutmamamız gereken en önemli şey; bizim sahip çıkamadığımıza başkalarının sahip çıkmak adına var gücüyle çalıştığı gerçeğidir.

İdrak etmeliyiz ki…

Beşikten mezara kadar süren değerler eğitimimizi terk etmemiz; önce insanımızı sonra da toplumumuzu değersizleştirdi. Ninnilerle, masallarla başlayan ve kahramanlık destanlarıyla şahlanan “natürel” denebilecek kadar doğal değerler eğitimimizi yitirdik. Yitirdiğimiz her değer bizleri hem yozlaştırdı hem de çaresizleştirdi. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini ya koyamadık ya da onun yerine ikame edilmeye çalışılan yeni değerler bizleri mutlu etmedi. Neticede birçok konuda şikâyet eder; ancak çözüm üretemez hale geldik.

Sonuç olarak da…

Sabrın ve şükrün yerini, acelecilik ve isyankârlık; Yunus’un insan sevgisinin yerini hümanizm; Celalettin-i Rumi’nin hoş görüsünün yerini, tahammülsüzlük; Hacıbektaş-ı Velinin “edeb”inin yerini “çağdaşlık” maskeli hayasızlık; Leyla’nın ve Mecnun’un aşkının yerini cinsellik; Hz. Ömer’in adaletli devlet anlayışının yerini sömürgecilik; Ahilik kültürünün yerini köşe dönmecilik ve aldatma; vatanseverliğin yerini derin ve gizli ilişkiler; Ebu Zer (r.a) kanaatkarlığının yerini kapitalist aç gözlülük; “Ben siftah yaptım, komşudan al” diyebilecek kadar komşu hukukuna riayet eden diğer gamlıkla bezenmiş esnaflık anlayışının yerini “Rabbena hep bana”ya dönüşen bencillik; haklının güçlü olduğu adalet anlayışının yerini güçlünün haklı olarak kabul gördüğü zulüm yandaşlığı; Hz. Ali’nin, insanlara saygıyı “ya dinde kardeş ya da yaratılışta eş gören” anlayışının yerini menfaatte paydaşlık aldı.

İşte bu yüzden; var gücümüzle, gece gündüz demeden, çalışıp didinerek dün, bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan değerlerimizi yeniden kuşanmak zorundayız. Çünkü milli ve manevi değerler diye genelleştirilmiş değerlerimizi, kınayanın kınamasından çekinmeden; çağdaşlık maskeli baskılara aldırmadan sahiplenmemiz; özlediğimiz insan modeline ulaşmamızda yegâne yol gözüküyor. Ötesi sadece lafazanlık!

Bu yanlışlara yokmuş gibi yapmaya devam edersek yanlışın bir parçası olacağız. Doğruyu söylemeden, doğruca eylemeden sadece ‘yanlış var’ diye bağırırsak vicdanımızı sahte bir teselliyle avutacağız. “Birileri artık bu yanlışları düzeltmeli” deyip kenara çekilirsek yükü omuzlamanın külfetinden eleştirmenin kolaycılığına kaçmış olacağız. 

Kendimi düzeltirsem yeryüzü bir yanlıştan kurtulacak” şuuru içinde emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak derdiyle yaşarsak, işte o zaman gerçekten bir şey yapmış olacak ve kimbilir belki o zaman gençlerimize yaşayan bir örnek olarak hem kendimizi hem de onları bu ateşten kurtaracağız!

Unutmamalıyız ki…

Bir bina yıkıldığında onu yeniden yapabilirsiniz. Birimiz sağlığıyla ilgili bir sorun yaşadığında gidip tedavi olabilir. Cebimizdeki paramızı kaybettiğimizde onu yeniden kazanabilme şansına sahibiz. Ancak hiçbirimiz geçen zamanı geri getirebilme kudretine sahip değiliz. Bu yüzden de bugün eksik ve yanlış yetişen bir nesli tekrar bir eğitimden geçirmek başarılması çok güç, hatta imkansızdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir