BAKIN DAĞLAR NASIL OTURUYOR
Gökler, yer ve dağlar öyle bir teklifle karşılaşmışlar ki “mal, para, servet” veya “görev” onları korkutmuş, ürkütmüş, titretmiş ve sanki lisân-ı hâl ile “Ey Rabbimiz! Aman, bu bizi bozar” demişler ve yanaşmamışlardır.
Çokça bilinen bir Kur’an ayetinde şöyle buyurulur:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onlar onu üstlenmeye yanaşmadı. Ondan korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.” (Ahzab; 72).
Kitabullah’ın “varlığın diliyle konuşan” üslubuna çok güzel bir örnek olan bu ayette, görüldüğü gibi, dağlar, yer ve göklerle teşhis (kişileştirme) ve intak (konuşturma) mecazî anlatım sanatı çerçevesinde diyaloğa giriliyor ve insanoğlunun durumu onlarla karşılaştırılıyor.
Peki, dinsel terminoloji penceresinden baktığımızda dağların, yerin ve göklerin korkup da insanın üstlendiği bu “emanet” ile ne kastediliyor?
Bilgisizlik (cehl) ve ötekine haksızlık (zulm) sebebi ile her an hıyanete dönüşme potansiyeli taşıyan bu “emanet” ne olabilir? Dağların, yerin ve göklerin yanında esamesi bile okunmayan, küçücük bir böcek gibi kalan ve fakat cehl ve zulm potansiyeli taşıdığından, biz insanların tabiri caizse “hemen üstüne atladığı” emanet kavramı ile nereye işaret edilmektedir?
Tüm bu soruların cevaplarına yöneldiğimizde görüyoruz ki, Kitabullah’ta Adem ve Habil-Kabil kıssası gibi, burada daaslında “yaşayan bir durum” anlatılıyor.
Bir an durun ve yere, göğe ve dağlara bakın ve kendi kendinize “Bütün bunların üstlenmekten korkup da benim üstlendiğim, üzerime almakta ve sorumluluğunu yüklenmekte hiçbir beis görmediğim/görmüyor olduğum ‘emanet’ ne ola ki?” diye sorun…
Üzerine alma ve sorumluluğunu yüklenme söz konusu olduğuna göre, bu emanet, gelip giden, üstlenilip bırakılabilen, alınıp geri iade edilebilen yaşayan/dinamik bir şey olmalı?
Ama ne?
Kitabullah’ta “emanet” sözcüğü yedi yerde geçiyor;
1-“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onları onu üstlenmeye yanaşmadı. Ondan korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.” (Ahzab; 72).
2– “Onlar emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.” (Mu’minûn; 23/8)
3– “Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.” (Meâric; 32)
Bu ilk üç ayette emanet kavramı herhangi bir “kendi kendine tefsir” yapılmadan genel olarak geçiyor. Ne kastettiğini tam olarak anlamamız için izaha ihtiyaç var.
4-“Kitap verilenlerden kimileri var ki, kantarla emanet bıraksan onu sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez. Çünkü onlar ‘Bize sıradan halka karşı yaptıklarımızdan dolayı hesap yoktur” diyerek Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” (Al-i İmran; 75).
Bu ayette emanet “mal ve para” (kantar ve dinar) olarak kullanılmış…
5– “Eğer yolculukta iseniz ve hesabı tutacak birisini de bulamazsanız borçludan bir rehin alabilirsiniz. Yok, birbirinize güvenirseniz artık güvenilen Allah’tan korksun ve emanetini ödesin. Şahitliği gizlemeyin, kim gizlerse vebali boynunadır. Allah yaptığınız her şeyi görüyor, biliyor.” (Bakara; 283)
Burada da emanet “ödenmesi gereken mal veya para” anlamında kullanılmış…
6– “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. Size verilmiş emanetlere ihanet etmeyin. Sizler bilinçli insanlarsınız. Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Asıl büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal; 27-28).
Bu ayette de emanetin mallar (emvâl) çocuklar (evlâd)şeklinde ifade edilen servet olduğu anlaşılıyor.
Rivayete göre Enfâl (ganimet malları) suresinin girişinde bahsedilen sahabelerin “aralarının bozulmasına” neden olan şey; Bedir savaşında Alemlere rahmet olanın ganimetleri savaşa katılmamış olanlara da vermesiydi. Bunlar Muhacirler’den üç, Ensar’dan da beş kişiydi. Hasta olan kızının yanında kalan Osman b. Affan, Şam’dan gelen kervanı gözetlemeye giden Talha ve Said b. Zeyd, geride vekil olarak bırakılan Ebu Lübabe ve Asım, bir yere haberci olarak gönderilen Haris b. Hatıp, yolda hastalanarak kalan Harıs b. Es-Samit ve Huvat b. Cuveyr idi. Bunlara da ganimetten pay verilince itirazlar yükseldi ve tartışma çıktı. Bedir’de savaşan genç sahabeler, cephe gerisinde bekleyen yaşlı ve yoksul sahabelere ganimetten pay verilmesine itiraz ettiler ve ganimetin kendilerinin hakkı olduğunu, onların bizzat vuruşmadığını söylediler. Bunun üzerine aralarında tartışma çıktı. Bu ayet işte bu olay üzerine nazil oldu. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).
Görüldüğü gibi burada geçen “Size verilen emanetler” tabiri ile düşmandan gele geçirilen servet yani “ganimet malları” (enfâl) kastediliyor…
7– “İyi dinleyin! Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nisa; 58)
Rivayetlere göre Mekke’nin fethi günü Hz. Peygamber(sav), Kabe’nin anahtarını yanındaki sahabelerinden birisine vermek istedi. Arap geleneklerine göre Kabe anahtarı kime verilirse onun kabilesi Mekke’nin yönetimine yani hükümet etmeye hak kazanmış sayılıyordu. Hz.Abbas(ra), Hz.Ali(ra) ve Hz. Osman(ra) arasında çekişme oldu. Ayet ise bunun üzerine nazil oldu (Razi).
Görüldüğü gibi bu ayetteki emanet bir işin başına kimin getirileceğine hükmetmek çerçevesinde “kamu görevi” üstlenmek anlamında kullanılıyor.
Kitabullah’ta emanet kavramının geçtiği yerler bu konularla sınırlıdır ancak bu ayetleri pekiştirmek amacıyla Kelamullah’taki yolculuğumuza devam edelim;
“Allah’a ve elçisine iman edin. Sizi üzerine halife kıldığı mallardan infak edin. İnanıp böyle infak edenlerinizi büyük bir karşılık bekliyor. Neden Allah’a iman etmiyorsunuz? Oysa elçi sizi Rabbinize iman edesiniz diye davet edip duruyor. Eğer gerçek müminler iseniz, unutmayın, O sizden söz almıştı. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kuluna söze dayalı apaçık ayetler indiren O’dur. Allah size karşı çok şefkatli, sevgi ve merhametle dopdoludur. Neden Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer Allah’tan başkasına mı kalacak?” (Hadid; 7-10).
Görüldüğü gibi “halife” ve “emanet” kavramları hepsini özetler şekilde, bu ayetlerde eşanlamlı kullanılmış ve “üzerine halife kıldığı (emanet ettiği) mallar” nitelemesi ile onların infak edilmesini isteniyor.
Alemlere rahmet olanın “mü’minleri” imana çağırıp durduğu söylenerek önce “neden iman etmiyorsunuz? diye soruluyor. Ardından ilk sorudaki imanın yerine bu kez infak konarak soru yineleniyor:
“Neden Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Gökler ve yer Allah’tan başkasına mı kalacak?”
