RIZIK, İMAN VE GÜVEN
Adam, ormanda dolaşırken, çalıların arasında bir tilki görmüş.
Ama bu tilkinin dört ayağı da yokmuş. “Bu tilki böyle nasıl yaşıyor” diye merak ederken az sonra çalıların arasından ağzında bir tavukla bir aslan çıkmış gelmiş. Aslan tavuğun yarısını tilkiye vermiş, diğer yarısını kendi yemiş ve çekip gitmiş.
Adam bu durum karşısında donup kalarak, “Allah’ım” demiş,
“Sen kullarını nasıl koruyup kolluyorsun. Ben de sana teslim oluyor ve kendimi sana bırakıyorum.”
Gitmiş bir ağacın altına oturmuş, beklemeye başlamış. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş hiçbir şey olmamış. Adam açlıktan ölecek. Ellerini açmış, göğe seslenmiş;
“Allah’ım beni görmüyor musun?”
Kıssa bu ya, gökten bir ses gelmiş:
“Görüyorum da şaşırıyorum, neden sakat tilkiyi taklit ettin de o yiğit aslanı taklit etmedin?”
Ruhumuzu okumaktan ziyade kulaktan dolma bilgilerle bu ve benzeri menkıbe ve kıssalarla beslediğimiz toplumsal yaşantımızda hepinizin bildiğine inandığım bu kısa anekdottan da anlayacağımız gibi bütün inananlar bilir ki, İlahi kodlamatüm mahlukatın rızıklarına kefildir ve bu konu İlahi kelamda da “…yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın! (Hud,6) “şeklinde çok açık bir şekilde ifade edilmektedir.
Yani yeryüzünde yaratılan her ne varsa İlahi kudret, onun rızkını bir şekilde vesileler zinciri ile ulaştırmaktadır ancak “kıssadan hisse” gökten gelen o seslenişe uyarak da bilmeliyiz ki, her canlının bu rızkı bulabilmek için belli bir çaba göstermesi gerekmektedir.
Zira “İnsan için ancak çabasının karşılığı vardır (Necm, 39) diyor ilahi kelam.
Ayette dikkat edilmesi gereken şey çaba dışındaki ikinci husus! Zira orada “sadece inananlar” için değil, “insan” için ikazı var. Bu da çaba gösterdiğiniz taktirde hangi inanca mensup olursanız olun rızıklanırsınız demek oluyor açıkça.
Peki öyle ise Afrika’da ve dünyanın çeşitli köşelerinde Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre insanlar neden açlıktan ölmektedir?
İnanıyorum ki kalbiyle akletmeye çalışan ve dünyaya yüreğiyle bakanların yürek hanesinde onulmaz bir sorgu bu soru.
Evet, Allah rızıklara kefildir ama arz ettiğim gibi bu rızıkortaya konacak çaba ile ulaşılacak bir şey ve o rızıkla varlık arasında kıssada andığım gibi bir engel bulunmamalı.
Ekoloji düzeninde insan açısından baktığımızda; kişi, hastalık gibi durumlarda bu rızkı yiyemez ve sahip bünye bunu kabul etmez ise, doğaldır ki rızka ulaşamadığı için değil; vücut bunu kabul etmediği, yaşamını sürdürmesi gereken besini bir şekilde kendi bünyesine katamadığı için rahatsızlanmakta ve ölmektedir.
Bu durumda kişi veya kişilerin ölüm nedeni “rızıksızlık” değil hastalık olur.
Bu tespitten hareketle sadece tv ekranlarında görmek ve acımakla yetindiğimiz Afrikalıların bunları yiyemeyip hasta oldukları durumlar ayrı bir kategoride incelenmelidir.
Zira Afrikalılar, geçmişin mirası ile yazık ki teşkilatsız kalmakta; düşüncelerini toplayamamakta, rızkınıarayamamakta, bulunca hijyeni sağlayamamakta, çeşitli hastalıklara müptela olduğu için elde edilen rızkı bünyeleri kabul edememektedir.
Bu hastalıkların bir kısmı açlığa bağlı salgın ve yaygın yerel hastalıklar iken, bir kısmı Batılı ülkelerin deneyleri nedeniyle üzerlerinde denenen hastalıkların sonucudur ve oradaki insanların önemli bir kısmı ne acıdır ki, bu şekilde ölmektedir.
Peki hastalık dışında açlıktan ölenler yok mudur? Yazık ki vardır!
Onlar ise Rezzak olanın onlara sunduğu rızık ulaştırılmadığı için ölmekte; daha doğrusu rızık kişilere ulaşmakta, ancak bir şekilde bu rızık gasp edilmektedir.
