BİLİYORSAN OLMANIN DERDİNE DÜŞ
Şeytan insanla ilk karşılaşmasında günahkâr olmuş, suçu nefsinden değil Allah’tan bilerek “beni sen azdırdın” demiş ve huzur-u ilâhiden kovulmuş; ikinci karşılaşmada ise yasak ağacın meyvesinden yenilmesiyle insan günahla tanışmış, “biz kendimize zulmettik” diyerek tövbe etmiş ve affedilmişti. Yani günahı Allah’a yüklemek şeytanın âdeti olmuş böylece, nefsinden bilerek tövbe etmek ise babamızın mirası.
“Allahın rahmeti bereketi üzerimize olsun sevgili hocam, çok üzgünüm gerçekten. Suriyeliler yüzünden yaşamadık mı biz bunca zulmü? Tamam onlar da insan, din kardeşlerimiz ama neden onlar kendi memleketleri için savaşmadı? Neden bizim kuzularımızı yaktılar sizce? Bu adalet mi? Ne olur kusura bakmayın! Ülkemin gençleri işsiz biçare halde kendilerini intihara sürüklediler. Bir çoğu üniversite bitirdi, lisansını yaptı ama iş bulup giremedi. Baba parası yemekten haya etti ve dayanamayıp (artık nasil bir psikolojiyse) babasının silahıyla kendini vuranlar oldu. Onlar hiç çalışmadığı halde aylık maaşları evlerine girdi ve bu toplum gerçekten onlara kucak açtı. Kocasının bıraktığı harçlıktan gizli saklı biriktirip bir Suriyeli yetim için gıda aldı, kıyafet aldı. Ama onlar hain çıktı ve bu milleti sırtından vurdu. Hayasızca bir çoğu yavrularımıza eşlerimize göz diktiler! Ne adaleti, ne vicdanı? Vicdansızlığı, adaletsizliği kapı komşu dediğimiz, kardeş bellediklerimiz yapmadı mı bize? Niye yandı bunca ananın ciğeri? Onlar kalıp kendi memleketleri icin savaşsaydı, inanın biz zaten durmaz, tam desteğimizi verirdik! Çok üzgünüm, neye inanacağımı; neye ve kime güveneceğimi bilemez oldum artık.”
Yukardaki mesaj, sosyal medyadan hergün yüzlercesini aldığım mesajlardan sadece biri ama özellikle vatandaşımızın gündeme dair ruh halini çok iyi yansıttığı için noktasına dokunmadan olduğu gibi aldım.
Mesajı okur okumaz da aklıma “akrep hikayesi” geldi.
Dervişin biri suya düşen akrebi kurtarmak ister ve elini uzatınca akrep elini sokar. Derviş tekrar dener, akrep yine sokar. Bu, birkaç kez tekrarlanınca yanındakiler dayanamaz ve dervişe sorarlar;
“İyilik yapmak istediğin halde sana zarar verene daha ne diye yardım edersin?”
Dervişin cevabı ise manidardır:
“Akrebin fıtratında sokmak var, benim fıtratımda ise yaratılanı sevmek, merhamet etmek. Onu sudan çıkarmazsam yüzme bilmediği için suda boğulup gidecek. O, fıtratının gereğini yapıyor diye ben neden fıtratımı değiştireyim?”
Evet, ilahi yazılımda kodlarımızda sevgi, şefkat, merhamet yüklü ve bunu içimizdeki vicdan çipine saklayan kudret muhtelif vasıtalarla da defalarca duyurmuş. Yani insan, “insanlık vasfını yitirmediği sürece” sevgiyi, iyiyi, güzeli, adil olanı tercih etmek üzere programlanmış bir varlık.
Ama yazılarımda hep andığım gibi teknolojinin başdöndürücü hızı, fiili değil faili merkeze alan bakışlarımız, ilkeler yerine ilişkileri önemsememiz, ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz, “benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamızla manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik.
Yani içimizdeki vicdan çipi kirlendi ve fabrika ayarlarımız bozuldu. Bu nedenle de amaç- araç ilişkimizde amaçlarımız ile araçlarımız yer değiştirdi.
Bu sayede de daha düne kadar mahallede pişen yemeğin tadı tüm dimağlarda bereketin leziz tadını paylaşırken; bugün gördüğümüz halde sırtımızı döner, duyduğumuz halde kulaklarımızı tıkar, şahit olduğumuz halde vicdanlarımızı örter olduk.
Aptalca kışkırtmalarla muhacirlere saldırarak; bize sunulan nimetin bir yetimin boğazından geçtiğinde değerli olduğunu; döktüğümüz alın terinin bir çaresizi ayağa kaldırdığında kıymetleneceğini; soframızdaki ekmeğin paylaşıldığında bereketleneceğini; dilimizdeki duanın başkasına şifa olduğunda anlam kazanıp bize de fayda sağlayacağını unutarak Allah’ın bahşettiği ensarlık şerefine gölge düşürmeyi bu yüzden başarabiliyoruz.
“Bir şey dileneni sakın kovma” (Duha,10) diye buyuran Rabbimizin de, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!”diyerek sözlerini ötelerin terazisi ile tartıp, nübüvvet kokusu ile mühürleyen güzeller güzelinin de ikazlarını atlayarak üstelik.
Bu sayede de birden fazla sebepten doğan hadiseleri, kendimizi en haklı çıkaracak tek bir parametre ile yorumlayıp, diğer sebeplere yok muamelesi yapıyor; böyle olunca da herkesin haklı olduğu ama neredeyse hiç kimsenin hakkaniyetli olmadığı bir kavganın ortasında buluyoruz kendimizi. Çünkü hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor, biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Öyle ya, şeytan insanla ilk karşılaşmasında günahkâr olmuş, suçu nefsinden değil Allah’tan bilerek “beni sen azdırdın” demiş ve huzur-u ilâhiden kovulmuş; ikinci karşılaşmada ise yasak ağacın meyvesinden yenilmesiyle insan günahla tanışmış, “biz kendimize zulmettik” diyerek tövbe etmiş ve affedilmişti.
Yani günahı Allah’a yüklemek şeytanın âdeti olmuş böylece, nefsinden bilerek tövbe etmek ise babamızın mirası.
Bedenle işlenen günahtan (nasibimiz varsa) tövbe etmek kolay da; kibir, riya, haset gibi varlığını fark edemediğimiz günaha tövbe zor sanırım.
Haram olan veya yasaklanan her şey içki gibi sarhoş etseydi, kimin ayık kimin sarhoş olduğunu işte o zaman anlayabilirdik belki de. Gıybetin, yalanın, iftiranın, dedikodunun, riyanın, kibrin insanı sarhoş ettiğini bir düşünün; memlekette ayık adam bulabilir miydik gerçekten?
Bu ülkeyi sevmeyi iman bilenlerin yanaklarından süzülen her bir damla, ebâbil kanatlı bir ah olsa da; yüzlerini bu ülkeye dönüp son bir ümitle dua eden mazlumlara duyulan ilahi muhabbeti bilsek de; müslümanı müslümana kırdıran zâlimlere beslediğimiz adâveti yüceltsek de, farkında değiliz.
Türkiye’yi istemeyen koordinatörü de, bölemediği için yok etmeye çalışan amelesi de, kendisine teslim olmadığı için istemeyen haini de, kendisi iktidar olamayacağı için her türlü fitneye müracaat eden şakşakçısı da, kendi sözünü dinlemeyenlerin iktidar olduğu bir ülke istemeyen finansörü de bugün bir arada; birinin planı, diğerinin bombası, ötekinin fitnesi, berikinin alkışı, bir diğerinin parası aynı noktaya odaklanmış durumda.
Koordinatörün imansızlığı, amelenin kalpsizliği, hainin akılsızlığı, şakşakçının nasipsizliği, finansörün kıblesizliğini biliyoruz evet ama yumuşak karnı çok olan bir ülkede, kaşıyacak yarası gün be gün artan bir zeminde, en olmayacak şeylerin dahi artık normal karşılandığı bir zamanda fitne çıkarmak hiç de zor değil. Bu yüzünden karanlık zihinlerin, güsulsuz ruhların da her an elleri tetikte.
Peki neden farkında değiliz?
Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünnetini mihenge alıp, altı asır adalet ve muhabbet dağıtan bir medeniyetin varisiyken aradığımızı bulmak için başka bir yere bakmaya gerek var mı bilmiyorum. Ama muhafazakârından solcusuna, Atatürkçüsünden komünistine kadar ait olduğumuz milli ve manevi dinamikleri bilmiyor; elimizdeki rivayetsel bilgi kırıntılarıyla bildiğimizi sanıyoruz.
İşte bütün hikâyemiz burada saklı!
Dokuz yıl boyunca ensar ruhuyla bu muhacirlere açılan kucaklayıştaki samimiyetin kelimesiz haykırdığı cümleleri duymadan bu hikayeyi anlayamazsınız. Bir şey alma umuduyla vermek değil bu hikayenin özeti, daha fazlasını şimdilik veremeyişinin mahcubiyeti var satır aralarında.
Biz bu satır aralarını neden göremiyoruz peki?
Aldığı her nefeste Allah rızâsını mihenge koyan bir tasavvurun; hayatın her alanına dair en küçük detaya varıncaya dek söyleyecek sözü olan bir dinin mensupları ve bu sözü kendi hayatında en güzel örnek oluşun hakkını kâmilen vererek tatbik eden Alemlere rahmet olanın ümmeti olduğumuzu iddia etmemize rağmen; bir ömür boyunca boş bir beşiği sallar gibi yalan yanlış hayâllerin, yersiz kaygıların, başıboş umutların, beyhude sevdaların esiri durumundayız çünkü. Şartlanmış bir zihinle baktığımız yerde görmek istediğimizi görüyor; birşeyler yapmaya değil birşeyler olmaya çalışıyoruz.
Kainatın zikrini duysaydı insan, kalbi dayanamaz patlardı, demişti bir gün bir kalp sahibi. Duymak, kalbi olanların işi demek ki; kulağı olanlar işittim zannediyor sadece.
“Hanginizin en güzel ameli yapacağını imtihan için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur” diyen bir Rabb’e iman eden insan, dünyaya iyi olmak için mi , iyi işler yapmak için mi gelmiştir? diye sorsam ve eklesem; bugün yaptığı işlerin iyi olup olmadığının bir bir hesabını vereceği bir günün geleceğini hakiki bir imanla bilen insan, o günün sahibinin kendisine nasıl muamele edeceğini bilmeden bu gün ‘iyiyim‘ diyebilir mi?
Sûretle perdeli, mânâdan mahrum bir bakışla bir tık daha yukarı çıksam ve desem ki;
Mekkeli bir fetih gününde yeni yavrulamış bir köpek için yolu değiştirilen on bin kişilik ordu, Bistam yolunda heybeye tutunmuş bir karınca yuvasına dönsün diye çekilen eziyet, çocukların elinden kurtarılıp gökyüzüne salıverilmiş bir kuşun gayesi iyi olmak mıydı, iyi bir şey yapmak mıydı?
Dîvân-ı Hakk’ta sana nasıl muamele edileceğini bilmek istiyorsan, bugün O’nun (c.c) yarattıklarına nasıl muamele ettiğine bir bakıver diyen ariflerin dilince “haklıya mükâfat olarak haklılığı, haksıza ceza olarak haksızlığı yetmez mi gerçekten?”
Marifet dediğimiz şey bir şeyi bilmek değil onun gerektirdiği gibi olmaktır madem; “biliyorsan, olmanın derdine düş” demezler mi adama?
Biz fethetmek üzere olduğu kalenin tam alınacağı esnada namaz vaktinin tehlikeye girmesiyle kuşatmaya ara veren bir telakkinin mensupları olarak “neden” diye sorulduğu vakit ölçüyü şöylece koymuşuz:
“Kaleyi almakla değil namazı kılmakla mükellefiz!”
Yanisi çağlar ötesinden Medine’ye ilk adım atıştaki nebevi soluğun haykırışıyla “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz”düsturunca; bir başkasına derman olma derdine düşünce fark edeceğiz belki de dert zannettiklerimizin aslında dert değil Rabbimizle yakınlaşmak için birer derman olduğunu ve dermanın en güzelini belki de bir başkasının derdine deva olduğumuz gün bulacağız.
Bir bina için temelin ne manaya geldiğini bilemeyecek kadar cahil olabiliriz ama hiç olmazsa evi yıkmaya gelenin ilk vurduğu yere bakıp temelin vazifesini anlayacak kadar aklımız olsun olmaz mı?