BİLMEK, GÖRMEK VE OLMAK

BİLMEK, GÖRMEK VE OLMAK

Afrikalı köleleri, Arabistan çöllerindeki isimsiz yalın ayaklıları, azgın bir kabile olan Gıfar’dan Ebuzer’i, İran’dan Selman’ı, ucuz köle olarak addedilen Bilal’i sahiplenerek onların köhne çadırlarına, viran kulübelerine gidip, hayatlarının her ayrıntısında yer alan ve her birinin adları yüzyıllar boyu anılacak büyük bir övgüyle söz ettirerek insanlığın gelecek nesline sunan idrak yetim artık!

Kur’an-ı Mübin (doğru okuyan, doğru anlayan, doğru anlatan ve doğru yaşayanı yoksa eğer) en büyük tehlikedir!  

Evet, yanlış okumadınız!

Bugün yaşananlar, İslam dünyasının günümüzdeki ahvali, dincilerin bütün kötülük ve münafıklıkları Kur’an-ı Kerim adına yapmaları ise bunun en güzel ispatı.

Peki nasıl?

Işid Müslümanları neye göre öldürüyor?

Kur’an-ı Kerim’e göre!

El Kaide neye göre öldürüyor?

Kur’an-ı Kerim’e göre!

Taliban neye göre öldürüyor?

Kur’an-ı Kerim’e göre!

Hizbullah neye göre öldürüyor?

Kur’an-ı Kerim’e göre!

İslami grup ve cemaatler birbirlerini neye göre yok etmek istiyor?

Tabii ki Kur’an-ı Kerim’e göre!

Demek ki Kur’an-ı Mübin gerçekten çok büyük tehlike!

Peki, nasıl oldu da Allah’ın “yaşatmak için” gönderdiği kitap, “öldürücü, yok edici, kendisi gibi düşünmeyenlerin canına kast eden” bir silah oldu?

Üstelik bizzat kendi inananlarına yönelen bir silah!

Aslında derin bir tefekkürle bunu anlamak hiç de zor değil!

İngiliz başbakan Gladsotone’un “Kur’an-ı Kerim’i Müslümanların elinden almalıyız” ifadesine aldandık ve elimizden aldılar zannettik! Oysa tam aksine günümüzde Kur’an-ı Kerim tehlikeli bir silah haline getirilerek Müslümanların eline verildi. Ama bu silah öyle şeytanca kurgulandı ki müslümanlar bu silahı sadece birbirlerini öldürmek üzere kullanmaya başladı.

8 milyonluk İsrail’in dünyaya tek başına meydan okumasını başka türlü nasıl okuyabilirsiniz?

Peki bu nasıl oldu?

Bunu başarmak için iki şey yaptılar!

Önce müslümanların ufkunu açan; anlama, kavrama yeteneğini geliştirecek eğitim sistemi yerine tam aksine Müslümanların anlayışını körelten ve öldüren, onları robotlaştırıp mankurtlaştıran eğitim sistemleri kurdular ki; bu sistemde muhalefet, düşünmek, akletmek, sorgulamak kesinlikle yok.

Bakın okul müfredatlarımıza ne demek istediğimi gayet net anlarsınız!

Tevekelli yırtınmıyoruz “biz bu dünyaya bin yıl boyunca kendi kaynaklarımızdan beslenerek hükmettik” diye. Ama adamlar kendi kürsülerinde atamızın, dedemizin ortaya koyduğu ölümsüz eserleri okutmaktan da geri durmuyorlar.

İkinci olarak da müslümanları birbirlerine karşı örgütleyerek ellerine Kur’an-ı Kerim silahını(!) verdiler! 

Zira tarla nemli ve atılan fitne tohumu anında fesat ağacına dönüşüyor!

Nasıl olur demeyin!

Kur’an gibi en son, en mükemmel, en sahih, en sağlam, en muciz, en neciz, en edebi kaynak olan bir servetle övünen bizler değil miyiz?

Evet! Ama öte yandan Kur’an’a olan ihtiyacımızı, Kur’an’sız düşünce ve davranışın biçareliğini idrak edemeyen yine bizleriz değil mi? Yazık ki yine evet!

Artık anlamalıyız!

Kur’an-ı Mübin’in anlamadan, kavramadan sadece arapça lafzından okundukça şifa bulunacağı ifadesi çok sinsi bir yalan ve aldatmaca, daha da ötesi afyondur!

Eğer gerçekten salt arapça, bilmeden, anlamadan okumak şifa olsaydı, İslam dünyası kan, kin, nefret ve gözyaşı deryası değil, huzur deryası olurdu! Olurdu, olması gerekirdi zira şu an İslam dünyasının her yerinde gürül gürül Kur’an okunuyor ve milyonlarca hafız var!

Lafı gelmişken bu “hafız” kelimesiyle ilgili bir parantez açmak istiyorum!

Hafız, “koruyan, saklayan, gözeten, kollayan”anlamındadır!

Peki bizim uygulamamız nasıl?

Yazık ki ülkemizdeki ve dünyadaki hafız yetiştirme projesi; Kuran’ın gerçeğini yani mesajını saklayan, koruyan ve yaşayan anlamında değil, sadece okunuşunu ya da seslendirilmesini saklayan anlamındadır ki uygulama da zaten bu biçimdedir!

Dolayısıyla hafız yetiştirme, tabiri caizse cd, plak üretme veya flaş bellek, disk üretme biçimindedir! Günümüzdeki anlayışta da bu yolla canlı cd’ler üretiliyor!

Oysa, kim ne derse desin Kuran’ın okunuşunu ezberlemek ama içeriğine bihaber yetişmek, bu yönde hiçbir hedef gözetmemek Kuran’ın kısırlaştırılması ve hadım edilmesiçabasına hizmet etmektir ki, bugün Kuran kurslarında yetişen hafızların tamamına yakını yazık ki böyledir! Daha da kötüsü hafızlık artık bir meslek ve ekmek kapısı olarak görülüyor.

Kur’an-ı Kerim tabii ki şifa kaynağıdır ama sadece anlaşılmak, anlaşılanların yaşama geçirilmesi şartıyla!

Zira bütün metinler “anlaşılmak” için yazılmıştır ve “anlaşılmak” için okunurlar!

Yani?

“İlme’l yakîn, ayne’l yakîn, hakke’l yakîn”

Bilmek, görmek ve olmak.

Bütün mesele bu…

Oysa bugün, (bırakın yukarda serzenişte bulunduğum nerdeyse ömürlerini vakfetmiş hafızlarımızı ki hakkıyle görevlerini eda edenleri tenzih ediyorum) en dindar zihin dahi, kendi kitabı ile yüzleşmekten kaçıyor ve işin en acı tarafı insanlar bu kadar bilgi yığını içinde neye nasıl ve ne şekilde inanmaları gerektiğini şaşırmış durumdalar.

Kanımca bu yüzden de bugün coğrafyamızda tarikat, cemaat vb. İslami (!) oluşumlar bu kadar çok ve çabuk yer edinebiliyor.

Evet, kendi nacizane tespitimle diyorum ki, Allah ile araya “aracı” konulmasının temel sebeplerinin başında “dindar zihnin kendi kitabı ile yüzleşmekten kaçınması” geliyor.

Zira bilgi ve ilme bu kadar kolay ulaşılabilen ve adını “iletişim çağı” koyduğumuz bu çağda müslümanın kendi kitabı ile “iletişimsizliğini”, başka türlü açıklayamazsınız çünkü.

Evet, durum vahim maalesef!

İnsanımız, devekuşu misali gibi kafasını toprağa gömdü mü tüm gerçeklerin üstünü örttüğünü sanıyor! Bunun için de zihninin rahatlayacağı bir bahane arıyor. Kendisini rahatlatacak, gerçekle yüzleşmekten kurtaracak bir argüman buldu mu da ona sarılıyor ve kafa konforunu bozacak ‘tehlikeli fikri’ dışarı atıyor.

Zira girdiği İslami oluşum, ona bu dinin;

yoksulların, ezilenlerin, açların, kölelerin, düşkünlerin, toprağa diri diri gömülen kız çocuklarının tarihteki son ilahi çığlığı olarak, “fekku ragabe” (kölelere özgürlük!) diyerek doğduğunu…

Okuması ve hayat rehberi edinmesi gereken kitabının ilk yirmi üç suresinin mülk sahiplerini bombardımana tutarak başladığını, iman iddiasında olup da bu kitabı muhatap alanların ilk kıssa olarak “bahçe sahipleri” kıssası ile karşılacağını…

“Lehu’l-mülk” (mülk Allah’ındır) sesleriyle servet kalelerini yıkacağını…

“La ilahe illallah’ nidalarıyla imparatorluk duvarlarını yıkacağını, kula kulluk etmekten kurtulacağını ve aslında bu ilahi haykırışın onun “en büyük kutsal”, “en muhteşem ayet” olarak dünyaya gönderilmesinin yegâne anahtarı olduğunu anlatmıyor, anlatamıyor.

Böyle bir İslami oluşum(!) varsa da ben bilmiyorum! Zira İslam kültürü akla veda etmiş olmanın ıstırabıyla kıvranırken İslam diye sunulan safsataları temizlemek yerine birbirlerinin ayıp ve kusurlarını ifşa etmek için kanal kanal dolasan din bezirgânları bunun en güzel örneği olsa gerek.

Sonuç olarak hem girişte yukarda arz ettiğim sebeplerden dolayı, hem de Rabbimiz’le kuramadığımız iletişimden dolayı “kendi celladına gülümseyen, hatta yetinmeyip âşık olan”bir toplum haline geldik, getirildik.

Bugün konuştuğumuz, görüştüğümüz, tanıdığımız insanlar kitaplarıyla yüzleştiklerinde dünya başlarına yıkılacak; aç ve açıkta kalacak, elinde avucunda ne varsa infak edecek; Hint fakirleri gibi yaşayacak, çoluk çocuğu bu nedenle sefil olacak sanıyor.

Çünkü din onlara böyle sunuluyor, böyle anlatılıyor. Böylelikle de evet Allah’ın varlığına iman ediyor ama ona güvenmiyor! (Nisa 136)

Oysa ki dini, dindarlığı “her şeyden yoksun olma”, ‘zühd’kavramını ise “bir yere çekilip her şeyden el ayak çekme”olarak duyan kardeşim, bu duyduklarını bir tarafa bırakıp dini benden, ondan, filan alimden, öbür hocadan öğrenme çabasını terk edip kendi kitabına müracaat ettiğinde görecek ki;

Kur’an-ı Mübin kendisine “zikr” der.

Yani verileni/lütfedileni hatırlatma…

Bütün peygamberlerin yaptıklarına ise “inzar” der.

Yani verileni/lütfedileni (aklı ve vicdanı) derin uykulardan uyandırma, uyanışa çağırma…

‘Allah ile arasındaki aracılar’ güvenilir geldiği ve kardeşimiz kendi kitabına müracaata da ihtiyaç duymadığı için tüm bu uyarıları hep inkarcılara yönelik anlar, “ben zaten iman etmişim, bunlar bana hitap etmiyor” diye düşünür.

Oysa Kur’an’daki akletme çağrılarının tümü doğrudan doğruya İslam dünyasına yani iman iddiasında olan, fakat gerçekte kör bir itikat, taklidi bir inanç sahipliğinden öte avucunda bir şey olmayan biz idrak yetimlerinedir.

Bakın ne diyor Rabbimiz?

De ki: “Ana babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aileniz, kazandığınız paralar, bozuk gitmesinden korktuğunuz iş ve hoşlandığınız evler Allah ve elçisinden; O’nun yolunda çaba göstermekten daha sevgili ise, Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyiniz.” (Tövbe 24)

Var mı daha açık bir cümle bekleyen?

Şu ayet bile naçizane cümlelerimle tüm bu anlatmaya çalıştıklarımın toplamını iki satırda veriyorken; Allah, “ehli kitaplaşmayın” dediği halde, imanın içeriğinden ve ruhundan bihaber ‘ben zaten iman etmişim’ şeklindeki “kurtulmuşluk” vehmi içinde, uyarıları kendimize yönelik almıyor; “münafık” kelimesini duyunca sağa sola bakıyor, “ayet bizden bahsetmiyor” diyerek sırtımızı dönüp gidiyoruz maalesef!

Oysa dünyanın rengi değişti; lezzeti, rahmeti, merhameti kayboldu artık!

“İnsan” ve “insanlık” kavramları güneşin buzu eritmesi gibi gün geçtikçe eriyor. “Kardeşlik” üzerine bina edilen bu dinin mensupları gün geçtikçe faziletten yoksun hale geliyor. Avuçlarımızda artık iyilik yerine onun sadece tortusu var. Hak ve doğruyu savunanlar bir başlarına yetim bırakıldı ve bu kötü gidişe “dur” diyebilecek insan sayısı, gün geçtikçe azalıyor.

Yeis (ümitsizlik) elbet ki haram! Tabi ki ümitsiz değiliz. Lakin, devekuşu misali başımızı toprağa gömüp olan bitenden bihaber de yaşanmıyor!

Siz korku ile ümit arasında bir kum tanesinin acziyetiyle kumun derdine gebe kalıp hüzünlenirken; uykunuzu, yemeğinizi, hayatınızı “tek bir insan uyansın ve vicdanı dirilsin ne olur!” derdiyle kavrulurken, ekranlardan tam da o anda zat-ı muhteremin biri çıkıp diriltmeye çalıştığınız umutlarınıza kezzap döküyor adeta;

“İslâm gelecek, dünyaya hâkim olacak, Allah nurunu tamamlayacaktır!” (Saff 8)

O zata göre bir müjde, bana göre perişanlığımızın resmi!

Evet, Rabbin vaadi Hak’tır ve mutlaka yerine gelecektir ama kiminle olacak bu?

Sanırsınız ki İslam bir yerlerde beklemektedir.

Hayır kardeşim hayır!

İslam gelmez bir yere, biz İslam’a gideriz. Biz İslam’ı yaşarız. Çünkü; sen de ben de mü’min olsak da olacak, olmasak da. Sen, ben gaflet ile yatsak da olacak, aşk ile çalışsak da. Sen, ben engel olmaya çalışsak da olacak, yardım etmeye çalışsak da.

Yani bu çorba pişecek. Bu çorbanın pişeceğinden şüphe yok. Çorba pişerken bizim alacağımız vazife asıl bizi ilgilendiren kısım. Bu çorbaya bir tutam tuz katabilenlerden olabilecek miyiz, olamayacak mıyız?

İnsanlar bana sana bakıp Allah’ı hatırlayıp yeniden vicdanının sesine kulak verecek mi vermeyecek mi? İçine hicret edip ordaki kiri pası atma çabasına girecek mi girmeyecek mi? En büyük dermanın kendinde olduğunu fark edecek mi etmeyecek mi? İnsanlık senin sadece aracılıkla mükafatlanabileceğin bir kıvılcımla bir ferdi daha bağrına basabilecek mi basamayacak mı?

Tüm mesele bu! Senin, benim bu işin neresinde olduğumuz!

Bunun için her fırsatta söylüyorum ya “kötülüğün kanser gibi yayıldığı bu çağda boş durmak gibi bir lüksümüz yoktur!” diye!

Zira bugün getirdiği ilahi hakikatlerle, içinde “gerçek insan”üretmesi gereken bir fabrika niteliğindeki dinin müntesipleri, en büyük kutsal olan “insan”ı dışlar halde artık!

Afrikalı köleleri, Arabistan çöllerindeki isimsiz yalın ayaklıları, azgın bir kabile olan Gıfar’dan Ebuzer’i, İran’dan Selman’ı, ucuz köle olarak addedilen Bilal’i sahiplenerek onların köhne çadırlarına, viran kulübelerine gidip, hayatlarının her ayrıntısında yer alan ve her birinin adları yüzyıllar boyu anılacak büyük bir övgüyle söz ettirerek insanlığın gelecek nesline sunan idrak yetim artık!

O güzide insanların düşünce ve kılıçlarıyla güçlenen, akıttıkları kanla şaha kalkan, iman güçleriyle kıtalara hükmeden bu güzelim dinin müntesipleri olan bizler; onların acılarına, gözyaşlarına, sıkıntılarına ve en önemlisi de yüreklerinde taşıdıkları imanlarına bigâne durumdayız artık!

Oysa, her biri teslimiyet abidesi bu insanların gönül açıcı sözlerine, isabetli tespitlerine, ateşli nutuklarına ne çok ihtiyaç var bugün.

Neden?

Çünkü onlar yaşıyorlardı! Hem de iliklerine kadar! Ben, sen gibi sabah namazı vakti üzerimizden yorganı atıp Rabbin huzuruna durmayı bile beceremiyorken, İslam’ın yeryüzüne hâkim olmasına dair hayaller kurmuyorlardı. Canlarını, mallarını, kanlarını imanlarına şahit kılmak için her anı kolluyorlardı.

Oysa onların ellerindeki kitabın aynısını okuyup, onlarla aynı gözeden su içen; onları sevdiğimizi iddia eden bizlere rağmen; insanlığın acı ve ızdıraplarına başkaldırının sesi olarak doğmuş bir din, bugün insanlığın acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline gelmiş durumda!

“Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, zulme rızanın, harâma biatın telkin aracı olmuş; “haksızlığa itiraz” ın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına dönmüş durumda!

Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline gelmiş; kuru hurma yiyen bir kadının oğlu (tüm değerlerim ona feda olsun) din pazarlarına meta yapılmış durumda!

“Kölelere özgürlük” diye doğmuş bir din, insanları köleleştirmenin vasıtası haline gelmiş; “aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları, insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelmiş, “vahiy” adına akıl düşmanlığının kalesine dönüşmüş durumda!

Kızıyor musunuz?

Sadece ilk inen ayet bile yetiyor aslında benim bu sitemkarlığıma!

Buyrun beraber bakalım!

Yaklaşık 15 asır önce bir kum okyanusunun ortasında neredeyse yarı vahşi diye tabir edebilebilecek bir topluma ve o toplum aracılığıyla da tüm insanlığa yöneltilen ilk emir olan “oku”, bir vicdani uyanışın haykırılması anlamına gelmiyor muydu?

“Allah adına okumak”; Allah rızası için çalışmanın, her hayırlı işte O’nun rızasını kazanmanın, O’nu unutmamış olmanın, her an O’nun gözetiminde bulunduğunu fark etmenin; dahası hayatına Allah’ı şahit tutmanın en kestirme ve en net yolu değil miydi?

Peki biz de bugün; bu ayeti hayatımızın merkezine alıp tıpkı Hz. Peygamber (sav) gibi önce kendimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz üzerine düşünerek işe başlamalı değil miydik?

Tarih, hayat ve tabiat üzerine; üzerimizdeki nimetler ve o nimetleri veren Allah’ın yüceliği üzerine; şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz ve insanlığın gidişatı üzerine tefekkür etmeli, gözümüzü yıldızların ötesine dikmeli, varoluş sancıları çekmeli, kendi “Hira”larımızda vicdanımızın sesini dinlemeli değil miydik?

İç dünyamıza dönerek orada kendi akıl, zihin, ruh ve gönül kozamızı örmeli; aydınlanmalı, öğrenmeli, her birimiz böyle kendiliğinden vicdanî uyanışlar yaşamalı; bu potansiyel enerjinin içimizde yerleşik olduğunu fark etmeli; sonra kozamızdan taşarak Hira’dan şehre inmeli, toplumsal sorumluluk yüklenmeli ve gereğini yerine getirmeli; üzerimizdeki örtüyü atmalı, kalkmalı ve başka uyanışları başlatmalı; ebedi mesajları yaşayarak okumalı; söze, adalete, özgürlüğe, sevgiye, merhamete, doğruluğa, dürüstlüğe çağırmalı; her tür baskıya, zulme ve zorbalığa meydan okuyarak, insanoğlunun inancına, düşüncesine ve emeğine zincir vurulamayacağını haykırmalı ve tüm bunlar için harekete geçmeli değil miydik?

Tüm bunlar lüzumsuzsa hani bizim eşrefliğimiz?

Evet kardeşim evet! İstediğimiz kadar gömelim kafamızı kuma. İstediğimiz kadar kapatalım gözlerimizi, tıkayalım kulaklarımızı, örtelim vicdanlarımızı! Sen ve beniz ‘alîm’ olanın açlık, uykusuzluk, dert ve sıkıntı içine sakladığı ilmi; tokluk, refah ve rahatın koynunda saray yavrusu evinde arayan! Sen ve beniz ‘dilediğine izzet ve şeref verenin’ itâat, teslimiyet, emanet ve ibadetin içine sakladığını, makam ve mevkide arayan! Sen ve beniz ‘nimet ve hazineleri sonsuz’ olanın, kanaatin, tevazuunun, yardımlaşmanın, kardeşliğin, bir ve beraber olmanın içine sarıp sarmaladığı zenginliği, mal yığıp biriktirmekte arayan! Sen ve beniz Allah’ın cennet için yarattığı ‘rahatı’ bu dünyada arayan?

Bir kıssa ile bitirelim…

Belh Sultanı İbrahim Edhem, bir gece kuş tüyü yatakta yatarken sarayın damında bir ayak sesi işitti. Damda bir adamın gezdiğini anladı. İbrahim Edhem:

“Kim bu saatte o damdaki? Ne arıyorsun orada?” diye seslendi.

Damdan:

“Devemi kaybettim, onu arıyorum” diye cevap geldi.

Hükümdar, iyice kızmıştı…

“Behey şaşkın, damda deve mi aranır!” diye haykırdı.

Damdaki, dedi ki:

“Ey hükümdar! Sen Allah-u Telâ‘yı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun ya?!

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir