BAŞKASININ KUSURU
BİZİM GÜNAHIMIZI ÖRTER Mİ?
Gelişmek için, güçlenmek için, daha aydınlık bir yarın için; Rabbin rızasına mazhar olmak için, güzel bir geleceğe yürümek için; dünyamızı değiştirmeden dünyayı değiştirmek için; O’nun istediği cenneti bu dünyada inşa edebilmek için; O’nun emaneti olan insana sahip çıkabilmek için; herkesi dil, din, ırk, renk ayrımı yapmadan, ötekileştirmeden kucaklamak için gayret etmek zorundayız.
Dünyaya ait istatistiklerin güncel olarak paylaşıldığı bir site keşfettim geçen gün. Rakamlar ürkütücü ve cidden korkunç boyutlarda.
Dünyadaki aç insan sayısı 1,5 milyar civarında. Açlıktan ölen insan sayısı günlük bazda on binlerle ifade ediliyor. Yeryüzü kaynaklarının nasıl heba edildiğinin resmini çizmeye çalışmayacağım bile.
Bilimsel verilere, uzmanların yaptığı araştırmalara bakıyor; yazılan her dildeki makaleleri alıp tahlil ediyorsunuz; 7,5 milyarlık bir dünyada açlıktan ölen insanlara rağmen veriler dünyadaki kaynakların 37,5 milyar insana yetecek durumda olduğunu haykırıyor.
Peki, neden bu tablo?
37,5 milyar insana yetecek kadar rızık barındıran bir dünyada 7,5 milyar insan varlığına rağmen insanların açlıktan ölmesini izah edecek mantıklı bir izah arıyorsunuz gayri ihtiyari. Öyle ya göz görüyor, kulak duyuyor, vicdan şahit oluyor. İstediğimiz kadar görmezden gelmeye çalışalım sol yanımız bizi rahat bırakmıyor, bu tabloya “benim katkım ne” diye.
Evet, dünya kan ağlıyor. Artık zulmün, katliamın, şiddetin ne dini, ne ırkı, ne dili var. Ne kadınlara şiddetten, zulümden uzak bir hayat sunulabiliyor; ne çocuklar masumiyetlerine doyabiliyor; ne de erkekler adamlıklarının karşılığını bulabiliyor.
Yanisi acılar içinde kıvranan bir dünya var avuçlarımızda. Yazık ki artık aklımızın süzgecinden geçenler kalbimize varmıyor; kalbimizin süzgecinden geçenler aklımıza sığmıyor. Çünkü kalbe yön vermesi gereken akıl başka söylüyor; akla uyması gereken kalp başka atıyor.
Bu tablo sadece kötülerin şerrinden, şiddetinden, şeytanlıklarından dolayı mı sizce?
Bence değil!
İyilerin sessizliğinden, pasifliğinden, sorumsuzluğundan ve savrulmuşluğundan dolayı doğrularda kalabalıklaşamadığımız için bu haldeyiz.
Mücadeleden elini eteğini çekip kendini kurtarma telaşına düşmüş, aidiyet ve sorumluluklarını unutmuş, her şeyi Allah’a havale etmekle vicdanını avutan, bir kötülük gördüğünde devreye girmesi gereken aklını, vicdanını örten bir toplumda neyi kim, nasıl düzeltecek? Kötüye, kötülere karşı mücadeleden elimizi eteğimizi çekmemiz başımıza gelecek belalara da razı olduğumuz anlamına gelmiyor mu?
8 kişinin mal varlığının dünyanın tüm insanlarının yarısının mal varlığına eşit olduğu gerçeğini bir tarafa bırakıp İslam dünyasına dönüyorum:
Yeryüzünde nüfusunun önemli bir bölümü Müslümanlardan oluşan aşağı yukarı 63 ülke var. Dünya nüfusunun %23’ünü oluşturuyorlar ki bu da aşağı yukarı 1.7 milyar insan demek.
