ÇAĞIMIZIN ASIL VEBASI “SEVGİSİZLİK”

ÇAĞIMIZIN ASIL VEBASI “SEVGİSİZLİK”

Modern dünyanın paslı iklimi ile ilgili sayfalar hatta kitaplar dolusu “dikenli cümle” kurabilir; insan ruhunu neye çevirdiğiyle ilgili birçok tespitte bulunabilirim ama bence en can yakıcı olanı modern dünyanın, insanın içini boşalttığı, insanı içsiz bıraktığı, onu boş bir kabuk haline getirdiği ve “katıksız sevgiyi unutturduğu” gerçeği olur ve bu konuda söylenebilecek hiçbir akademik tekerleme beni bu fikrimden döndüremez.

Dert o ki, dermanı kendisi olsun” derdi rahmetli dedem ve eklerdi “Allah devasız dert yaratmamıştır”.

Çocuk aklımla sorardım; “ama ölümün devası yoktur ki?”

Ölüm dert değil devadır oğul” derdi.

“Doğmak derdinin devasıdır ölüm. İlle de içinde ölüm geçen bir dert bulacaksak kendimize, ölmeden evvel ölmek, dertlerin hasıdır.”

Aradan otuz yıl geçti aşağı yukarı bu sözlerin üzerinden ama gerçeklik hala capacanlı.

Çünkü değişen bir şey yok. Özellikle şu zor günlerde her birimizin kendi içimize hicret edip aklen, kalben, zihnen, ruhen hemen her hücremize bulaşan virüsleri temizlemek gibi bir nimete ermişken hala aynı duyarsızlık, aynı ilgisizlik, aynı lakaytlıkla devam etmiyor muyuz?

Bakın etrafınıza!

Kime sorsanız dünyadan şikayetçi. Kimi sokaklarda hiç huzur kalmadığından dem vuruyor, kimi paranın hiç bereketi kalmadığından. Büyüklerimiz kendilerine saygı duyulmamasından rahatsız, küçüklerimiz yeterince sevilmemekten. Kadınlarımız erkeklerimizden, erkeklerimiz kadınlarımızdan; çalışanlar işverenlerinden, işverenler çalışanlarından. “Dünyada o kadar kavga gürültü var ki, kendimize gelemiyoruz” diyen de var, “Bizi biz yapan aile ocağı derinden sarsılıyor” diye kara kara düşünen de. Kısacası hemen hiç kimse memnun değil yaşantısından.

Sadece bu kadar mı? Hayır tabi ki!

Şehirlerimiz kalabalık, gürültülü, pis ve tehlikeli; trafiğimizberbat, herkes gergin ve tedirgin. İnsanlar birbirinin hukukuna riayet etmiyor. Kimsenin bir diğerinin derdiyle ilgilendiği yok. Yan yana iki dairede senelerce oturan insanlar bırakın selamı sabahı birbirini tanımıyor bile. Aynı dairede mesai yapan çalışanların birbirinin ahvalinden haberi yok.

Yaşlılar kendi haline terkedilmiş, bayram seyran olmasa hiç arayanları olmayacak. Çocuklar çocuk olamadan, gençler dersten sınavdan başlarını kaldıramadan büyüyüp gidiyor. Hayatı, sokağı, bağı, bahçeyi hiç bilmiyorlar. Çiçeği, böceği, dağı, ırmağı, güneşi, ayı, yıldızları hiç fark etmeden en güzel vakitlerini tüketiyorlar.

Dönüp hayatın akışkan haline bakıyorsunuz aklınıza gelebilecek her şey kâr etmeye ayarlanmış. Ne yediğimiz etten ne içtiğimiz sudan ne atıştırdığımız ekmekten eminiz. Neye elimizi atsak orada bir tehdit görüyoruz, zira her yanımız kanserojen etkilerle, canavar virüslerle çevrili.

