BEŞ YILDIZLI DİNDARLIĞIMIZ
İslami davet ve zihin, bilgi ister, evrensel bakış ister, bağımsız düşünme yeteneği ister ve en önemlisi de biraz da bunları elde ettirecek akıl ister.
İçimizde ve dışımızdaki tüm İslâm karşıtlarının müslümanların anlayış, hal ve davranışlarını eleştirdiği bir ortamda zaaflarını ortaya koymanın sıkıntılı bir durum oluşturduğunu ve pek çok kişiyi rahatsız ettiğini biliyorum.
Ancak nerede olduğumuzu anlamak ve önümüzü görmek açısından eleştirel davranmak, fikirlerimizi ve yaptıklarımızı sorgulamak bir zorunluluk olmasının ötesinde, dini bir vecibedir diye düşünüyorum.
Zira Müslümanların düşünce biçimi, içinde bulundukları hal ve davranış, sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyor; İslam’ın yanlış anlaşılmasına, mesajının örtülmesine, hatta zanlara mahkum edilmesine neden oluyor. Bunun canlı pek çok örneğini hem kendi ülkemizde, hem de Müslümanların yoğunlukta olduğu diğer coğrafyalarda apaçık bir şekilde yaşayıp görüyoruz. Tüm bu olanlarla birlikte; Allah adına, din adına, Hz. Peygamber (sav) adına ortaya çıkan düşünce biçimleri de ciddi bir eleştiri ve tashihi hak ediyor kanımca.
Genel olarak baktığımızda…
“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” emrine kulak tıkayıp, imanın ilk adımının “sevgi” olduğundan bihaber sürekli birbirlerinin kuyusunu kazan…
Bin yıllık mezhep ihtilaflardan gereken dersi çıkaramayan, o anlamsız kavga ve husumetleri, kan davasına dönüştüren, temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp sunan…
“Doğru ve güzel olanı” aramak ve bulmaktan çok kendisini “haklı ve üstün” çıkarmaya çalışan…
İbadet ve zikire ayırdığı vaktin binde birini bile tefekküre ayırmayan…
Kuran’ın ısrarla yaptığı “Siz hiç akıl etmez misiniz? Siz hiç düşünmez misiniz?” şeklindeki tam yetmişbeş ayette direk, yediyüze yakın ayette de atıfla yapılan ikazları görmezden gelip, düşünme nimetini önemsemeyen…
“Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibidir”ilahi emrini duymayarak, “açlıktan kemikleri çıkmış bebelere nasıl ulaşırım” düşüncesinden fersah fersah uzaklaşarak defalarca Hac ve Umre yapıp kendini İlahi rızaya adadığını sanan…
Sahabeler, arkalarına Kâbe’yi alarak yönlerini dünyaya dönüp “Allah’ı, Kuran’ı ve Peygamberi” anlatarak insanlığı kurtarmaya çalışmışken; örnek alınması gereken sahabeninaksine, bugün sırtını insanlığa yönlerini Kabe’ye dönerek “kendilerini” kurtarmaya çalışan…
Kuran ve Hz. Peygamber (sav)’in siyasetini görmeyerek dini siyaset zanneden ve insanlığa öyle sunup adı “barış” olan İslam dinini “savaş” dini olarak gösteren;
Dini bir gül veya çiçek gibi huzur ve mutluğun kokusu, sembolü olarak değil de birbirimizi cezalandırmak için dikenli bir meşale gibi kullanan…
Güzeller güzeli İslam dininin ete kemiğe bürünmeden özünden uzaklaşarak onu sadece şekle, kılık, kıyafete ve görüntüye hapseden;
Hak, hukuk, adalet ve nezaket gözetmeyerek medeniyet dini olması gereken Müslümanlığı, bedevilik gibi yaşayan ve sunan…
Bunalım ve arayış içinde olan insanlığa “kendi belirsizliğinden dolayı” çözüm sunamayan…
Evrensel İslam dinini, mahalli ve milli bir din zanneden ve böylelikle son din, son kitap ve son Peygambere perde olarak İslam’ın tanınıp yaygınlaşmasına engel olan…
Hem bu çağda yaşayan hem de gelecek çağlarda yaşayacak insanların ihtiyaçlarını ve sorunlarını düşünmeyen, düşünemeyen; bu ihtiyaç ve sorunlara seçenek ve çözüm sunamayan…
Müslümanların içinde bulunduğu ve kendimizden kaynaklanan perişanlığı göremeyen aksine Hristiyan ve Yahudileri suçlayan onlara sürekli hakaret edip küfreden;
Emperyalistlerin elindeki eğitim, bilim, teknoloji, ekonomi, sağlık, medya, sanat ve spora alternatif üretemeyen…
Beceriksizliğini “çaresizlik”, acizliğini “üstünlük”zanneden…
Müslümanlara sadece ibadet ettirip, dünyada olup bitenleri seyrettiren bir din(!) anlayışı içinde gaflet ve delaletin çok ötesinde “ihanet” içinde inandığını sanan muazzam bir kalabalığımız var.
Evet!
Biz, tüm bu saydıklarıma karşılık beş yıldızlı otellerin, beş yıldızlı tatil köylerinin, kısacası beş yıldızlı hayatın tek yıldızlı dindarlarıyız! O tek yıldızı da, “Müslümanım elhamdülillah” deyişimizin hatırına veriyorum.
Bu yüzden bana kızabilirsiniz, zira ben de bana kızıyorum!
Çünkü zaman zaman kendimi de “kapitalist kriterler”e göre yaşarken yakalıyorum.
Marka ve moda elbiseler…
Lüks arabalar…
Saray yavrusu evler…
“İsraf etmeyiniz” hükmüne rağmen, saçıp savurmalar…
Makam-mevki ve güç olarak bizden aşağıda bulunanları hor görmeler…
“Benim kim olduğumu biliyor musun?” afraları- tafraları…
Beş yıldızlı tatiller… (buna “alternatif tatil” diyorlar, acaba cennetin alternatifi var mı?)
İslami moda… (Kuaförler, güzellik salonları, detokslar, botokslar…)
İslami tatil…
İslami mayo…
Kısacası lüks, ihtişam, gösteri, gösteriş adına ne varsa…
Yine de “Müslümanız elhamdülillah!”
Öyleyiz şükür.
Ama bizim şu “Müslümanlık” algımızla sahabenin “Müslümanlık” algısı aynı mı acaba?
Neden mi sordum?
Çünkü şu yaşam tarzımızla kime benzediğimizi artık görmemiz ve bir rota düzeltmesi yapmamız lazım.
Çünkü paraya ve güce kavuştuğumuz günden beri, git gide artan bir şekilde “kapitalist kriterler”e göre yaşıyoruz…
Çünkü İslami hükümlerin yerini “dünya standartları” aldı…
Çünkü, dünya ahiretimize egemen olmaya başladı…
Çünkü halimiz bizi “ötekiler” e, yani vaktiyle “ehl-i dünya”diyerek eleştirdiklerimize benzetiyor…
Çünkü giyim tarzımız, yerimiz, yöremiz, evimiz, tavrımız, duruşumuz, bakışımızla artık sadece “dünya” kokmaya başladık. Evet, çok eskiden değil sadece otuz yıl öncesine kadar, “fani” lezzetlere pek dönüp bakmaz, “ebediyet” e dönük yaşardık…
“Dünya standartları” hayatımızı kontrol etmez, en azından belirleyici olmazdı.
Devam edelim mi?
Bence edelim!
Peki neyi yazalım?
Bir avuç sahabe ile dünyaya hükmeden dinin; 1,7 milyar inananı ile gadre uğramasını mı?
Hz. Peygamber hakkında tonla söylenen yalan, atılan iftiralar ile kurulan yeni din anlayışını mı?
Mezhep imamları söylemediği halde onlara tonla söz atfederek kurulan mezhep zihniyetinde toplumdaki tefrikayı mı?
Avrupa’nın 250 yıl önce birbirini kırıp geçirdikten sonra terk ettiği ve bugün Ortadoğu’da bunu silah olarak kullandığı mezhepler savaşını mı?
Allah’ın en muhteşem ayeti olan insanın Allah’ı yüceltme adına (!) yerlerde sürünmesi, yok edilmesi, boğazlanmasını mı?
Trilyonluk camilerin avlularında dilenen kadınları, çocukları ve her şeyden bihaber masum bebeleri mi?
Yanı başında komşusu açken her yıl umre yapan, hacca giden ve bunu ibadet sayan para babalarını mı?
Elli lira için birbirini yok eden bir aileyi mi?
Çocuğuna bayramlık ayakkabı alamadığı için kafasına sıkan dertli bir babayı mı?
İnsanın insana emanet edildiği evrensel bir din kavramında, o dinin mensuplarının hışmından kaçıp gayrimüslimlere hicret eden Müslümanları mı?
Hiçbir suçu, günahı olmadığı halde öldürülen masum bebeleri mi, dul bırakılan kadınları mı?
Güzel günler görebilmek umuduyla daha insanca yaşamak için yerini yurdunu terk ederken sahillere vuran çocukların cesetleriyle vicdanlarımızı bir kaşık suda boğmayı mı?
İnsanın insana emanet edildiği İlahi bir mizanda o din uğruna (!) kadınların ırzına geçilmesini mi; köle pazarlarında satılmasını mı?
İslami bir farz olduğu kafasına kazıtılanın, peçesini açmadığı için 15 kurşunla şehit ettiği kızın canına sebebiyet veren yobaz zihniyetlerin mi?
Bu dine olan kinini kusan ve her bir ferdini yok etmek adına tüm varlığını ortaya koyan siyonizmi mi yoksa bu değirmene su taşıyan biz Müslümanları mı?
Toprağa verilen gencecik fidanlar için yükselen ağıtları mı, arşı yırtan feryatları mı?
At itinin it izine karıştığı coğrafyada kardeşin kardeşe kırdırılmasını mı?
Baş olma uğruna yiten canları mı, yanan yürekleri mi, sönen ocakları mı, yakılan tarumar edilen evleri mi?
Kendi akıl yanılgısı yüzünden başına gelen belaları kaderolarak addeden yozlaşmayı mı?
Aklını kullanmadığı için başına yağan pislikleri göremeyen İslam (!) toplumunu mu?
Müslümanın Müslümana yaptığı zulmü hiçbir din düşmanının yapmadığını mı?
Sahi neyi yazalım ya da hangi birini yazalım?
%98’i İslam iddiasında olan bir toplumun (yine O ülkenin dinini temsil eden kurumun(!) yaptığı bir araştırmayla);%92’si bir kez dahi herhangi bir Kur’an meali okumamışsa…
Rabbin ona gönderdiği ve “sorumlusun ey kulum” dediği “fermanı” açıp okuma zahmetine katlanmıyorsa…
Okumayı sadece ön yüzünden ve arapça olarak algılayıp, elde ettiği sevabı da bağışlıyorsa; din sandığı kavramların gelenekten, görenekten, hamasetten ve Arap kültürü olduğundan bihaberse; bunu ikaz edenler münkir, dile getirenler kafir (!) oluyorsa…
İbadet olarak algıladığı nüsuklarını bile atadan dededen aldığı kültürle, ruhsuz ve şuursuz bir halde “borç ödeme seansı”olarak yapıyorsa…
Allah’ın ilahi ikazlarında tam 75 kez tekrar ettiği “aklını kullan” hitabını sadece “kurnazlık, şeytanlık, menfaat sağlama, çıkar elde etme” olarak algılıyor, orada kullanıyor ve dini/manevi konularda ise “nasıl olsa bizim yerimize düşünen alimlerimiz, şeyhlerimiz, evliyamız var”, onlar düşünsün, söylesin, emretsin biz gereğini yaparız diyorsa…
Bu dini sadece kendi tekelinde görüyor, Kur’an-ı Kerim’de hergün ayaklarının altında çiğnediği hükümlerini “umursamadan”, mushafa yapılmış zahiri bir harekette “kan beynine sıçrıyor” ise “Allah” kavramını gökte ya da iki kapağın arasında arıyor, O’nun zat-ı Uluhiyyetinin her an, her lahza, her saniye kendisiyle birlikte olduğunu idrak edemiyorsa…
Ahiret gününe iman ettiğini söylediği ve iddia ettiği halde; aldığı nefesin dahi her saniyesinin hesabını vereceğini bildiği halde buna zerrece iman etmeden (!) istediği herşeyi yapıyorsa…
İslam kavramını sadece ömrünün son demlerinde tapınma, yalvarma olarak algılıyor; ya da bonus (!) olarak verilen mübarek (!) gün ve gecelerde “Allah affeder” şeklinde bir İlahi arınma (!) anlayışı içinde ömür tüketiyorsa…
Allah’ı yüceltmek (!) adına, O’nun halife olarak addettiği insanı küçültüyorsa…
Kafir (gerçeği örten) ilan ettiği Batı’nın her iş ve oluşuna hayranlıkla gıpta ediyor; ona için için hayranlık duyuyor; onun bulduğu bilim, teknoloji ve ilmi sonuna kadar kullanıyor, hatta onun ortaya çıkardığı teknoloji ile ona küfür, hakaret hatta beddua etme gibi bir cesareti kendinde buluyorsa…
Okuduğu “kelime-i şehadet” ile “Müslüman oldum, Allah’a inanıyorum, Peygamber’in risaletini kabul ediyorum öyleyse kurtuldum” zihniyeti tüm hücrelerine hakimse…
Kıldığı iki rekat namaz, çektiği iki tane tesbih (!) ile evliyalık makamına yükseldim sanıyor ve “din” kavramının Nebevi ikaz ile “güzel ahlâk” olduğundan zerrece haberi yoksa…
Ve yazık ki bu listeye yüzlerce hatta binlercesini ekleyeceğim maddeler onu zerre kadar ilgilendirmiyor; düşündürmüyor, tefekkür ettirmiyorsa;
Ve bu listeyi okuyan “gelenekçi” bir Müslümana göre ben kafir isem, mürted isem, dinden çıkmış isem!!!
Sorarım sizlere iman ettiğinizi iddia ettiğiniz Allah aşkınaneyi yazmalı?
Bitti mi?
Hayır bitmedi!
Kadınlara dokununca bozulan abdest yetim hakkına dokununca neden bozulmuyor?
Neden Kur’an-ı Kerim’de tam 292 yerde geçen HAK kelimesini kimse terennüm etmiyor?
Neden “salat” kavramı Kur’an-ı Kerim’de tam 130 yerde geçmesine, 8-10 yerde “nüsuk” olarak tarif edilmesine rağmen, tüm meallerde “namaz” olarak çevrilmiş?
Peygamberlere biat bile şartlı iken (Mümtehine 12), neden büyük bir çoğunluk şeyhine, liderine, partisine sorgusuz, sualsiz teslim olmuş durumda?
Neden cennetle müjdelenen (!) on sahabi arasında Hz. Ebuzer, Hz. Bilal yok?
Neden İslam tarihi Hz. Peygamber’in vefatından sonra gerçekleşen iktidar savaşlarıyla dolu?
Neden cami, Kur’an kursu, dindar sayısı arttıkça bizim imanımız ve teslimiyetimiz azalıyor?
Neden sahabi elindeki Kur’an yaprakları ile dünyaya meydan okurken bu din bugün 2 milyar inananı ile gadre uğradı?
Hz. Lut ve Hz Nuh’un çevresinde kaç kişi vardı?
Hz İbrahim neden tek başına idi?
Çoğunluk neredeydi?
Arı bal yapmam, güneş doğmam, gece kararmam, kış üşütmem, gündüz ışıtmam, koyun süt vermem, inek et vermem diyebilir mi?
Peki her şeyin hizmetine sunulduğu insan ona verilen akıl nimeti ile Rahman’ın halifeliği görevinden neden kaçar?
Neden yukarıda saydıklarım ve bu konuda binlerce örnek verebileceğimiz Sünettullah’ta hiçbir varlık reddetme imkanına sahip değilken, insan kendine sunulan bu “özgürce”seçim hakkını kendi aleyhine kullanmaktadır!
İbadet denilince hepsi birbirine karıştırılarak, namaz, oruç, abdest, camiye gitmek, dua etmek gibi kavramlar akla geliyorken, neden din denilince akla hak, hukuk, adalet, işgaller, zulümler, tecavüzler, yoksulluk, yolsuzluk, sokak çocukları, engelliler, açlar, susuzlar, giderek artan boşanmalar, dağılan aileler, işsizler, zulüm, işkence, plansız şehirleşme, trafik, gecekondu, sanat, edebiyat, şiir, felsefe, müzik, sinema, tarih, tabiat, uygarlık gelmiyor.
İslam tek ve hak din değil mi?
Öyleyse bütün iyilik ve güzellikleri Müslümanların yapması gerekmez mi?
Peki; bilim, teknoloji, sağlık, sanat, adalet ve insan haklarındaki güzellikleri niçin biz değil de Yahudi ve Hristiyanlar yapıyor?
Onlar birlik ve barış içinde çalışırken, biz neden sürekli birbirimizle uğraşıyoruz?
Neden her halimizle dinimizi yalanlıyoruz?
Neden bizim gibi ülkelerde siyasetin girdiği yerden akıl, mantık, basiret, feraset, ahlak, vicdan çıkıp gidiyor; geriye sadece hırs, öfke, kin, nefret ve düşmanlık kalıyor!
Din “insanı korumak ve mutlu etmek” için gönderilmişken, dinidarlar neden “dini korumaya ve dini mutlu etmeye”çalışıyorlar!
Şu ateşe dayanıklı kefen üreten din bezirganları, nedenüşüyen çocuklara sıcak tutan elbiseler üretemiyor?
Her gün onlarca cenazeye rağmen, sönen onca ocağa rağmen, dağlanan onca yüreğe rağmen bu kanın durması; huzur ve sükunetin gelmesi, barışın tesis edilmesi adına; asıl adı barış olan ve kendini bu dinin temsilcisi sanan ne Diyanet, ne herhangi bir cemaat, ne bu amaçla kurulan stklardan ve ne de herhangi bir tarikatten neden bir ses çıkmıyor?
Neden İslam “gönül kazanma” diniyken “haşlama ve dışlama” dinine dönüştürüldü!
“Gönül alması” gereken İslam korku saldı! Sevdirme dini “haddini bildirme ve sindirme” dini oldu! “Sevgi gösterisi”olması gereken din “gövde gösterisi” oldu!
Şeyhinin bir anda bir yerden diğer bir yere uçtuğunu aynı anda birkaç yerde olabileceğini söyleyen ve buna gözü kapalı inanan kardeşim, Hz. Peygamber (s.a.v) neden Mekke’den Medine’ye giderken mağarada üç gün saklandı da, bir yere uçamadı!? Neden Hz. Musa (as) suda yürüyemedi, denizin yarılmasını bekledi veya Yakup Peygamber (as) neden bir anda oğlu Yusuf’un yanına gidemedi?
Ku’ran denilince din(i)darların aklına Allah’ın insanlığa mesajı ya da bize sunduğu hayat tarzı değil de; ölü kitabı, mezar kitabı, mevlit kitabı ya da dua kitabı akla geliyorsa neden ve kimden şikayetçiyiz?
Evliyalar, ermişler için anlatılan kerametlerin Kur’an’da anlatılan peygamber kıssalarının bilmem kaç katı olduğunu düşündünüz mü?
Kalabalıklarıyla övünüp bir “sürü” taraftarı var diye sevinen cemaatlerin ve tarikatların kan ağlayan İslam coğrafyasına koştuklarını gördünüz mü?
Peki onları kurtarmaya gelen evliyalar neden hapishanelerde mahkum edilen ve tecavüze uğrayan Müslümanları kurtarmaya gitmiyorlar?
Kafamda soru çok….
Neden mi yazıyorum?
Çünkü düşüncelerimden başka türlü kurtulma çaresi bulamadım henüz.
İslami davet ve zihin, bilgi ister, evrensel bakış ister, bağımsız düşünme yeteneği ister ve en önemlisi de biraz da bunları elde ettirecek akıl ister…
Ezberi olan, bir fikre körü körüne bağlı olan, geleneksel anlayışından ödün vermeye yanaşmayan, geleceği yorumlamaktan korkan, yaşadığı olumsuzlukların nedenini arama zahmetine girmeyen, kendi öğretisinin dışında bir yorum getirenleri lanetleyen ve aşağılayan, öğretisindeki kusurları örtmek için bin bir bahane uydurmayı adet haline getirenlerin, “Her şeyimiz iyi de biz ve bizim gibi olanlar niye böyleyiz?” sorusunu kendine bir defa bile sormamış olanlar ve bu bağlamda neden-sonuç ilişkisini yaşam tarzı olarak benimseyemeyenler bu davetin muhatabı olamazlar.