Çatışmalar, yoksulluk, eşitsizlik, eğitimsizlik, şiddet ve daha başka onlarca parametreye bakıldığında bu ülkeler dünyanın en sorunlu coğrafyasını temsil ediyor. Bir türlü ilerleyemiyor, zengin kaynaklara sahip olmasına rağmen yoksulluğun pençesinden kurtulamıyor; neredeyse hiç bir alanda söz sahibi olamıyorlar. Bunların tamamının ihracatını toplayınca bir Almanya çıkmıyor ortaya!
Kültür-sanat hayatına bakıyorum, küresel ölçekte ses getiren etkinlik çok az. Âlemlere rahmet olanı ve İslam dinini dünyaya anlatabilecek gerçekleri yansıtan bir film bile çekilemedi.
Markalara göz atıyorum, dünya çapında tek bir otomobil üreticisi yok, trend yaratan bir kuruluş hatırlamıyorum. Makine üretiminde, bilişim teknolojilerinde öne geçen ülke yok. Şehirlerin görünümü çok kötü. Para sorununun olmadığı Körfez ülkelerinde bile kişiliksiz ve ruhsuz binalar yükseliyor. Tarih kültür mirasına sahip çıkmak gibi bir eğilim yok. Suudi Arabistan, İslam dininin kutsal mekânlarını tanınmaz hale getirdi. İlk 500 üniversite arasında İslam ülkesinin bir kurumu yer almıyor. Basın özgürlükleri yerlerde… Çoğunda Youtube erişimi yasaklı ya da sınırlı.
Okuma-yazma oranı düşük, kadına yönelik şiddet çok yüksek. Kişi başına düşen milli geliri 104 bin dolar olan Katar’ın bile dünya bilim, sanat ve uygarlığına katkısını şu ana kadar duymadım.
İslam bankacılığının merkezi bile İslam coğrafyasının dışında. “İslami bankacılık” denen fenomen büyük oranda İngiltere merkezli finans kuruluşları aracılığıyla yürütülüyor.
Sürekli savaşlar, iç karışıklıklarla anılan bu coğrafyalarda rüşvet ve yolsuzluk alabildiğine yüksek. Farklı konulardaki tablo bu kadar olumsuz olunca Batı dünyası İslam ülkelerini hala çocukluk dönemlerindeki imajlarla hatırlıyor. “İslam ülkesi” denince sihirli halı, fesli adamlar, baharatçılar çarşısı, öfkeli insanlar, kazalar ve silahlı teröristler akla geliyor.
Bize dönüyorum;
Mümbit coğrafyamızda %98 gibi ezici bir çoğunluk İslam iddiasında yani “Müslümanım” diyor ve Müslüman olmak için “kelime-i şehadet” kavramını yeterli görüyor! Yani rakamlarla konuşursak 80 milyon nüfusu olan bu coğrafyada 78,4 milyonluk bir kesim “İslam” iddiasında.
Ama ne ilginçtir ki;
– İman ettiğini iddia ettiği kitabı sadece %8’lik bir kesim okumuş o da 1 kez. ( Diyanet 2014 araştırması ). Yani 6,4 milyon Kur’an meali okumuş. 2014 yılında bu tespiti yapan Diyanet Kurumu’nun elindeki bütçeye istinaden iki yıllık zaman içinde bu oranı arttırmak için bir çabası olmuş mu veya var mı? Ben duymadım.
– %98’lik kesim Kur’an meali okuyan ve içindeki hükümlerin farkına varan %8’lik kesime selefi, vahhabi, kafir, münkir olarak bakıyor. Çünkü içinde bulunduğu ve kanıksadığı “kültür” böyle davranmasını öğütlüyor.
– 2015 verilerine göre bu coğrafyada ezici bir kesim herhangi bir tarikat, cemaat veya İslami oluşuma üye veya bunların herhangi bir koluna tabi durumda. Bu yüksek rakamın çok büyük bir çoğunluğu bağlı bulunduğu İslami oluşumun başındaki şahsı Mehdi (!) olarak görüyor ve mutlak şefaatine (!) inanıyor.
– Kur’an mealiyle tanışan %8’lik kesimin ( aynı araştırmaya göre ) %2,4’lük bir kesimi farklı bir meal okuma imkânını elde etmiş. Yani tabir-i caizse yaklaşık 1,5 milyon kişi iki veya daha fazla meal okuma şansı elde etmiş.
