AŞK DA BİR RIZIKTIR
Zaman zaman özellikle “gönül ilişkilerinden” mustarip takipçilerimden bolca mail arıyorum.
Her birinin yüreği avucunda ya buruk ihanet hikayeleri var ya da kavuşamıyor olmanın verdiği can yakıcı gönül yorgunluğu.
Peki neden bu kadar çok can kırığı var?
Öncelikle her birimize doğuştan gelen rahmani hediyelerle kodlanmış sevgi, merhamet, adalet, iyilik gibi kodların yanı sıra; bir de gölgesi ömürlerimize düşen ailenin, alınan eğitimin, içinde yaşanan toplumun hatta sosyo ekonomik koşulların yüklediği kodlamalar var.
“Gönül yorgunlukları” yüklenen kodlar ile ilgili sanırım.
Şöyle ki, insan dünyaya “varoluş” gibi bir lütufla gelirken aynı zamanda sevgi, güvenlik ve korunma gibi ontolojik ihtiyaçlarla gelir. Varoluşla birlikte gelen cinsiyet ve aile de insanın iradesi dışındaki ontolojik temellerdir ve insan,yaşamını bunlar üzerine kurar.
Ancak aile terbiyesi, alınan eğitim, toplum tarafından yüklenen manevi ve ahlaki kodlar bu varoluştaki kodları nisbiolarak değiştirir.
İşte bizim “gönül yorgunluğu” dediğimiz şey de bu değişime uğrayan kodlarla ilgilidir. Zira bize sonradan yüklenen kodlarda “rızık” denince akıllara sadece yeme, içme, barınma gibi ihtiyaçların olduğu “somut” varlıklar bilgisi yüklenmiştir.
Oysa ki yokluk aleminden varlık alemine yollanmak başlı başına bir rızıktır. Alınan nefes, üzerimize gölgesi düşen aile, yaşanan toplum, iyilik ve güzelliğin inşa ve ihyası için nasip edilen her iş ve eylem de rızık dediğimiz kavramlar içinde yerini alır.
“Kalplerin kendi elinde” olduğunu belirten İlahi yazılım,aynı zamanda “sevgi ve aşk” gibi duyguların da birer rızık olduğunu fısıldar. Yani, kalplere yerleştirilen sevgi de o sevginin karşılık bulup bulmaması da başlı başına bir rızıktır.
Kişi, bu rızık karşısında sabır tesbihine sarılırsa, rızkı her şekilde (istediği kişi olmazsa dahi ondan daha iyisi ve hayırlısı ile) mutlaka ulaşır ve nasibi ayağına türlü vesilelerle gelir.
Ama şükür makamından şikâyet makamına düşerse, bu varlığın sahibine küstahlık olacağı için avucundaki gönül yorgunluğu ve can kırığı ile birlikte ömür denen çileyi tamamlar.
Ne demişti Nesimi;
Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem!
Yeri gelmişken sevgi ve aşkın muhatabı olan kadın ve erkek eşitliğine de burada değinmek gerek sanırım;
“Kadın ve erkek eşit midir?”
Sorunun cevabına geçmeden önce belirtmek gerekiyor ki hiç kimse dünyaya gelirken cinsiyetini kendisi veya ailesi belirleyemez. Zira bu tercihi “biyolojik olarak” babanın kromozomları belirlese de yaratan “cebr-i kader” dediğimiz hükmü ile yapmıştır.
Kadın olsun erkek olsun bu noktada insana düşen bu yaratılış hükmünü kabullenmektir. Zira bu kabul kendisiyle barışık ve tanışık olmasını sağlayacak; bunu yapamadığı takdirde ise doğasıyla kavgalı hale geleceği için; hem onu yaratan kudret ile hem çevresiyle ve hem de emrine amade kılınan eşya ile sağlıklı bir ilişki kuramaz.
Gelelim eşitlik meselesine.