Her gün yeni ihtiyaçlara, olmazsa olmazlara susayarak uyanıyoruz. Haliyle ne zengine yetiyor parası ne yoksula. Bir taraftan alıp diğer tarafa yatırıyoruz. Elimizde ne kalıyor derseniz; hiçbir şey! Öyle abuk sabuk bir koşuşturma, tükete tükete tükenen, hayat öğüten bir insanlık döngüsü halini aldı yaşamlarımız.

Bu yüzden olsa gerek ki nelerin kötü gittiğini sıralamaya başlayınca veya söz konusu konu mevcut ahvalimizi eleştirme olunca satırlar yetmiyor. Daha uzun uzun yazmak mümkün tabi ki ama faydası yok. Fayda üretmeye çalışan, yaşadığı çağa ait borcunun farkında olan ve en önemlisi de insan kalabilmenin mücadelesini veren çok az sayıdaki insan da yazık ki bu kötü gidişatın bir parçası ile ömür tüketiyor.

Yanisi ömür sermayemizi tükettiğimiz dünya hayatımızda pek çok şey bozuk ve bu bozukluğun dozu her geçen gün daha çok artıyor.

Ama sanki tek tek bozduklarıyla boğuşurken insanı yani asıl özneyi unutuyoruz. Zira insanı tamir edebilsek, insanı yeniden inşa edebilsek ötekilerle uğraşmamız belki de hiç gerekmeyecek ve kısa zamanda her şey olması gerektiği gibi oluverecek.

Peki insanı kim, nasıl ve hangi şaşmaz doğrulukla tamir edecek? Bu konudaki mihenk taşımız ne olacak? Asıl sorun bu sanırım.

Başta kendi aciz nefsim olmak üzere hemen hepimizin farkında olduğuna eminim;

Bir virüs gibi yayılarak ruhlarımızı esir alan ve ışıksız bırakan tüketim putlarıyla nitelikten uzaklaştıkça nicelikle avunuyor, özü tahrip ettikçe kabukla övünüyor, anlamı kaybettikçe sloganla arınıyor ve hakikate yabancılaştıkça yalanlarla yol alıyoruz.

Bu yüzden olsa gerek ki; sahip olduğumuz müthiş bir manevi zenginliğe rağmen adaleti dert edinmeyen hukukçular, eğitimi dert edinmeyen öğretmenler, dini ve hakikati dert edinmeyen ilahiyatçılar ve ilmi dert edinmeyen akademisyenler yetiştiriyoruz.

Ama buna rağmen herkes kelimeleri ayakkabı sandığı gibi yüklenmiş, doğru sandıklarını parlatmakla meşgul. Allah’ın sadece gündelik hayatını idare edebilsin diye verdiği sınırlı aklı ne kadar zeki olduğunu ispatlamaya, kusur aramaya ve sürekli birilerine cevap yetiştirmeye harcayan insanlar hepimizin çevresini sarmış durumda.

Görmezden gelsek de statik kalıplarla düşünen, aynı popülistçe argümanları papağan gibi tekrar edip duran bir toplum var artık ve resmin bütünü bu toplumun içine sürüklendiği zihinsel ve duygusal erozyondan kendi çabasıyla çıkamadığını gösteriyor.

Peki bu müthiş manevi zenginliğe rağmen neden?

Bence bilgiye ulaşmanın yolları arttıkça hayati meselelerin aslî noktalarına ayrılan zaman da ilgi de ters orantılı azalıyor. Bu durumun meydana getirdiği şuur kaybı arttıkça da adım adım samimiyetle inandığımız değerlere uygun bir hayata, o derinlikte bir idrake, o dirayette bir şuura, o durulukta bir ahlâka, o berraklıkta bir hakkaniyete, o güzellikte bir insanlığa olan mesafemiz de beraberinde artıyor.

Oysa ki artık vakit kaybetmeden melankolik bir tembellik ile tüketen yoğunluğun arasındaki dengeye uzanmak zorundayız ve bu da hayatın ve kâinatın ritmine uymakla mümkün. Bu ritmi bulmak için ise içimize dönmeye, sessizliğe, hırs ve arzularımıza sınır çizmeye ve yaşam enerjimizi doğru yerlere yönlendirmeye ihtiyacımız var.