– Toplumun neredeyse tamamı namaz, hac, oruç, zekat gibi Kur’an-ı Kerim’in “nüsuk ( ritüel )” olarak adlandırdığı ibadetleri yerine getirmekle ahiretini garantilediği kanaatinde. Bu kesimin kanaatine göre Kur’an sadece mezarlıklarda okunması gereken bir kitap olsa gerek ki son dönemlerde özellikle Perşembe günleri İkindi namazından sonra Belediyeler büyük bir hizmet vererek mezarlıklarda hazırladıkları sistemle ölülere canlı yayın (!) yapıyor.
– Başta Diyanet olmak üzere ortalama 32 milyonluk İslami oluşumun gündeminde hak, hukuk, adalet, zulüm, mazlum, mümin, münafık kavramları neredeyse hiç yok.
– Bu büyük kalabalık kendi grup, cemaat ve tarikatından olmayanı münkir sayıyor hatta arkasında namaz dahi kılmıyor, camisi bile farklı ama aynı Allah’a, peygambere ve kitaba inanıyor (!)
– Ülkede 6 milyon insan açlık sınırında yaşarken ve 13 milyon aile asgari ücretle geçinirken bu oluşumların toplam serveti ülkenin bütçesinin neredeyse 10 katına eşit (!)
– Kendini “muvahhid” olarak lanse eden %0,96’lık bir kesim var. Yani ortalama 780 bin kişi. Bunlar da birbirini tekfir etmekle programlanmış. Eleştirmek haddinize mi anında yiyorsunuz küfrü ve hakareti. Ayet mi sunuyorsunuz delil olarak o bile çürütülme çabası içinde. Çünkü haklı çıkmalı (!) Hakk yerde kalsa ne olacak ki!
Devam edeyim mi?Bence gerek yok.
Biliyorum ki, “neden bu haldeyiz?” sorusu çokça zihni meşgul ediyor!
Ama bu sorunun cevabı çok açık kanımca.
Hep dediğim gibi bizim hesap gününe olan inancımız zayıf. Bu zayıflık doğal olarak başta adalet ve ahlak gibi toplumu ayakta tutan kavramlar olmak üzere erdemi, merhameti, insafı, vicdanı, insafı, izanı, feraseti, basireti de birlikte zayıflatıyor. Yoksa aldığı her nefesin, kullandığı her sözün, attığı her adımın, yaptığı her kötülüğün, kırdığı her kalbin, gıybetini / dedikodusunu yaptığı her insanın hesabını vereceğine iman eden bir kalp bu kadar cesur olabilir mi?
Bizim temel sorunumuz gelip geçici bu dünya hayatına şahit olmanın idrakini erteleyip sahip olma çabamızdır.
Yani kendimizden, ‘ben’imizden bir dünya yapmışız kendimize, istiyoruz ki her şey onun etrafında dönsün ve hatta zannediyoruz ki her şey onun etrafında dönüyor. Bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi yok, yolumuzdan gayrı yol yok, derdimizden başka dert yok.
Yok, yok, yok oğlu yok!
Bu kadar anlamsız ‘yok’un arasında muhabbet nasıl ve niçin var olacak?
O da yok.
Muhabbet olmayınca, birlik beraberlik yok, anlayış yok, insaf yok, iyi niyet yok, tahammül yok, müsamaha yok, empati yok, af yok, tebessüm yok.
Dinsel terminolojiye bakıyorsunuz;
Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresi olan Alak süresi OKU ( Haykır, anlat, tebliğ et ) dedikten sonra zenginlik ile tuğyan arasında ilişki kurarak başlıyor…
Yani Kur’an, ilk sosyal tesbit olarak “zenginliğe” dikkat çekerek başlıyor.
Ve insanı tarif ediyor:
Mal biriktirir (mustağnî),
Servetiyle azgınlık eder (tuğyan),
Servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir),Emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim),
Mülküyle ortak koşar (muşrik),
Hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut),
Gururlanır (mağrur),
İnkar eder (munkir),
Yok sayar (mulhid).
Demek ki “tuğyan” yani servetiyle azgınlık etme kişinin “zenginliğini” kendine yeterli görmesi (mustağnî) ve ardından bu zenginliğe yani mal ve iktidar gücüne dayanarak emir ve yasak (nehy) koymaya başlaması ile oluyor. Buna bir toplumda mal ve iktidar sahiplerinin (üsttekilerin) halk (alttakiler) üzerinde kurduğu “hegemonya” diyor. Bu terminoloji içinde Ebu Cehil’in şahsında anlatılmak istenen zenginlerin mustağnîleşerek yani halktan imtiyazlı hale gelerek insanlar üzerinde emir ve yasak (nehy) koymaya kalkması ve böylece haddini aşması (tuğyan) toplumların en önemli sorunu oluyor.
Dikkat ediniz!
Mustağnîlere (mal biriktirenlere) ve bunların tuğyan (servetiyle azgınlık etme) ve hegemonyasına “Hayır!” diyerek başlıyor Kur’an-ı Kerim.
Yani eşitlenin diyor…
Yoksulla zengin diye bir ayrım olmasın diyor.
“Üstteki” ile “alttaki” diye bir ayrıcalık olmasın diyor.
“Cenneti” bu dünyada kurmazsanız ötelerde olmaz diyor.
Peki iman iddiamıza rağmen sorun nerde?
Hz. Peygamber (sav)’e peygamberlik vazifesi verilmeden önceki en önemli sıfatı “Muhammed ül Emin”di. Yani “güvenilir insan“dı. Öyle ki hemen herkes en değerli eşyalarını paralarını “O”na emanet ederlerdi. Çok enteresandır hatta dünyanın en hayret verici olayıdır ki müşrikler O’nunla savaşırken bile emanetleri Hz. Muhammed (sav)’deydi. “Güvenilir olma” o kadar önemliydi ki insanlar bu yeni dine sırf bu itimatın, güvenin etkisiyle yaklaşıyor ve kabul ediyorlardı. Kendisinin peygamber olduğunu açıklamadan önce müşrikleri toplamış ve “Şu dağın arkasında koca bir ordunun olduğunu ve bu tarafa geldiğini söylesem inanır mısınız” dediğinde müşrikler koro halinde “Tabii ki inanırız çünkü sen yalan söylemezsin” demişler ve O, kendisine olan güveni böylece tazeledikten sonra peygamber olduğunu ilan etmişti.
Günümüzde İslam dinine olumsuz bakılmasının en önemli sebebi Müslümanlara güvenilmemesidir. Müslümanların en büyük zaafı ibadetlerinin noksanlığı değil bu güveni sağlayamamış olmalarıdır.
Ne yapabiliriz?
Bu tablo karşısında elimizden ne gelir?
Kimse başarı basamaklarını elleri cebinde çıkmamıştır…Elinizi taşın altına sokmadan hiçbir sonuç elde edemezsiniz…Zira kaderimiz alnımıza değil, ellerimize yazılmıştır…
Ne diyordu Rahman; ‘’İnsan için ancak çalıştığı vardır.’’(Necm 39)
Dikkat edin “Müslüman” için demiyor ayet, “insan için” diyor.
Öyleyse yol haritamız olan bu ayete istinaden yapmamız gereken tek şey gayret etmek.
Gelişmek için, güçlenmek için, daha aydınlık bir yarın için; Rabbin rızasına mazhar olmak için, güzel bir geleceğe yürümek için; dünyamızı değiştirmeden dünyayı değiştirmek için; O’nun istediği cenneti bu dünyada inşa edebilmek için; O’nun emaneti olan insana sahip çıkabilmek için; herkesi dil, din, ırk, renk ayrımı yapmadan, ötekileştirmeden kucaklamak için gayret…
Emin olun ki, bugünkü ahvalimizin yegane sebebi bu ve bunun gibi daha bir çoğunu sayacağımız konulardaki gayretsizliğimiz.
Ama öncelikle niyetlerimizi temiz tutmalıyız. Çünkü Allah, kirli kalplere tevessül etmiyor… Tebliğ ve temsili ancak temiz hayatlar ve temiz yürekler taşıyabiliyor…
Zira niyet temiz olunca hedefi tam on ikiden vuruyorsunuz.
Hedef on ikiden vurulunca 312 kişi ile Bedir’e çıkıp, toprağı titretiyor; hedef on ikiden vurulunca Kur’an’ı yırtmaya gelen bir adam, onun önünde diz çöküyor; hedef on ikiden vurulunca örümcek, saklandığınız mağaranın kapısına ağ örüyor…
Deve hakeminiz oluyor, kuşlar dalgalanmanıza katılıyor,nehirler önünüzde açılıyor, tabiat yürüyüşünüze iştirak ediyor,varlığın kalbi sizinle atıyor; içiniz evrenin ruhu ile dolup taşıyor…
Hedef on ikiden vurulunca; Hz. Musa misali teslimiyetle asanızı devreye korsanız tüm sihirleri bozabilirsiniz. Firavun’un büyüsünü ve büyüklenmesini bozacak, nurlu ellerinizdir. Yusuf (a.s.) gibi gömleğiniz temizse kuşkunuz olmasın, gün gelir Allah Mısır’ın iktidarını temiz ellerinize teslim eder. Meryem misali eteğiniz temiz ise kundaktaki İsa bebek, iffetinize ve ismetinize tanıklık edecektir. Yani sorumluluklarımızı ne Allah’a iade edebilir, ne bir başkasına ihale edebilir, ne de ihmal edebiliriz… Başkasının kusuru bizim günahımızı örtmez çünkü.
Öyleyse… Biz de bugün Hz. Peygamber gibi önce kendimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz üzerine düşünerek işe başlamalıyız. Tarih, hayat ve tabiat üzerine, üzerimizdeki nimetler ve o nimetleri veren Allah’ın yüceliği üzerine, şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz ve insanlığın gidişatı üzerine tefekkür etmeli, gözümüzü yıldızların ötesine dikmeli, varoluş sancıları çekmeli, kendi “Hira”larımızda vicdanımızın sesini dinlemeliyiz.
İç dünyamıza dönerek orada kendi akıl, zihin, ruh ve gönül kozamızı örmeliyiz. Aydınlanmalı, öğrenmeli, her birimiz böyle kendiliğinden vicdanî uyanışlar yaşamalıyız. Bu potansiyel enerjinin içimizde yerleşik olduğunu fark etmeliyiz.Sonra kozamızdan taşarak Hira’dan şehre inmeli, toplumsal sorumluluk yüklenmeli ve gereğini yerine getirmeliyiz. Üzerimizdeki örtüyü atmalı, kalkmalı ve başka uyanışları başlatmalıyız. Ebedi mesajları yaşayarak okumalı; söze, adalete, özgürlüğe, sevgiye, merhamete, doğruluğa, dürüstlüğe çağırmalıyız. Her tür baskıya, zulme ve zorbalığa meydan okuyarak, insanoğlunun inancına, düşüncesine ve emeğine zincir vurulamayacağını haykırmalıyız. Bunlar için harekete geçmeliyiz.
Her mü’minin bilmesi, bu bildiğine de yakinen iman etmesi gereken bir hakikatle tamamlayalım;
’Allah nurunu tamamlayacak, güneşin doğup battığı her yere İslam (iyilik, güzellik, kardeşlik, paylaşım) girecektir.’ (Saff 8)
Yanisi; sen olsan da olacak, olmasan da. Sen gaflet ile yatsan da olacak, aşk ile çalışsan da. Sen engel olmaya çalışsan da olacak, yardım etmeye çalışsan da. Yani bu çorba pişecek. Bu çorbanın pişeceğinden şüphe yok. Çorba pişerken bizim alacağımız vazife asıl bizi ilgilendiren kısım. Bu çorbaya bir tuz katabilenlerden olabilecek miyiz, olamayacak mıyız? Asıl mesele bu! Bir kum tanesi olup çölün derdiyle kavrulanlara selam olsun.