Bu sorunun cevabını Arap dilinin dev dil ansiklopedisi olan Lisanu’l-Arab’ın “zevc” konusunda “zevcâ na’lin” olarak açıklar ve bu kelime bizim dilimizde “ayakkabının iki eşi”olarak karşılık bulur.
Bu açıklama üzerinden baktığımızda “kadın ve erkek eşit mi” sorusunun cevabını aramak beyhude gelse de aramızda “sağ ayak mı sol ayak mı” diye soracaklar olabileceği için devam edelim.
Böylesi bir soruya da şu cevabı vermek gerekir sanırım;
Sol ayakkabıyı sağ ayağa, ya da sağ ayakkabıyı sola giyin.
Ne oldu?
Hem ayağa hem de ayakkabıya zulmetmiş olmadınız mı?
Gaye eşitliğe ulaşmak ise; evet, her iki ayakkabıyı yan yana getirdiğimiz zaman “eşit” olurlar ama bu eşitlik “birbirinin aynısı” olduğu anlamına gelmez, gelemez. Zira birbirinin yerini tutmayacak ama birbirini tamamlayacak derecede farklı ama ‘eş’tirler.
Ayakkabı örneğini (Lisanu’l-Arab üzerinden) kadın ve erkeğe uyarladığımızda da göreceğiz ki erkek ve kadın da birbirinin yerini tutmayan, birbirini tamamlayan “eş” ama aynı zamanda da “eşit”lerdir.
Günümüz modern(!) zihnin yapmaya ve uyarlamaya çalıştığı gibi kadını erkekleştirmeye, erkeği de kadınlaştırmaya çalışırsanız, tıpkı az önce verdiğim örnekte olduğu gibi sağayakkabıyı sol ayağa giymek gibi hem kadına hem de erkeğe zulüm etmiş olursunuz ki bugünkü tablo bundan ötesi değildir.
Doğrusu, eşitlik oran eşitliği değil ilahi terimle “pay”eşitliğidir ve adil olan da budur. Buradan da ne kadar sorumluluk o kadar hak, ne kadar hak o kadar sorumluluk çıkar sanıyorum.
Eşitlik konusuyla birlikte gelen “üstünlük” iddiasına bakalım;
“Kadın mı erkek üstün mü”
Hüsnü zannımca kişinin kendisine ait olmayan bir kararla övünmesi düpedüz ahmaklıktır ki buna sadece kadın veya erkek meselesi değil ırk, bir soy, coğrafya, aile kavramlarını da rahatlıkla dahil edebiliriz.
İnsanlık tarihine baktığımızda ırkçılık ve bununla birlikte doğan üstünlük vehminin kaynağı kitabi deyimle “tuzak kuran” olarak tarif edilen şeytandır ki, kendi tercihi olmayan hammaddesiyle övünerek “beni ateşten, onu çamurdan yarattın!” kibri ile huzurdan kovuldu.
İlahi hitap ise üstünlüğü kendisinin tercihi olmayan şeylere değil, takvaya yani “ruh köklerine, fıtratına, ilk doğduğu andaki safiyetine bağlılık” ve “insanlık adına iyi ve faydalı işler” yapmak olarak sundu ve bu sunumu şeytanın gör dediği yerden değil yaratıcının gör dediği yerden bakmayı insanlık alemine ilan etti.
Fıtrat gereği midir bilmiyorum ama sanırım ilk insandan beri erkek güzellik, kadın ise güç arayışı içinde ve zannımca her iki cinsiyet de sanki farkında olmadan, kendinde eksik olduğunu sandığı bir şeyi karşı cinste arıyor.
Ancak ilahi beyanla takva yoksa ya da diğer anlamıyla insan kumaşının “kalitesi düşükse” bunun cinsiyet ile değil şahsiyet ile bağlantısını iyi kurmak gerekiyor.
Buna aile olmak gibi hayati bir mesele üzerinden baktığınızda ise hayatın kalitesini artırmak her iki cinsin yaratılışlarına “en uygun” rollerini yerine getirmesinden geçer.
Zira yaratıcı kudret, insan neslinin devamını sağlamak ve mutluluğu kazanmak için her iki cinse de maddi ve manevi, fizyolojik ve psikolojik farklılık ve özellikler vermiştir.
Bu farklılıklar, karşıt cinslerin birbirlerine tahakküm kurmaları için değil tam aksine, sahip oldukları değerleri birleştirerek “mutluluğun harcını birlikte karmaları” için verilmiştir. Çünkü hayatı inşa ile görevlendirilen insanoğlu, bu yükümlülüğünü kadınlar ve erkekler olarak ancak iş birliği, güç ve yetenek ortaklığı sayesinde başarabilirler.
Peki ya aile konusu?
Aile, bir toplumu ele geçirmek adına ele geçirebileceğiniz “son kaledir!”
Zira bir binayı ayakta tutan kolonlar, bir tarla için tohum neyse bir toplum için de aile kurumu bu anlama gelir, gelmelidir. Bu kurum; tohumu sadakat, toprağı şahsiyet, suyu şefkat, güneşi muhabbet, kaynağı ilgi olan bir ağaç gibidir. Bunlardan biri eksilirse ağaç kurumaya yüz tutar.
Bu mümbit coğrafyada sözünü ettiğim bu kurumun temeli ise babanın otoritesi, annenin şefkat ve merhameti ile yüzyıllardır manevi dinamikler üzerine oturtulmuştur. Bu yüzdendir ki aile dışardaki kötücül her türlü saldırıya karşı bir sığınak ve korunaktır.
Ancak bugün görüyoruz ki, özellikle bizi biz yapan ve dost-düşman herkesin adeta imrendiği aile kurumumuz, imdat çığlıkları atıyor.
Bu çığlıkların sebebine baktığınızda öteden beri uygulanan ve son yıllarda teknolojik erklerin adeta kudurması ile ivme kazanan “mevcut geleneksel kültürümüze karşı açılan savaş” olduğunu görüyorsunuz ve açılan her gedikle birlikte manevi dinamiklerimiz kan kaybederek bu coğrafyayı coğrafya yapan vatan toprağının gemisindeki delik gittikçe büyüyor.
Oluşturulamayan “model aile” misyonu, artık tarihe karışan büyük ailelerde yaşça büyük ebeveynlerin hal dili ile terbiye ettiği çocukların yaşam telaşına düşmüş anne ve babalara bırakılması, babanın geçim sıkıntısı, annenin bu sıkıntının yürek terine ortak olmaya çalışması derken suçu sürekli “ötekine” atarak kurtulan bir model ortaya çıktı.
Parayı yeni keşfedip onu her şey sanan erkeklerin aynı anda ikinci eş edinme furyasının açtığı yaralar sıcaklığını korurken, şimdi de pandemi ile başgösteren “ekonomik krizden kaynaklı” bir boşanma furyası gündemde.
Lakin bana göre boşanma vakalarının altında yatan gerçek neden ekonomiden ziyade “ahlaki çözülme!” Zira veriler ailenin çekirdeğini oluşturan eşlerin kimlik ve kişilik sorunlarını birer değer katili olarak benliğimize çarpıyor.
Yani çöküşün temelinde “insan” yani başka bir anlamda “şahsiyet”sorunu var ve bu sorunlar daha çok “cinsiyet” merkezli suçlamalardan kaynaklanıyor
Oysa ki, eğer bir evlilikte “insani ilişki” sorunluysa, gerisini saymaya gerek yoktur. Zira bu, aile ağacının kökünü oluşturur ve kökü kurumuş bir ağacın dallarını ıslah etmeye çalışmak, abesle iştigaldir.
Alınacak en acil önlemler arasında “aile kurumunun” yeniden onarılması gelmektedir ki, toplumun ortak gövdesi üzerinde yükselen dallar, birbirini bütünleyen eşler olmanın bilinciyle, cins meyvelere durabilirler.
Çünkü toplumsal dönüşüm ve değişim hamleleri sokaktan değil “evlerden” başlar!
Farkındalık dileklerimle!