Konuyu kapsayan kıssalara baktığımızda Kabil, Karun, Nemrud, Firavun, Ad kavmi, Semud kavmi, Bahçe sahipleri, Talut, Allah’ın devesi (Nâgatallah) gibi yerin, göğün ve dağların üstlenmekten çekindiği halde, insanlardan kimilerinin çekinmeyip cehl ve zulmleri sebebiyle Allah’ın mülkünü (yeryüzünü) nasıl talan ettiklerine, sahipsiz gördükleri her şeye nasıl saldırdıklarına ve başkalarını ondan nasıl mahrum bırakmaya kalktıklarına tarihten birer örnek olarak sunulmaktadır.
Mesela “kendisine mülk verildi” diye Hz.İbrahim(as) ile tartışmaya giren adama (Nemrud’a) Hz.İbrahim(as)’in ne dediğine bakalım:
“Siz Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben koştuğunuz o ortaklardan neden korkacakmışım? Şu halde güvene (emanete) iki taraftan hangisi daha layık? İman edip de(emaneti üstlenip de)imanlarına (emanetlerine) zulüm bulaştırmayanlar… İşte güvene (emanete) layık olanlar onlardır ve doğru yolda yürüyenler de onlardır.” (En’am; 81-82).
Ayette emanet (güvene bırakılan şey) bu kez aynı kökten gelen “emn” (güven) olarak geçiyor. “İman etmek” (güven duymak) da aslında bununla ilgili. Bu anlamda fark ettiyseniz “iman edenler” Allah’a güven duyan, itimad edenler olarak tanımlanıyor.
Keza Allah’ın da kendine güven duyanlara güvenip itimad ettiğini ve bu yönüyle esmalarından biri olan “mü’min”sıfatının hakkiyle iman edenlere de verildiğini ilerleyen ayetlerden anlıyoruz.
Yani iman edenler aynı zamanda Allah’ın emanetini üstlenenler anlamına da geliyor ve ayette geçtiği gibi cehl ve zulm sebebiyle bu emanete hıyanet ediliyor. Onun için de imanlarına (emanetlerine) zulm bulaştıranlardan bahsediliyor.Nemrud ve avânesi ise bunun örneği olarak anlatılıyor.
Onlar Allah’ın ülkesinin (yeryüzünün) servet ve kuvvet kaynaklarına (emvâl ve egvât’a) el koyarak, kendi mülkiyetlerine geçirmişlerdi. Oysa onlar isteyenler (sâilîn) arasında eşitçe paylaştırılmak için yaratılmışlardı. Böylece Allah’a mülkte şirk koşmuşlardı.
Kendi zimmetlerine geçirdikleri bu servet ve kuvvet kaynaklarını teolojikleştirerek Ay, Güneş, Yıldız gibi sembollerle ifade etmekteydiler. Mekke’de Lat, Menat, Uzza, Hubel gibi kabilenin teolojikleşmiş servet ve kuvvet kaynağı semboller onların tönetim tanrılarıydılar. Zira, “onları (putlarla ifade edilen servet ve kuvveti) bize Allah verdi, onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” demekteydiler.
Hz.İbrahim(as)’in şirk koşuyorsunuz dediği şey de tam olarak buydu. Nemrud ve avânesine Allah’ın ülkesinden (mülkünden) el çekmelerini, Allah’ın kimseye böyle bir yetki vermediğini, emanetleri geri teslim etmelerini, isteyenlere eşitçe dağıtmalarını, çünkü emanete hıyanet içinde olduklarını söyledi. Onun için “Siz emanete layık değilsiniz, bilakis layık olanlar emanetlerine zulm bulaştırmayanlar yani kendi zimmetlerine geçirmeyenler, mal kaçırmayanlar, mülk kenz etmeyenler, biriktirmeyip isteyenlere verenlerdir.” dedi.
Onun için Kur’an Nemrud için “Kendisine ‘mülk’ verildi diye İbrahim ile tartışmaya giren adam” der. (Bakara; 258).
Peki, neydi mülk verildi diye tartıştıkları?
Kitabullah’ta ortaya konan bu yaklaşımı daha anlaşılır kılmak ve bu soruya cevap bulabilmek için, Hz. Peygamber(sav), Hz. Ömer(ra) ve Hz. Ali(ra)’nin dili ve uygulamasında bu anlayışın nasıl ete kemiğe büründürüldüğüne dair üç örnek verelim;
Hz. Peygamber(sav);
“Ben aranızda bölüştürücüyüm.” (Buhari; Humus, 7).
Hz. Ömer(ra);
“Fethedilen topraklara öyle bir adalet ve mülkiyet düzeni getirmeliyim ki Irak’ın dulları ve yetimleri bir daha ebediyen krallara muhtaç olmamalı ve Müslümanlara da köle olup sömürülmemeliler.” (M. Demirci; “İslam’ın ilk üç asrında toprak sistemi”, s. 34, M. Hamidullah; el-Vesaiku’s-Siyasiyye, s. 376).
Hz. Ali(ra);
“Bahreyn’de bir grup girişimci Basra’da İbn Abbas’a müracaat ederek şöyle dediler: “Bize toprak verin, işletelim.” Vali bu isteği bir mektupla Hz. Ali’ye bildirdi. Hz. Ali cevabi mektubunda “Bu toprak tüm Müslümanlarındır. Oradan elde edilecek menfaatler konusunda hepiniz eşit haklara sahipsiniz. Eğer hepsi razı olursa, o araziyi onlara ver. Ben ise sahip olmadığım bir şeyi başkasına veremem.” (M. Demirci; A.g.e; s. 122).
Dikkat ediniz!
Devletin başındaki halife ne kendini, ne de devleti toprağın sahibi olarak görmüyor ve “yeryüzünde dört mevsim rızık ve rızık kaynakları (egvât) yaratarak isteyenler için eşitçe takdir etti…” (Fussilet; 10) ayetini ete kemiğe büründürüyor. Girişimcilere ancak bir emanet olarak toprağın (mülkün, üretim aracının) verilebileceğini söyleyerek ayrıca “halkın rızasını almak ve eşitçe yararlanmak” gibi şartlar getiriliyor.
Peki, bir sözcük ve terim olarak emanet nedir, bir de ona bakalım;
“Emanet” kavramı yukarıda izah etmeye çalıştığım izahattan da görüldüğü gibi ilki, “itimat etmek, güvenmek”, ikincisi ise “görev ve sorumluluk” olarak başlıca iki anlamda kullanılıyor.
Terim olarak emanet, “Bir şeyi veya bir değeri gönül huzuruyla, güvenle başka birine teslim etmek veya aynı şeyi aynı şartlarla teslim almak” anlamındadır. Yani Allah’ın insanlara verdiği bütün maddî ve manevî nimetler ile insanların geri almak üzere verdikleri şeyler birer emanettir. Tersi ise hıyanettir.
Emanet ile “hibe” arasında ise fark vardır.
“Emanet”, mülkiyeti başkasına ait olan, geri ödenmek zorunda olunan ve zarar verildiğinde tazmin edilmesi, ödetilmesi gereken şeyken, “hibe” ise mülkiyeti ile birlikte geçen ve geri verilmek zorunda olunmayan, zarar verildiğinde tazmin etme sorumluluğu olmayan şeydir. (bkz. Adalet devleti; Ortak iyinin iktidarı, ‘emanet’ bölümü, ist., 2003).
Bu anlamda bütün servet (emvâl) ve kuvvet (egvât) kaynakları yani mülk Allah’ın (yere inince halkın) birer emanetidir, geçicidir ve hesabı verilmek zorundadır. Yani servet ve kuvvet kaynakları bir hibe, ancak ölümle çıkarılan Allah’ın giydirdiği bir hırka değildir.
İslam dünyasında saltanatın bu denli yer bulabilmiş olmasında servet ve kuvvet sahibi olmanın Allah’ın geçici bir emaneti değil; Allah’ın dilediğine verdiği mülkü, bağışı, hibesi olduğu anlayışı yatmaktadır.
Demek ki…
Gökler, yer ve dağlar öyle bir teklifle karşılaşmışlar ki “mal, para, servet” veya “görev” onları korkutmuş, ürkütmüş, titretmiş ve sanki lisân-ı hâl ile “Ey Rabbimiz! Aman, bu bizi bozar” demişler ve yanaşmamışlardır.
Demek ki…
Kitabullah’ta dağların, yerin ve göklerin üstlenmekten kaçınıp da insanın üstlendiğini söylediği emanetten maksat “mülk”tür! Yani Allah’ın ülkesi (yeryüzü) üzerinde tasarrufta bulunma, mülkünü (servet ve kuvvet kaynaklarını) üzerine alma, kullanma ve onlar üzerinden “metalar” üretme, bu metaların fazlalıklarını özel mülkiyete dönüştürme ise emanete ihanettir.
Demek ki…
Allah insanoğluna “mülkünü” (servet ve kuvvet, rızık ve rızık kaynaklarını) emanet etmiş, ona böylesi bir “görev” vermiş;üstüne üstlük ilahî mülkiyet üzerinde tasarrufta bulunma yetenek ve yetkisi (akıl, vicdan, irade, özgürlük, ilim) ile donatmıştır.
İşte Kitabullah tüm bunlara “emanet” diyor.
Peki, “dağlar, yer ve gökler bundan neden çekiniyor” ve “insanoğlu neden kabul ediyor?”
Çünkü…
İnsanoğlu, Kitabullah’ın “emanete hıyanet” dediği şeyin serveti (emvâl) ve kuvveti (egvât) kendi tekeline alıp,başkasını ondan mahrum etmek olduğunu bilmemektedir. ziracehl (cehalet) üzeredir.
Ayrıca Allah’ın mülkünden (su, ateş, toprak, maden, gıdalar, altın, gümüş, bitki, sığır, koyun vb) kimi emvâl (mallar) ve egvât’ı (kuvvet kaynaklarını) zimmetine geçirip bunu insanlardan saklamanın, kaçırmanın, temerküzün,kendine biriktirmenin (kenz), geri vermemenin, onunla insanlar üzerinde hegemonya kurmaya kalkmanın zulm olduğunun farkında değildir. Bu yüzden olsa gerek ki, ayet “hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir” şeklinde insanı tanıtmaktadır.
Münafıklar onun için emanete hıyanet edenlerdir.
Yani tıpkı bir devlette, hazine memurunun zimmetine para geçirmesi gibi Allah’ın mülkünden aldıklarını vermeyenler, infak etmeyenlerdir.
Böyle birine halk arasında ne diyoruz:
Hırsız, yolsuz, hortumcu!
Peki, Allah “lehül mülk” yani “Mülk Allah’ındır” dediği halde O’nun mülkünden çalana, çit çevirene, kendine yontana ne diyeceğiz?
Demek ki…
Allah’ın mülkü, ülkesi (yeryüzü) kişisel zenginler üretme çiftliği değildir. Bilakis zenginlikleri eşitçe dağıtma, bölüşme, paylaşma, barış, adalet ve kardeşlik yurdudur. (Dârusselam). Burada herkes kendi “kısmetine” (bütünden eşit pay) razı olarak, “nasibine” (bütünden kendi ihtiyacı kadar) düşene razı olarak yaşayacaktır.
Demek ki…
Mülkiyet bir hak değil; görevdir!
Görev (emanet) ise ehil olana verilir. Ehil olmanın birinci şartı ise mülkiyeti (emaneti) kendine yontmamak, emanet olarak verilmiş kamu (Allah/halk) mülkiyetini özel mülkiyete çevirmemek, ihtiyacından fazlasını infak etmektir.
Yeryüzünü Allah’ın ülkesi, kendinizi de bu ülkede görev verilmiş birisi olarak düşünün;
Size görevinizi yerine getirmek için yetki, rütbe, makam, mal ve para veriliyor ve bunları şu amaçlar için kullanacaksın deniyor. Ancak hiç birisi sizin değil ve size kimseye muhtaç edilmeyecek ve geçiminizi sağlayacak kadar da gerekli maişet (maaş) veriliyor.
Fakat siz ne yapıyorsunuz?
Emaneti hibeye çeviriyorsunuz. Bütün bunları zimmetinize geçirip özel amaçlarınız için kullanıyor, kendi zenginliğiniz için biriktiriyorsunuz.
Karşınıza bir İbrahim çıkınca da size mülk verildi diyeonunla Rabbi hakkında tartışıyorsunuz.
“İhtiyacından fazlasını ver”, “O mallarda isteyenlerin (sâilîn) ve mahrum bırakılanların (mahrumîn) hakkı var”, “Onları zenginler arasında dolanıp duran bir devlet haline getirme”, “Allah onları isteyenler için eşit şekilde bölüşülüp dağıtılsın diye yarattı” diyene de “kırkta bir neyinize yetmiyor, daha vermem, benim bunlar” diyorsunuz.
“Haddini aştın, ‘esasa’ girdin, görevi suistimâl ettin, cehl ve zulm üzeresin, emanete ihanet ediyorsun, geri ver” diyene “Gücün yeterse gel al, artık bunlar benim, üstelik ölünce de oğullarıma bırakacağım. Sülalemden dışarı da çıkmayacak, benim de benim” diye tutturmuş gidiyorsunuz.
Demek ki…
Allah’ın ülkesinden (yeryüzünden) zimmetinize geçirdiğiniz her şey, birleşik kap misali bir tarafta eksilmeye yol açıyor. Bu yüzden de ondan ihtiyacınız (emeğiniz) kadarını alıp gerisini vermeniz, infak etmeniz isteniyor.
Demek ki…
“Helalinden zenginlik” diye bir şey olamaz. Zaten zenginlik, ihtiyacından fazla mülkiyete sahip olmak demek olduğundan Allah’ın ülkesinden (yeryüzünden) aşırma, zimmetine geçirme demektir. İhtiyaçtan fazla olan her şey geri verilmek durumundadır.
Fıkıhtaki tabirle Havâic-i asliye yani ev, binek, ev eşyası, alet edevât, işyeri açma, maişet temini vs. ve bunlar için gerekli miktar temel ve zaruri ihtiyaçlara girer ve özel mülkiyet değildir.
“Mülk Allah’ındır” ilkesi gereğince mülkiyet kişiye izafe edilemeceği gibi; “Allah zengindir, siz fakirsiniz” desturu gereğince aslında kişiye “zengin” de denemez.
Temel ve zaruri ihtiyaçlar (havâic-i asliye) “görev” değil; “hak”tır; ancak temel ve zaruri ihtiyaçlar dışındaki mülkiyet “hak” değil; “görev”dir.
Görev olunca kişi, görevli kılındığı (üzerine halife yapıldığı) mülkiyetin sahibi olamaz, miras bırakamaz, zimmetine geçiremez, şahsî amaçları için kullanamaz. Cehl sebebi ile miras bırakırsa evin en büyük oğlunun (ekber) tekeline bırakılamaz, küçüklere de, kadınlara da verilir. Önce aile içinde, sonra kardeşlik ahdi (muâhede) yoluyla aile dışına da dağıtılır. Vasiyet yoluyla başkaları da faydalandırılır. Bir yerde yığılmasına (kenz) izin verilmez. İslam’da mirasın mantığı budur.
Sanıldığının aksine miras taksimi özel mülkiyetin değil; özel mülkiyeti dağıtmanın, kamulaştırmanın delilidir. “Kamulaştırma” devlete ait kılma değil; herkese ait kılma, tabana yayma demektir. Bundan maksat ise yukarıda Hz. Ömer’in sözünde geçtiği gibi kişiyi bir daha ebediyen “krallara muhtaç durumda bırakmamak”, havâic-i asliyesine sahip duruma getirmektir.
Demek ki…
Üzerine halife kılındığından (emaneti üstlendiğinden) elde ettiği fazlalık kendisinin değildir ve asıl sahiplerine geri iade etmek zorundadır. Ehil değilseniz, yetkileriniz alınır, rütbeleriniz sökülür, emanet geri alınır. Zimmetinize bir şey geçirmişseniz ödetilir, zarar vermişseniz tazmin ettirilir. Emvâl’i (malı, parayı) ve egvât’ı (kuvvet kaynaklarını) kullanma yetkisini kötüye kullanmışsanız hesabı sorulur. Bir daha size verilmez. Ehil olana yani kendini “özel mülkiyet şehvetine” kaptırmayacak olana verilir. O da aynı şeyi yaparsa aynı işlem onun için de geçerlidir.
Kanımca sözde değil; özde emanet budur!
Düşünün ne olur;
Bir devletin bakanlığı kişiye ebedî olabilir mi? Bakanlığın tüm araç gereçleri, malı, mülkü, parası, kasası bakana sonsuza kadar teslim edilebilir mi? Onun oğullarına, sülalesine, aşiretine tapulanır, bakanlık özel mülkiyeti haline gelebilir mi?Gelemez.
Çünkü bakanlık dediğin bir emanettir ve halkın kamusudur. Peki, aynı şeyi Allah’ın mülkü,kamusunda (yeryüzünde) hangi hakla yapıyoruz? Orada da görevli, orada da emanetçi değil miyiz?
Lafın özü, “emanet” kavramına dinsel terminoloji penceresinden baktığımızda Allah’ın ülkesinin (yeryüzünün) egvât’ını (kuvvetlerini) yani rızık ve rızık kaynaklarını, üretim araçlarını kişisel mülkiyetinize geçiremezsiniz! Çünkü onları siz yaratmadınız.
“İmtihan” bahanesi; malı götürmenin, emanete hıyanet etmenin gerekçesi olamaz ve Allah’ın ülkesinin servet (emvâl) ve kuvvet (egvât) kaynakları yani yeryüzünün üretim araçları “zenginlerin insafına” bırakılamaz. Günün birinde yoksullara acımaları ve insafa gelmeleri beklenip durulamaz. Zaten ne böyle bir “hakları” ne de böyle bir “ayrıcalıkları” vardır.
Görevi kötüye kullanmış yani emanete hıyanet etmişlerse yapılacak iş, tıpkı bir ülkede bakanların görevi kötüye kullanması ve emanete hıyanet etmesindeki gibi gayet basittir.Böylesi durumlarda isteyenlerin, muhtaçların (sâilîn), mahrumların (mahrumîn) ve ezilenlerin (mustaz’afîn) organik ve uyanık gücü “toplum vicdanı adına” harekete geçer. İslam’da devlet, adalet ve mülkiyet düzeni bunun için vardır. Hz. Peygamber’in, Hz. Ömer’in ve Hz. Ali’nin icraatları esin kaynağı olmak için yeterince açıktır.
Demek ki…
Dağların bile üstlenmekten korktuğu o emanette, tüyü bitmemiş yetimin, işçinin, emekçinin, yoksulun, mahrumun, muhtacın hakkı (havaic-i asliyesi) vardır. Dağlar, yer ve gökler onun için üstlenmekten korkuyorlar. Cehl ve zulm tabiatımız ise bunu görmemize engel oluyor.
Demek ki…“Görevi” gözümüz kesmiyorsa “emanete” talip olmuyor; şartlarını (hakça bölüşüm, kardeşçe paylaşım, rıza, infak, kendine biriktirme yasağı vb.) yerine getirerek ancak emaneti üstlenebiliyoruz.
Aksi halde yerin, göklerin ve dağların yaptığını yapıyor; ürküyor, titriyor ve “bu beni bozar” deyip yerimize oturuyoruz.
Bakın dağlar nasıl oturuyor.