Çözüm nedir peki?

Asıl sıkıntımızın “sevgisizlik” olduğunu fark etmek ve sevgiyi katıksız bir şekilde yaşadığımız çağın göğsüne ekmek zorundayız.

Modern dünyanın paslı iklimi ile ilgili sayfalar hatta kitaplar dolusu “dikenli cümle” kurabilir; insan ruhunu neye çevirdiğiyle ilgili birçok tespitte bulunabilirim ama bence en can yakıcı olanı modern dünyanın, insanın içini boşalttığı, insanı içsiz bıraktığı, onu boş bir kabuk haline getirdiği ve “katıksız sevgiyi unutturduğugerçeği olur ve bu konuda söylenebilecek hiçbir akademik tekerleme beni bu fikrimden döndüremez.

Zira nefsi artık tıka basa dolu ama ruhu aç dolaşan çağımız insanı sanıyor ki, bir şeyleri kendinde topladığında ortaya çıkan şeyin adı sevgi olacak ve herkes tarafından ‘sevilir’hale gelecek. Ama bu tür bir toplayıcılık, bencilce bir sahip olma, en çoğunu kendinde biriktirme ihtirasından başka bir şey değil bence.

Manevi mirasımızın bize fısıldadığı sevgi; kendinde hiçkalmadan kendini sevdiğine katabilmek, hiç yabancılık hissetmeden, her türlü tedbiri terk ederek orada kaybolabilmek demek.

Bu konuda kim ne derse desin geride kalan, toplanıp sevgilinin varlığına taşınmaktan imtina eden her bir parça, her bir varlık kırıntısı, yani sevmenin önüne çıkan her bir benlik vehmi sevgiyi kendi miktarınca eksik bırakır.

Evet günlük koşturmacamız içinde fark edemiyoruz belki ama öfkeyle yaşamak, her güne nefretle uyanmak, içinde durmadan kötülük biriktirmek, kendini bir kez olsun hakkaniyet kantarına çıkarmamak, doğruyu kendi tekeline alıp kendisi gibi düşünmeyen herkesi batıl yolcusu ilan etmek herkesten önce kişinin kendi insanlığını çürütüyor ve yaşamı kendisi için günden güne ağırlaşan bir yüke dönüştürüyor.

Çünkü öfkelerimizin ateşli topları önce içimizde patlıyor; nefretlerimizin zehirli okları başkalarına ulaşmadan önce bizi zehirliyor; kötülükler, dışa vurduğumuzdan çok daha fazla içimizde kökleşiyor. İçimizde kök salmasına izin verdiğimiz bütün bu kötülüklerle hayatı ve onun bize sunduğu anlamı yavaş yavaş yok ediyoruz.

Bu sevgisizlikten olsa gerek ki toplum olarak öyle bir hale geldik ki, her gün bir avcı edasıyla üstelik saatler harcayarak yalancıları, sahtekarları, dolandırıcıları, ahlaksızları, yozları, yobazları, menfaatçileri, ikiyüzlüleri ve günün ihtiyacı olan bütün kötüleri bulup yakalıyor, yargılayıp teşhir ediyor, aşağılıyor, lanetliyor, linç ediyoruz.

Ulaşmamız gereken her şey, bizden artık bir “tık” kadar uzakta çünkü. Özellikle artık yaşantılarımızın vazgeçilmezi haline gelen sosyal medyada yarattığımız “klavye mücahitliğimiz” ile nefsimizi haklı çıkarmak adına anında bilgiye, ayete, hadise, ulaşıp tevil amaçlı mesajlar “çarpıştırıyoruz”.

Üstelik bunu yaparken herhangi bir anımızda yanılıyor, haksızlık ediyor, bir iftirayı büyütüyor olabileceğimiz ihtimalini hiç aklımıza getirmiyor; üstlenmekte olabileceğimiz vebali ise umursamıyoruz.

