BUNCA YATIRIMA RAĞMEN
NEDEN BU HALDEYİZ?
“Ben anası okuma yazma bilmeyen, babası ilkokul mezunu bir dolmuş şoförünün çocuğuyum. Bizi bu yola sokan ebemin, dedemin duası, anamın, babamın gayreti. Babamın iki, üç tane dolmuşu vardı, dolmuşları sattı. ‘Bunlar dolmuşa gider, gözü oraya kayar. Ben bu dolmuşları satayım, onlar okusunlar. İlkokul mezunu ama bunu düşündü, biz okuyalım diye dolmuşu sattırdı. 6 kardeşiz ve hepimiz de okuduk. Bir yerlere geldik, uğraşıyoruz. Elimizden gelen gayreti de yapıyoruz. Memlekete hizmet için buradayız.”
Yukardaki sözler şu anki Milli Eğitim Bakanımız Sn Ziya Selçuk’a ait. Yanlış anımsamıyorsam eğer “Öğrenci Başarı İzleme Araştırması” basın toplantısından alıntı. Eğitimin içinden gelmiş ve hemen her kademesinde görev yapmış bakanımızın bu sözleri; aslında toplumumuzun geçmişte “okul” ve “eğitim” kavramlarına bakış açısını çok net yansıttığı için paylaşmak istedim.
Zira her fırsatta dile getirdiğim gibi eğitim sistemindeki çarpıklıklar, bir türlü oturmayan ve bu yüzden de her fırsatta değiştirilen sistem, yaşam becerilerinden ziyade kapital bir bakış açısıyla akademik başarıya odaklatılmış ve sayısı on milyonları bulan ama tüm gayretlerine rağmen ellerindeki diplomalarla iş bulamayan gençlerimiz eğitime olan yukardaki inancı yavaş yavaş törpülüyor artık.
Az evvel andığım ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın 4.sınıfta öğrenim gören 112 bin öğrenci ile yapmış olduğu “Öğrenci Başarı İzleme Araştırması” adındaki saha çalışmasının sonuçları bile benim bu tezimi doğrular nitelikte ne yazık ki.
Zira bu araştırma sonuçlarına göre bu çalışmaya katılan 112 bin çocuğumuzun yüzde 40’ı okuduğunu anlayamıyor.Matematikte ‘akıl yürütme’ sorularını öğrencilerin yarısı yapamıyor. En başarılı sonuçlar fen bilimlerinde alınmış ve çocuklarımızın yüzde 6’sı fende tüm soruları doğru yanıtlamış ama gelin görün ki LGS ve YKS’de en düşük Türkiye ortalaması yine Fen Bilimleri’nde. Bu tabloyu ülke geneline yaydığınız zaman ise durumun vehameti ortaya çıkıyor.
Bakanlığın böylesi bir çalışmayı yapması bir tarafa bunu ayrıca kamuoyu ile paylaşması benim bakış açımla oldukça önemli ama öncelikle başta bakanlığımız olmak üzere eğitim çarkında görev alan her dişlinin öncelikle “eğitim” kavramının anlamını içselleştirmesi, bu kavramın altını doldurması gerektiğine inanıyorum.
Zira kangren olmuş bir yara, pansumanlarla iyileştirilemez.
Nerden okuduğumu anımsamıyorum ama merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay anlatılır:
Cumhurbaşkanımızın daveti üzerine Japon eğitim uzmanları gelerek ülkemizin eğitim sistemini incelemiş ve Özal’ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunarak “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!” demiş ve eklemişler;
“Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza “milli ruh” şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir, ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazagi’ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki:
“Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
O an mevcut bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!” der ama Japon uzmanın cevabı tokat gibidir:
“Sizin Çanakkale’niz on Hiroşima eder!”
Evet, sadece arz ettiğim şu yaşanmışlık dahi aslında çocuklarımıza okuldan, dersten, kitaptan daha çok değer vermemiz gerektiğini fısıldıyor. Hayati bir mevzuyu, uzmanların ciddiyet ve özenle ele alması gereken, ortak akılla yürütülmesi gereken şah damarı niteliğindeki bir mevzuyu deneme tahtası haline getirmiş durumdayız. Gençlerin hisleri, hevesleri, istek, heyecan ve mutlulukları umurumuzda bile değil. Çünkü onların değil bizim istek ve heveslerimiz, olmak isteyip de olamadıklarımız, gelecek kaygılarımız ön planda.
Ama her gün yenisi yapılan araştırmalar açıkça çocuklarımızın soru sormayı, düşünmeyi, eleştirmeyi, araştırmayı öğrenemediğini gözler önüne seriyor. Bizim ise rekabet edebilir, düşünen, sorgulayan, üreten nesiller yetiştirecek, digital çağa ayak uydurmuş, bilime dayalı bir sisteme ihtiyacımız var.
Bakın bugün okullarımıza. Kaygılı okul idarecileri, henüz mesleğe yeni başlamış olmasına rağmen yorgun öğretmenler ve umursamaz, amaçsız yüz binlerce öğrenci. On, onbeş yıl öncesine kadar müthiş bir yatırım, devasa binalar, tıka basa malzeme dolu kurumlar ve yaşanan bu altın çağa rağmen ortada altın bir neslin bulunmayışının sol tarafıma bıraktığı tarifi imkânsız bir sızı.
Nitelikli- niteliksiz okul
Okullarımızı yurt turnemiz kapsamında ziyaret etme, müdüründen öğretmenine, öğrencisine kadar sohbet etme imkânı buluyoruz;
Kimi tıka basa öğrenci dolu, kimi öğrenci bulamıyor. Aynı ilçede bir okulda 1200 öğrenci diğerinde 350 öğrenci olmasını benim beynim almıyor. Bizatihi İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün ağzından “nitelikli okul” veya “niteliksiz okul” kavramlarını duymak aklımın midesini bulandırıyor.
Düşünün okulu yapan siz, donatan siz, oraya idareci- öğretmen ataması yapan siz, ama onu niteliksiz hemen 300 metre ötesindeki okulu ise nitelikli sayan yine siz! Nitelikli ilan ettiğiniz okulda okuma şansına sahip öğrencinin niteliksiz ilan ettiğiniz okulda okuyan öğrenciye üstünlüğü ne?Hayatının henüz baharında, hayata adım atmaya hazırlanan bir gence “sen tembelsin”, “işe yaramazsın”, “bu yüzden bu okulda okuyorsun” fikrini empoze ederek “çaresizliği öğretmeye” kimin ne hakkı var?
Öğretmen kalitesi
Bakanlığımızın ihtiyacı 150 bin öğretmen iken 800 bin civarında öğretmen fazlamızın olmasını, kendini öğretmen olmaya adamış ve bunun okulunu okumuş yüzbinlerce gencin karın tokluğuna orda, burda, şurda asgari ücretin bile altında rakamlarla yaşam mücadelesi vermesini algılayamıyorum.
Zira bir çocuk kolay yetişmiyor, anne baba ve ebeyenlerin onu okutmak için ortaya koydukları geceli gündüzlü mücadeleyi kimse bu kadar kolay heder etme hakkını kendinde bulamaz. Madem durum bundan ibaret her geçen gün yeni eğitim fakülteleri açmaktansa, var olanların sayısını azaltmak; kalanların da niteliğini artırmak için elimizi ve yüreğimizi taşın altına sokmak zorundayız.
Günümüzün başdöndürücü değişiminde öğretmeni vazgeçilemez kılan “bilgi aktarıcısı” olması değildir. Bu aktarma işi tarihin tozlu raflarında yerini aldı çünkü. Çocuklarımızın bilgi ile ilgili ilişkilerini tayin edebilmesi, bilgiye erişim için çocuğu teşvik etmesi ve bu sayede çocuğun merakını cezbederek harekete geçirmesi öğretmenlik mesleğinin vazgeçilemez unsuru oldu artık. Çocuklarımızın zihinleri sahip oldukları teknolojik materyaller ile eskiden olduğu gibi “boş bir levha” değil artık ve öğreneceği şeyle hesaplaşma sürecine hazır halde geliyorlar okula. Anlatılanlar ile kendi bildikleri arasında kuracağı bağda öğretmenin rolü devreye giriyor ve bu rolde başarılı olan öğretmen çocuğu sorun yaratan değil çözüm üreten bir bireye dönüşmesinde ön ayak oluyor.
Çağımızda “öğretmenlik” mesleğini böyle okuyamazsak dünya bilişim çağını, dijital çağı, yapay zekâ çağını konuşurken biz hâlâ okuma-yazma sorununu çözmekle uğraşırız. Zira bilişim dünyası, uzun yıllar akademik başarının ve sonrasında gelen mesleki ve sosyal başarının vazgeçilmezi olarak zekayı işaret edeli yıllar oldu.
Dünya hızla değişiyor artık.
Kalın kalın kitaplara bağlı eğitim modelinin değişimi, “bilgi”nin artık ulaşılamaz olmaktan çıkışı, teknolojinin hayatın her alanına nüfuz edişi doğal olarak “öğretmenlik” mesleğine de bambaşka bir boyut kazandırdı. Çünkü “yeni dünya” düzeninde para, güç veya büyüklük artık bilek gücünden değil beyin gücünden geliyor. Dolayısıyla dünyada söz sahibi olmak, belirlediğimiz hedeflere ulaşmak, hayalini kurduğumuz refah seviyesine ulaşmak sadece eğitim ile mümkün artık. Eğitimin kaliteli olması için de kaliteli bir irfan ordusunun yetişmesi olmazsa olmaz. Eğiticilerin eğitilmediği bir toplum geleceğin başarılı çocuklarını yetiştiremez.
Okumayan bir toplumuz
TÜİK verilerine göre ülkede düzenli kitap okuyan kişi sayısı binde 2 ama her gün yayımlanan kitap sayısı 200 civarında. Köşe yazarlarımızın sayısı 3 milyonu aşkın durumda. Metin yazarlığı, içerik editörlüğü çağın revaçta meslekleri haline geldi artık.
Benim penceremde işin en ilginç ve ürkütücü yanı mesleğe başladığı günden beri eline kitap alıp okuma fırsatı bulamayan ya da “nasıl olsa ders kitabı var” hezeyanı içinde bunu gereksiz bulan eğitim camiası. Tüm eserlerimi imzalayıp yolladığım bir İl Milli Eğitim Müdürü’nün beni arayarak “hocam kitap okumaya zamanımız yok ki, siz alın kitapları okuyan birine ulaştırın ya da ben birilerine hediye edeyim” dediğini kolay kolay unutamayacağım sanırım.
Evet, dijital Çağ’ın süper liginde yer almak istiyoruz ama hâlâ okuma-yazma, anlama sorununu çözemedik! Okumayı sevdirebilecek sağlıklı projeler üretemedik. Hemen her evde kitap dolusu kütüphanelerimiz var ama onlar da okullarımızda olduğu gibi sadece ‘var’lar ve işlevlerini yitirmiş durumdalar. Öğrencilerimizin yarısı okuduğunu anlamıyorken, 9.sınıfa kadar gelen gençlerin dahi okuma yazma sorunu yoğunlukta ve bu sayı özellikle kırsal kesimde ürkütücü boyutta.
Eğitime son 20 yılda müthiş bir yatırım yapıldı
Çok uzun yıllardır, bütçeden en büyük payın eğitime ayırıldığını söyleyip duruyoruz. Tabloya baktığınızda gerçekten de öyle. Cumhuriyet tarihi boyunca tüm hükümetler eğitime fazlasıyla önem vermiş, fazlasıyla kaynak ayırmış, fazlasıyla kafa yormuş.
Peki o zaman neden bunca şikayet?
Çok fazla sebep var ve bunları yazmaya kalksak sanırım ciltlerce kitap çıkar ortaya; konuşmaya kalksak haftalarca sürer ama gözüme en çok çarpan üç unsur var paylaşmak istediğim;
25 milyona yakın öğrenci sayısı, eldeki kaynakların verimsiz kullanımı ve olması gereken liyakat kavramının artık yerini çıkar ilişkilerine dayalı sadakate bırakması.
Eğitim sistemimizin başında “milli” var ama bize ait bir temeli olmayan, tahtası çürük, tavanı yıkık, pencereleri kırık, alev alev yanan bir ahşap konağa benziyor sanki. Biz ise o konağın içinde oturmuş keyifle kahvemizi yudumlarken hangi tablonun hangi duvara ne kadar yakışacağından, hangi çiçeğin hangi sehpanın neresine konulması gerektiğinden konuşuyoruz. Allah var, sadece konuşmuyor, koşturuyoruz aynı zamanda. Tablonun birisini buradan kaldırıp karşı duvara tersten asınca “gençlik” diye bir derdimiz kalmıyor mesela. Sehpanın birisini kucaklayıp diğer odanın başka bir köşesine koyduğumuz anda “müfredat” problemi kökten halloluyor.
Neden var edildiğini, nasıl var olması gerektiğini, neleri nasıl yapması gerektiğini, neyi niçin yapamadığını tahlil edip mevzuyu kökten çözmek dururken, biz oturmuş koltukta kimin nasıl oturacağına kafa patlatmakla meşgulüz. Gidenin yürüyüşünü beğenmeyenler, gelenin duruşunu beğenmeyenlerle tartışadursun Ocak 2020 itibariyle 21 İl, 196 İlçe, 2000 küsur kurumun geride kaldığı üç yıldır sürdürdüğüm mücadelede elimdeki parçaları birleştirdiğimde resim de ortaya çıkıyor.
Milli Eğitim’de son 50 yıllık uygulamalar
Milli Eğitim Bakanlığı’nın son 50 yıllık uygulamaları incelendiğinde başka ülkelerden alınan modellerin uygulama aşamasında, çoğu zaman pilotlama çalışmasına dahi gerek duyulmadan doğrudan tatbik edildiğini görüyoruz. Yani başka toplumların sorunlarına ve ihtiyaçlarına cevap bulabilmek amacıyla geliştirilen modeller bir dayatma zihniyetiyle uygulamaya sokulmuş; Batı’nın karşısındaki kompleks davranışların sonucu olarak her yeniliği eğitim sistemine monte etmeye çalışarak ne olduğu belli olmayan, birbirinden kopuk bir eğitim yapısı ortaya çıkmış durumda. Teşbihte hata olmaz der atalarımız; elimizde başı palamut, ortası alabalık, kılçıkların mezgit, hamsi ve uskumru olduğu bir balık çeşidi var sanki. Bunun en bariz örneği bilgisayar ve bilişim teknolojilerinde yaşandı; okullar adeta bilgisayar ve akıllı tahta mezarlığına dönüştürülmüş durumda. Okulların internet faturalarını görüp bunu mevcut okul sayısı ile çarptığınızda akıl tutulması yaşıyorsunuz.
En önemli sıkıntımız “sınav odaklı” eğitim!
2018 yılı içerisinde yapılan LGS,AYT ve TYT skorlarına baktığınızda sınava giren öğrencilerin sadece % 5’inin başarılı olduğu, % 95 gibi ezici bir çoğunluğun ise ortaya istenilen başarıyı koyamadığını görüyorsunuz. AYT (Alan yeterlilik testi)’de matematik ortalamamız 5,5, Türkçe ortalamamız 18, fen bilimlerinde ise 2,2 civarında seyrediyor bu verilere göre.
LGS, TYT, AYT,ALES gibi sınavlarda test sistemini uyguluyor ve her öğrenciye bir soruyu çözebilmek için standartlaştırılmış bir süre veriyoruz. Verdiğimiz süre içinde en çok doğru soru çözen öğrencilerimizi en gözde okullara yerleştiriyoruz. Yani tıp fakültesi için de, mühendislik için de, hukuk ve öğretmenlik için de bu çoktan seçmeli sınavlarla en iyiyi, belki de en zeki öğrencileri seçtiğimizi sanıyoruz ve tıp, eczacılık, mühendislik gibi alanlara seçtiğimiz öğrencilere göre daha az başarıya sahip olan gençlerimizi de başka fakülte ve yüksekokullara alıyoruz. Yaptığımız çoktan seçmeli sınavda en kısa sürede en çok soru yapan gençlerimizi doktor, avukat, hakim, mühendis olarak seçtiğimiz iddiası içinde; akranlarına göre aynı soruyu daha kısa sürede kim yapabiliyorsa bize göre en başarılı o oluyor.
Benim burda merak ettiğim şey, standart testlerle öğrendiği bilgileri akranlarına göre daha yavaş yapan öğrencilerin başarısız olduğu iddiasının temeli ne? Bu hangi bilimsel veriye dayanıyor?
Benim bu konudaki acizane fikrim; madem ki her birey farklı istidat, kabiliyet, yeteneklerle bezenmiş halde öyleyse çoktan seçmeli sınavlar bence bilgiyi değil sadece hızı ölçüyor. Zira bu sınavlar bize gençlerimizin eleştirel düşünme kabiliyetleri hakkında bir bilgi vermiyor. Problem çözebilme kabiliyetleri hakkında bir dönüte ulaşamıyoruz.
Sadece “hızı” esas alıp gençleri zamanla yarıştırarak, hızlı olanları başarılı ilan edip diğerlerini ötekileştirerek kurduğumuz bu sistematik içinde, sınavları birincilikle kazanan kaç gencimiz patent aldı, kaçı çok önemli buluşlara imza attı, gerek ulusal ve gerekse de uluslararası arenada kaçı bu buluş ve icatlarla patent aldı? Bugün dünya çapında önemli buluşlara imza atan ve insanlığın yararına icatlar keşfeden insanlar test yöntemleri ile mi keşfedildi?
Ya da bizden güncel bir örnek vereyim;
PİSA 2015 verilerine göre en yüksek puanla öğrenci aldığımız fen lisesindeki gençlerimiz altıncı seviyenin en alt düzeyinde başarıya sahip. Madem ki çoktan seçmeli test sistemimiz başarıyı ölçmek için önemli bir done, neden aynı başarımız PİSA’da ortaya çıkmadı?
Standart testler, kısıtlı zaman dilimi ve öğrenmedeki zaman aralığı sınavlara giren öğrencilerimizin azami % 20’lik dilimine uygun olmasına; bu öğrencilerin % 80’inde başarısızlık duygusu yaşatmasına ve her beş öğrenciden dördünün eğitim hayatını olumsuz etkilemesine rağmen neden farklı eleme sistemleri ortaya koyamıyoruz?
Eğitim bilimlerimizdeki proflarımız, doçentlerimiz, doktorlarımız sınavlarda hızlı ve doğru çözen öğrencilerin çoğunluğunun “kısa süreli belleğe” sahip olduğunu; bu öğrencilerin sahip oldukları görsel zeka sayesinde soruları okuyup hızlıca doğru cevabı bulduğunu yüzlerce bilimsel deneyle kanıtlandığını; yoğunlukla kullanılan testlerin özelliğinin “başarılı” öğrenciyi seçmek değil, “kısa süreli belleği” gelişen öğrenciyi seçmek olduğunu bilmiyorlar mı?Biliyorlarsa, biz neden her beş gencimizden birinin geleceği ile oynuyor, eğitim kaderine, geleceğine bu şekilde müdahale edip yön veriyoruz?
Kabul etmeliyiz ki, kurduğumuz çoktan seçmeli sınav sistemi ortalama bir başarıya odaklanmakta ve gençlerimizin bireysel farklılıklarını, yeteneklerini ve ilgi alanlarını göz ardı etmektedir. Bu sayede de, hızlı ve zeki olma arasındaki ilişkiyi kutsayarak, en kısa zamanda en çok doğru yapan ya da en kısa sürede çok fazla bilgi öğrenen öğrencileri seçerek, yetiştiriyor ve istihdam ediyoruz.
Oysa ki dünyanın sadece 150 yıllık tarihine baktığımızda radikal değişimleri gerçekleştiren, buluşları yapan ve icatlar ortaya koyanların okullarda çok parlak bir öğrenci olmadıkları, hatta çoğunun “vasat ve işe yaramaz” damgası yediğini görebiliyoruz. Çünkü gerçek hayatta icat ve buluşlar saniyelik değil uzun zaman sürecine yayılan bir düşüncenin, defalarca sınama ve yanılmanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden de başta üniversitelerimizin “eğitim bilimleri”olmak üzere, tüm erklerin hızlı öğrenen; hızlı, doğru test çözenler kadar; yavaş öğrenen, yavaş ama doğru test çözebilen yaklaşık % 80 lik dilimi de kapsayacak çözüm yolları üretmesi gerekmekte; öğrencinin kısa süreli değil tam öğrenmesi ve bununla eş zamanlı bilgi üreterek yaşadığı çağın göğsüne entegre etmesi “üst değer” haline getirilmelidir.
Nitelik değil nicelik peşindeyiz
Bugün LGS’de tek yanlışı olan istediği okula giremiyor, YKS’de 2.5 milyon aday yarışıyor, 50 bini seviniyor, üniversiteyi bitirip de iş bulabilenlerin durumunu zikretmiştim. KPSS’de dereceye girseniz bile mülakatta eleniyorsunuz. TUS’a giren doktorlar tıp fakültesini seçtiklerine bin pişman. DGS’ye girenler derin hayal kırıklığı içerisinde. Daha da önemlisi, takviye almadan sınav kazanmak hayal ötesi artık!
Çünkü okullarımızda nitelik değil nicelik esas. LGS, YKS, KPSS ve benzeri sınavları hazırlık kitapları ve dershane takviyesi olmadan kazanmak, iyi bir okula girmek, mezun olur olmaz atanmak mümkün görünmüyor!
Yani kurduğumuz sistemin tek kazananı “sınav sektörü!”.
Sınav odaklı bir eğitimin köleleri haline geldik ve sorgusuz sualsiz sınav sektörüne hizmet ediyoruz artık. Bu sektör sadece adayları değil, aileleri de maddi ve manevi yönden çökertiyor. Çocuklar çocukluğunu, gençler gençliğini yaşayamıyor. Çünkü bu sınavlar 10 bin kişiyi memnun ederken yüz binlerce kişiyi mutsuz ediyor!
Aciz kanaatimce hangi sınavı, nasıl yaparsanız yapın, bu yarışın sonunda yüzde 90 lık bir kesim mutsuz oluyor! İşte bu yüzden sınava dayalı eğitim sisteminden artık vazgeçmemiz gerekiyor diye haykırıyorum.
Çoğumuz farkında değiliz ama çocuklarımızı 4-5 seçenek arasına sıkıştırdık, geleceklerini çaldık, artık hayal bile kuramıyorlar! Hayal kuramadıkları için de düşünce dünyaları sınırlı ve bu yüzden üretemiyorlar. Oysa ki ortaya konulan tüm buluş ve icatların tamamı birer hayal ürünü idi ve başta aile olmak üzere, alınan eğitim ve verilen özgüvenin tetiklemesi ile ortaya çıktı.
Bu nedenle kim bana ne derse desin çocuklara çocukluğunu, gençlere gençliğini yaşatmayan, hele de hayata dair bilgilerle donanmayan her sınav, işlevi ne olursa olsun “kötü” bir sınavdır.
Üniversite giriş sınavındaki dengesizlik
Az evvel arz ettim; üniversitelerimizdeki boş kontenjan 150 bin civarında iken bu kontenjanlara yerleşmek için 2,5 milyon aday yarışıyor. Çünkü “akademik başarı” saplantısı içindeyiz ve tüm gençlerimizin mutlak surette “devlet çatısı” altında bir kuruma yerleşmesi için çaba gösteriyoruz.
Yerleşen 150 bin gençten kaçına iş imkânı veya istihdam sağlandığı sorusunun cevabı başlı başına bir muamma. Girdiği sınavdan temel yeterlilik testinden dahi geçemeyen her 4 gencimizden birini, sınavda sıfır çeken elli bin gencimizi saymıyorum bile.
Okullarımızı üreten birer fabrika, gençlerimizi ise bu fabrikaların olmazsa olmazı haline getirerek bu toplumun mayasında var olan “ahilik” kültürünü yeniden canlandırmak, mesleki ve teknik liseleri yeniden “gözde okullar” haline getirmekten başka çare yok oysa.
MEB’in bütçesi büyük ama…
Üniversite gençliğini dahil ettiğinizde 25 milyona yakın öğrencimiz var ve yükün yüzde 90’dan fazlası devletin sırtında.
Yayımlanan verilere baktığınızda 2019 yılında 113 milyar 813 milyon TL olan MEB bütçesi, 2020 yılı için 125 milyar 397 milyon TL olarak belirlendi bu yıl. Her yıl olduğu gibi rakamsal olarak arttığı görülse de MEB bütçesinin merkezi yönetim bütçesine oranı 2019 yılında yüzde 11.84 iken, 2020’de bu oran yüzde 11.45’e geriledi. Eğitim bütçesinin milli gelire oranı OECD ortalaması olan yüzde 6’nın çok altında. Geçtiğimiz 18 yıl içinde MEB bütçesinin milli gelire oranı çok az artmış olmasına rağmen, belirlenen rakamlar ihtiyacın çok altında kalmış ve eğitim harcamalarının esas yükü, eğitimi adım adım ticarileştirme ve kamu kaynaklarının özel okullara aktarılmasının da etkisiyle büyük ölçüde velilerin sırtına yıkılmış durumda.
Çünkü MEB bütçesinin rakamsal büyüklüğünün temel nedeni, büyük ölçüde personel harcamalarından kaynaklanmakta. Rakamlara baktığınızda MEB bütçesinin yüzde 73’ünün personel, yüzde 11’inin de sosyal güvenlik devlet primi giderlerine gitmekte olduğunu görüyorsunuz. Başka bir ifadeyle, bütçenin yüzde 84’ü zorunlu olarak personel harcamalarına ayırılıyor. 2020 MEB bütçesi içinde mal ve hizmet alım giderlerinin payı yüzde 8 (2019’da bu oran yüzde 9 idi), cari transferler yüzde 3, diğer giderler ise yüzde 5 olarak göze çarpıyor.
Peki ya eğitim yatırımları?
MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayırılan pay 2002 yılında yüzde 17.18 iken, eğitim hizmetlerinin sunumu açısından çok önemli olan bu rakam 2009’da yüzde 4.57’ye kadar gerilemiş. 4+4+4 sonrasında zorunlu olarak kısmen de olsa artışa geçen eğitim yatırımlarına ayırılan bütçe oranı, 2014 sonrasında yeniden azalmaya başlamış. 2019’da MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayırılan pay yüzde 4.88 iken, 2020’de bu oran daha da düşerek yüzde 4.65’e inmiş durumda. Yani eğitim yatırımlarına ayrılan pay 17 yıllık süreçte yüzde 17.18’den yüzde 4.65’e kadar geriledi. Bu rakamlara ulaştığınızda kurumlarda okul idarecilerinin sürekli yakındığı ödenek yokluğunu rakamların diliyle anlamak daha da mümkün hale geliyor.
20 milyona yakın yurttaşımızın açlık sınırının altında yaşadığı ülkemizde 2020 MEB bütçesinin bizlere gösterdiği en açık gerçek, eğitimde yaşanan yoğun ticarileşme sürecinin artarak devam edeceği, velilerin cebinden yapacağı eğitim harcamalarının belirgin bir şekilde artacağıdır.
Devredilemez ve vazgeçilemez kamusal bir hak olan eğitimle ilgili yapılan araştırmalar arz ettiğim en düşük gelir dilimindeki yüzde 20’lik kesimin gelirleri içinde eğitim harcamalarına ayırmak zorunda oldukları payın artacağını, bu artışın ise ancak gıda ve sağlık harcamalarından kısılarak gerçekleştirilebileceğini gösteriyor.
Sağlıklı bir planlama şart
Mademki demografik yapımızın korunması için her yıl bir milyonun üzerinde nüfus artışı gerekiyor, eğitimden istihdama tüm planlamaların bu çerçevede olması gerekiyor.
Örneğin, kaçı akademik eğitime, kaçı mesleği eğitime yönelecek, kaçı mavi yakalı, kaçı beyaz yakalı olacak? Kaçı hangi sektörlere yönelecek, kaçı girişimci olacak? Tüm bu soruların cevabını bilmeden, tüm öğrencileri üniversite önüne yığmanın ne ülkeye ne de kişilere bir yararı olur. Kazanan da dünden bugüne olduğu gibi hep sınav sektörü olur! Bize ve topluma düşen ise niteliksiz bir eğitimden geçmiş kayıp nesiller olur ki bir süre sonra bunun bedelini çok ağır faturalarla öderiz.
Sınavsız eğitim olacak, herkes evine en yakın okula girecek dedik, MEB’in en fazla 200 bin öğrenci girer dediği Liselere Giriş Sınavı’na (LGS) iki yıldır bir milyon öğrenci giriyor. Dershanecilik yok dedik özel eğitim kurslarının sayısı mantar gibi türedi, sadece tabelalar değişti ve hemen her mahallede onlarcası var artık. Öğretmenlerimizi alanlarında uzmanlaştıracağımıza, KPSS gibi deli saçması bir sınavla dershane ve sınav kölesi haline getirdik! Liyakat dedik, mülakat getirdik. Hakkaniyet dedik, hormonlu notlara seyirci kaldık! Uygulamalı eğitim dedik, teori bataklığına saplanıp kaldık. Üretim odaklı eğitimi öne çıkartacağız dedik, tüketime yönelttik. Okuyan, soran, sorgulayan bir gençlik dedik, dijital bağımlılık yarattık. Bilimsel üretkenlik dedik, makale ve tez yazmanın ötesine geçemedik. Beyin göçünü tersine çevireceğimizi iddia ettik, giden, kaçan, orada kalan sayısı daha da arttı.
Tüm bunlara rağmen, düşündüklerimiz konusunda Nuh diyor, peygamber demiyoruz. 40 yıl önceki fikrimiz neyse, onda ısrar ediyor, sorgulamaya bile gerek duymuyor, değişimin yaşamın kaçınılmazı olduğunu atlıyoruz. Bu dün de böyleydi, bugün de farklı değil.
İşte bu yüzden artık kimse kimsenin söylediğini anlamaya yanaşmıyor ve anlamak istediği şeyi muhatabına söyletmekle ömür tüketiyor. Kalemlerimiz ve dilimiz kılıç artık, köşe bucak kardeş doğruyoruz. Aklımızın her an yeni putlar diktiği ve kalbimizin onlara tazim ettiği günümüzde hakikate istinadımız, hakikatimize itimadımız da kalmadı, adam gibi bir sabitemiz, doğru dürüst referanslarımız da. Çürümüş dünyamızın ideolojilerle güvelenen perdesinde şahsiyetlerimiz menfaat devşirdiğimiz dudaklardan çıkan sözlerin rüzgârıyla yön değiştiren yelkenler gibi bir şey oldu. Kendisi için yanmayı göze alacağımız kişiler yangınımızdan arta kalan közde pişiriyor kahvelerini. Gündelik aklın tutsaklığı içinde hiç edilmiş itibarımızın telvesi kahkahayla püskürüyor dostlarımızın ağızlarından. Uygarlığın krizinde kefenlerin beyazlığı yüzümüze vururken ne birisine anlatacak bir şeyimiz kaldı ne de bir başkasını anlamaya niyetimiz var.
Hata yapılmaz mı, elbette yapılır.
Ama aynı hatayı defalarca yapmak ve herkes yapılanın hatalı olduğunu söylemesine rağmen onda ısrar etmek, kararlılık değil, inatçılıktır. Ama bu inat ardında kaybolan nesiller bırakıyorsa bunun adı “cinayettir”. Çünkü hiçbir gencimizi kendi kaderine terketmek, hiçbir anne babanın gelecek kaygısının üzerine tuz biber ekmek, kimseyi ötekileştirmek, onu nitelikli bunu niteliksiz ilan etmek ve en önemlisi en kıymetli hazinemiz olan gençlerimizin cevherlerini cürufundan ayırıp topluma ve insanlığa yayarlı birer fert haline getirmek şöyle dursun onlara çaresizliği öğretmek gibi bir lüksümüz yok.
Derdim kabahatli mi aramak; kesinlikle hayır.
Zira illa ki bir sorumlu aranacaksa hepimiziz. Kimimiz daha çok, kimimiz daha az ama bu tabloyu hep birlikte yarattık. Onun için çözümünü de yine hep birlikte gerçekleştirmeliyiz.
Peki nedir çözüm?
Öncelikle birbirimizi anlamadan yol almamız mümkün değil. Ön yargılarımızdan kurtulup, ortak değerlerimizi pekiştirdiğimiz sürece, aşamayacağımız sorun olduğuna inanmıyorum zira elimizde sayısı milyonları bulan müthiş bir hazine mevcut.
MEB, YÖK, ÖSYM, TÜBA, TÜBİTAK ve üst kurullarla bu işin olmayacağı aşikar artık! Onlar günü kurtarmanın ötesine geçemediler, geçemeyecekler de.
Demek ki daha üst ama ortak bir akıl gerekiyor. Mademki bakanlığımızın adı “Milli” Eğitim Bakanlığı, alınan tüm kararlar da milli olmalı yani herkesi kapsamalı. Ders kitabından müfredatına, öğretmen yetiştirmesinden atamasına, hizmet içi eğitiminden sınavına, akademik başarısından mesleki eğitimine tüm yetkin kurumların bir araya bir an evvel gelip, toplumun tüm kesimlerinin de mutabakatı alınarak bir an evvel bu saydıklarıma eklenecek onlarca soruna neşter atmamız gerekiyor.
MEB’in bütçesi ve eğitime yapılacak yatırım oranı ortada. Umut tacirliği yapmaktan artık vazgeçip ilkokul sıralarından başlayarak erken yönlendirme yapmalıyız ki sınavlar tek çare olmaktan artık çıksın. Henüz ilkokul sıralarında çocuklarımızın ilgi, istidat, kabiliyet ve yetenekleri önemsense ve doğru yönlendirme olsa hiçbir sınava bu kadar yoğun katılım da olmaz, sınav yorgunu bir gençlik de olmaz.
Çünkü eğitimin olmazsa olmazı, öğrenciye dayatılan bilgilerin ileride onun işine yarayacağına inandırmaktır. Yoksa gerisi nafile. Bugün öğrenir, yarın unutur. Yani yaşam için değil, sınav için öğrenir ve bunun da ne kendisine ne ülkesine ne de hiç kimseye bir katkısı olur.
Lafın kısası, ille de şunu ya da bunu öğreten yerine; öğrenmeyi öğretip, gerisini kişilerin kendisine, ilgisi ve istidatına bırakmak bireysel gelişim açısından sanki çok daha yararlı olacaktır. Bu nedenle atılacak adım belli. Veliler, öğrenciler, öğretmenler, sivil toplum örgütleri neler istediklerini dile getirecek, eğitimde “ortak bir akıl” belirlenecek ve sistem de anayasal çerçevede bu istekleri eğitime yansıtacak. Denklem çok basit ama hani şu bin yıldır çözülemeyen sorular gibi hiç kimse üstesinden gelemiyor!
Unutmamalıyız ki; başka toplumlardan evrilip çevrilerek eğitim sistemimize uyarlanan programlar protez bir özellik taşır. Kültürümüzle bütünleşmeyen ve kültürel dinamiklerimizden destek almayan her eğitsel faaliyet, doğal olarak başarısızlığa mahkum olacaktır.
Öğrenmenin yanı sıra kültür ve eğitimin de parmak izi kadar etkileşimli ve özel olduğu gerçeğinden hareketle entegre edilecek her türlü yenilikte toplum bireylerinin içine doğduğu kültür, ilk nefesini aldığı ortam ilk ve en önemli referans olarak kabul edilmek zorundadır.
Kültürümüzün, öğrenme girdi ve çıktılarımızın doğru tanımlanarak; öğrenme kadar değer kazandırma, kazandırılan değerlerin içselleştirileceği, en etkili ve verimli öğrenme biçimlerinin nasıl olabileceği yönünde toplulumuza özgü modellerin geliştirilmesi kaçınılmazdır.
Zira eğitim dediğiniz olgu bir ülkenin geleceğine karar verecek çocukları kazanmak ya da kaybetmektir. Eğer onları kaybederseniz ben de kaybederim, siz de kaybedersiniz, ülke de kaybeder.