Konuyu anlaşılır kılmak için biraz açalım…
Kâinatın kanunları vesilelerle işler ve biz sebepler dünyasında yaşıyoruz. Dolayısıyla olaylar, sebep ve sonuç ilişkisiyle oluşur. Yani bir olayın sonucu başka bir olayın sebebidir. Kişinin mesleğini icra edip para kazanması gibi.
Buradan hareketle de diyebiliriz ki para veya yaşamını idame ettirebileceği besin gökten inmez. İlahi kodlama bu sebep-sonuç ilişkisi içinde herhangi bir şeyi vesile yapar ve kişi yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu parayı kazanırveya besine ulaşır.
Bu konuya dinsel terminoloji açısından baktığımızda ise benim ısrarla işlediğim “emanet” kavramı devreye girer.
Peki, açlıktan ölen Afrikalıların durumunun “emanet” ile ne ilgisi var diyeceksiniz? Aslında konu tam da bununla ilgili. Zira geçmişte türlü hile ve desise ile Afrika Coğrafyasını işgal eden Batılı idareciler “emanetçi” konumunda toplum düzeyinde adaleti sağlama, fakirleri gözetme, piyasayı oluşturma, eğitimi sağlama, genel sağlık ihtiyaçlarını düzene koyma olarak özetleyebileceğimiz görevleri bilerek ihmal ettiler.
Bununla yetinmediler; kendi aralarındaki rekabetin neticesi olarak düzen getirmek yerine aksine işgal ettikleri yerlerde piyasayı bozup düşman belledikleri kabile ve bölgeleri cezalandırmak için ambargolar uyguladılar. İnsaf bilmez ve vicdandan yoksun bir toplum mühendisliği ile bu insanlar kasıtlı olarak “cahil” bırakılıp az önce arz ettiğim gibi sağlık sektöründe ilaç satabilmek amacıyla “kobay” olarak kullanıldılar ve böylece de bu insanların önemli bir kısmı rızık arama melekelerini kaybettiler.
Yani bu manzara içinde “kasıtlı” bir cinayet işlenmekte,Afrikalılar ellerine rızk ulaşmadığı için değil bilinçli olarak aç ve susuz bırakıldıkları için ölmekte, öldürülmektedirler. Dolayısıyla Afrikalıların ölüm nedeni rızıksızlık değil, onlara yemeklerini, sularını vermeyen, bunu gasp eden işgalcilerdir.
İşte bu noktada adına “vicdan” dediğimiz imani hükümlerin tohumu ortaya çıkar.
Zira “nefis tezkiyesi” nasıl maldan verip vermediğinizle ilgili ise, cenneti hak etme veya cehenneme müstahak olma dainsanların dünyasını cennete veya cehenneme çevirip çevirmediğimizle ilgilidir.”
Çünkü; “Allah’ın istediği dünya, kimsenin “aç” (yeme-içme ihtiyacından mahrum), “çıplak” (giyinme ve barınma ihtiyacından mahrum), “susuz” (yaşamı sağlayan diğer temel ve zaruri ihtiyaçlardan mahrum) olmadığı ve “yanmayan” (saldırı tehditlerine karşı güven içinde) bir dünyadır ki, Taha süresi ;118 ve 119. Ayetlerde bu gayet nettir.
Fakat (yukarda arz ettiğim gibi) bu birtakım muhterislerin kendi elleriyle yaptıkları yüzünden gerçekleşememektedir.
İlahi kelam, bir ülkenin açlık ve şiddetli yoksulluğa düşme sebebini şöyle açıklar:
“Bir ülke düşünün; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Bolluk ve refah içinde yüzüyorlar. Derken Allah’ın nimetlerini inkâr ediyorlar. Yaptıklarına karşılık Allah da onları açlık ve korkuyla tanıştırıyor.” (Nahl; 112).
Peki, onların yaptıkları neydi ki açlık, yoksulluk ve korkuyla tanıştılar?
Bunu anlamak için İlahi haykırışın dünyasında özel bir anlama sahip “Allah’ın nimetlerini inkâr etmek” tabirini iyi anlamak lazımdır.
Bakın aynı sure içinde bu nasıl açıklanıyor:
“Zenginler yani rızıkta üstün kılınanlar mallarını ‘Arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” (Nahl, 71)
Demek ki bir ülkede açlık ve yoksulluk “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin” yani “üsttekilerin” mülkiyet hırsıyla “alttakiler” ile eşit hale gelmek istememeleri yüzünden olmaktadır. Bu durumun sürüp gitmesi ise halka karşı işlenmiş bir suç haline gelir ve Gazabullah’a sebep olur!
Açlar, işsizler, yoksullar, yalın ayaklılar, mahrumlar, muhtaçlar, köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, dışlanmışlar, yalnız kalmışlar, yolu kesilmişler, düşürülmüşler, bordro mahkumları, işçiler, emekçiler, özürlüler, fuhuş mağdurları… Zulüm altında inleyen ve ‘bize bir kurtarıcı gönder’ diye yalvaran tüm ezilen erkekler, kadınlar, çocuklar… Velhasıl bütün o alttakiler…
İlahi kelam bütün bu kesimlere zaafa uğratılmışlar, ezilenler (mustaz’afîn) der. (Nisa;75).
Bir toplumda bunlar varsa İlahi tavrın tereddütsüz onlardan yana olacağına hükmedebilir ve tüm İlahi mesaj boyunca bunun hiç şaşmadığını görürüz.
Yani İlahi kodlamanın, bir toplumda “ezilenler ve hor görülenlerden” yana tavrı apaçık ortadadır.
Bu noktada üstü örtülüp anlamı boşaltılarak sinirleri alınan “hırsız” kavramını da gözden geçirmek faydalı sanırım.
Kur’an-ı Kerim’e baktığınızda iniş sırasına göre ilk 23 süre boyunca Allah’ın adeta “zenginliğe” savaş açtığını ve cehennem tehditlerini ‘en yüksek perdeden’ ortaya koyduğunu okursunuz.
Allahû alem altı yerde geçen “hırsız” kelimesi ile de bugün Ortadoğu’da uygulanan İslami (!) usullere göre hırsızlık yapanın ellerinin kesilmesi ise Kur’an-ı Kerim’de hiçbir şekilde yer almamaktadır ve tümüyle bir izhar (zorlama) yoluyla ortaya atılan bir anlamadır. Zira birer işaret mahiyetinde olan ayetler nettir ve bu netlik sadece “aklını kullanan” insanlara belirmektedir.
Peki İlahi kelama göre kimlerin elleri kesilmelidir ve bu “el kesme” olayı nedir?
Bizim hakkımız olan şey sadece emeğimizdir. (Necm; 39).
Dikkat edin, kendi bedenimizin bile sahibi değiliz. Çünkü kendimizi yaratmak için hiçbir emek sarf etmiş değiliz. Ancak emek, alın teri (sa’y,kesb) dökerek elde ettiğimiz şey bizimdir. Hatta emeğimizle kazandığımızın bile hepsi bizim değildir.
Zira İlahi kelam “…erkeklerin kazandığından bir pay vardır. Kadınların da kazandığından bir pay vardır (Nisa: 32).” Der.
Yani kazandığımızın hepsi bizim değil; ondan sadece “pay”var.
Gerisi kimin?
“Onların mallarında malum bir hak vardır.” (Meâric: 24). “
“Malum hak” ne?
“Onların mallarında yoksulların ve mahrumların hakkı vardır.” (Zâriyat: 19).
İlahi kelamın “sosyal adalet” ilkesinden yola çıkarak tüm bu ayetleri alt alta topladığımızda diyebiliriz ki; yoksulun ve mahrumun hakkını vermeyip de kendine saklayana, yığana ve biriktirine yani “kenz” edene İlahi kelam “zengin” diyor ve bu tanıma göre “zengin”, İlahi kelamın “sosyal adalet” ilkesinden ‘sapan’ kişi oluyor!
Yani zengin; bilgiyi depolayan, malı yığan ve iktidarı temerküz eden olduğundan “hırsız” durumuna düşmüş oluyor.
(Kanımca) işte bunların “elleri kesilmeli”dir!
Yere ve göğe uzanan elleri…
Toprağa, suya, ırmağa, ekine uzanan elleri…
Yeryüzünün rızık ve rızık kaynaklarına uzanan elleri…
Doğal gaza, petrole, uranyuma, yağmur ormanlarına uzanan elleri…
Emeğe, alınterine, çalışmaya, ekmeğe, sofraya uzanan elleri…
Aça, yoksula, kimsesize, garibana uzanan elleri…
Bir buçuk milyarı insanı aç bırakan o elleri (eyd)…
Kurdukları küresel ve yerel düzenleri (yedâ) …
Evet, elleri (eydiyehum) kesilmeli.
Yani ahtapot gibi her yana uzanan elleri…
Kurdukları sömürü düzenleri (yedâ Ebu Lehep) bu şeklide son bulmalı…
Aksi halde hırsızlık bitmez, soygun sona ermez…
Ah keşke Ortadoğu’da İslam adına(!) elleri kesen beyinler Kur’an-ı Kerim’deki “hırsızlık” ayetlerini böyle okuyabilseydi!
Yanisi…
Açlığı gidermek, Hz Peygamber’in “Kunu ya İbadallahiİhvana (Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz)” mesajını iliklerimize kadar yaşamak, yoksulluğu yeryüzünden yok etmek yerine insanların ellerine Arapça Kur’an verip ağlayarak dua etmelerini istiyorsak, Kur’an-ı Kerim’deki “Adalet, infak, zekat, merhamet ve tam 292 yerde geçen hak” kelimelerini es geçiyor; Batı emperyalizminin bayrağını taşıyor; kapitalizm dinine iman ediyoruz demektir…
Nasıl?
Hep birlikte bakalım!
Biliyoruz ki iman “emniyet, güven” kökünden geliyor, “bir şeye inanmak ona güvenmek, itimat etmek” anlamını taşıyor.
Kime güvenmek?
Tabi ki Leh-ül Mülk (Mülkün tek sahibi) olan Allah’a !
Başımızı ellerimizin arasına alıp düşünelim!
Hayatta Allah’a mı yoksa paraya mı daha çok güveniyorsunuz?
Hangisi size güven veriyor?
Hangisinin adını duyunca yüzünüz gülüyor, içinize güven doluyor?
“Yarın ne yiyeceğim” diye sorulduğunda “Şu parayı al, sana bir ay yeter, korkma” diyen birisi mi, yoksa “Allah var, korkma” diyen birisi mi size daha çok güven veriyor?
Aslında neye iman ettiğimizin belli olması için, zorlayıcı bir içkinlikle iki şıktan sadece birini işaretleyin…
Yani bu, “turnusol” görevi görüyor.
Ne oldu? Zorlanıyorsunuz değil mi?
Evet, iman öyle bir şey işte…
“Allah var, korkma” demek, aslında “hayat var, toplum var, tabiat var, toprak, su, hava, ateş, rızık ve rızık kaynakları var, kardeşlerim var, bunlar daha büyük, kalıcı, sıcak, güvenmeye ve dayanmaya daha layık…” demektir.
İşte böyle bir toplumda yaşayan için korku (havf) yoktur, kaygı (huzn) da olmayacaktır.
Zira korku ve kaygı dolu zihin, bunlara inanmayan zihindir.
Çünkü paradan başka kimseye güvenmemekte, olmayınca fakir kalmaktan, olunca fakir düşmekten ödü kopmakta ve her daim korkarak yaşamaktadır.
Korkularının esiri olmuş, kaygıları onu teslim almıştır…
Bu noktada dile getirmemiz gereken başka bir tespit daha var!
Kur’an-ı Kerim’de imanın hemen ardından amel-i salih’ingelmesi, iman ile amel arasında kopmaz bir bağ olduğunu göstermektir.
Yani hep dediğim gibi “inandım” deyip hiçbir pratik ortaya koymamak kişide aslında imanın olmadığı manasına geliyor. “Siz sadece iman ettik demekle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz” ifadesinden de anlaşılacağı gibi aslında iman, pratikte ortaya çıkan, görünen bir şey…
Yanisi imanınız amelinize yansımıyorsa sadece “iman ettiğinizi sanıyorsunuz”!
Ne demiştik ilk girişteki anekdotta?
Kimi oynuyoruz, tilkiyi mi, aslanı mı?
Ne zaman birilerinden bir şeyler bekliyorsanız bilin ki siz topal tilkisiniz.
Zira bilin ki Allah, hâlâ insan olan, insanlığını koruyan, insan için canıyla, malıyla savaşanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, canıyla malıyla savaşanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, onlara verdiği rızıkları infak edenlerle beraberdir…
Bilin ki Allah, adaletli olanlarla ve adalet için savaşanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, öz’ü sözü bir olanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, zalimlere karşı başkaldıranlarla, mazlumun âh’ını yerde koymayanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, sözünde ve eyleminde samimi olanlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, hiçbir menfaati olmaksızın insanlık için mücadele edenlerle beraberdir…
Bilin ki Allah, unutulmuşlarla, ezilenlerle, adaletsizlikle yüzleşenlerle, ötelenenlerle, mazlumlarla beraberdir…
Bilin ki Allah, unutulanların, ötelenenlerin, mazlumların yanında canıyla malıyla yer alanlarla beraberdir…