Herkesin kötüsü “bir başkası” olduğu için, olası bir kötüyü veya kötülüğü iyiye, iyiliğe çevirmek adına bir çabamız da olmuyor; herkes bütün mesaisini bir başkasının kötülüğünü yakalamaya harcadığı için iyiliği, güzelliği, inceliği yaymaya, yaşatmaya, güçlendirmeye, canlı tutmaya vakit de kalmıyor.

Sansasyonel haberler, her an güncellenen ateşli tartışmalar, sözel itiş kakışlar, günlük hayatımızdan naklen yayınlar, özelimizin genele açılmasına dair dokunmatik faaliyetler, dijital çöplüğe yeni çöpler katmak için ortaya koyduğumuz çırpınışlarımızın çaldığı ortak bir senfoniye çevremiz hiçbir şey yapmazlarsa da alkışlarıyla eşlik ediyor ve bu gürültüde doğal olarak içimizin gündemi kaybolup gidiyor.

Tahammülsüzlüğümüzün, halden anlamayışımızın, hiç olduğumuzu fark edemeyişimizin, gözümüzdeki dal budak dururken karşımızdakinin gözünün çapağına uzattığımız parmağımızın, sen diyemeyişimizin, birbirimize emanet edildiğimizin şuuruna eremeyişimizin, kibrimizin, riyamızın, tamahımızın, şehvetimizin, cimriliğimizin, kendimizi bir şey zannedişimizin, ben deyişimizin altında dahi sözünü ettiğim bu sevgisizlik var.

Hayır hayır, bu iş okullarda öğretilen okuma yazmayla, alınan diplomalarla olmuyor. Bu iş ana ocağında, baba evinde alınan terbiye, verilen değerler eğitimi ile oluyor. Bu yüzden bas bas bağırıyoruz 80’li, 90’lı nesiller diye.

Neden?

Çünkü orda abdestsiz hamura dokunmayan anneler, çocuğunun boğazından haram lokma geçirmemek için didinen babalar, uykunun bile uykuda olduğu demlerde ellerini açıp tüm insanlığa gözü yaşlı dua eden ak sakallı dedeler, nur yüzlü nineler vardı.

Bugün çoğu ya yok ya da dünyanın meşgalesine, geçim telaşına düşüp onlar da unuttu bu değerleri ve sonunda da bizi biz yapan değerlerimizin köküne kibrit suyu döktük.

Kim bilir belki de bu yüzden iman ettiğimiz peygamberimizin mesajını anlamak ve bunlara tabi olmak konusundaki eksiklerimizi kapatmak için mabetlerimizin içini, dışını, kubbesi ve hatta duvarlarını en güzel şekilde süslüyor, altınlarla kaplama yoluna gidiyoruz. Şahitlik ve sahiplik edemediğimiz manevi güzellikleri başkalarına gösterip orda nefsimizi tatmin eden maddi güzellikleri arıyoruz belki de.

Hafızam beni yanıltmıyorsa “Geceye Bir Güneş Çizdim” romanımda yazmıştım;

“Biz farkına varmasak da her fırtınayı hazırlayan şartlar, mutlaka önceden birikmiştir ve fırtına bir sonuçtur. Akıl, fırtına toplanırken onu görmek ve tedbir almak için bize verilmiş bir armağandır” diye.

Yetinmeyi değil tüketmeyi bir yaşam tarzı haline getirmiş, düşünen veya sorgulayan bir eğitim sistemi yerine ezbere dayalı bir eğitim sisteminde yetişmiş, adil olmak yerine güçlü olması kafasına vura vura öğretilmiş, gücün hakta değil, hakkın güçte olduğuna inandırılmış, vicdanını nefsine talebe yapan bir toplumda sevgi yeşermez ve bu sevgisizlik toplumun da bireylerin de sonunu hazırlar.

Farkında olabilme temennisiyle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir