ÇAĞIN ASIL VİRÜSÜ OLAN “FAİZ”
Ölüm döşeğinde iken dahi devletin malına bulaşan birinin hırkasıyla kefenlenmeyi reddeden ve bu sayede de bir çocuğun hırkasıyla kefenlenen Ebuzerr-i Gaffari(ra)’den, devletten alacağı olası maaş imkanının helal olup olmadığı ile ilgili dirsek ve ömür çürüten medrese alimlerine ve oradan da bugün faizi bir dünya gerçeği olarak gösterme gafletinde bulunan din alimlerine(!) nasıl geçmiş olduğumuzun uzun bir hikayesi var evet ama…
İnandığını iddia ettiği dinamiklerin ortaya koyduğu ilahi kodlamada verenin zulmetmemesi, ihtiyaç ve şartlarından dolayı alanın da zulme uğramaması, yani adaleti “diri tutmak” için yasaklanan;
Bu yasağı delenlerin de Allah ve Resülü’ne savaş açtığı “ayetle sabit” olan…
Hatta bir tık daha yukarda “faizin en aşağı derecesinin insanın kendi annesi ile zina etmesi” gibi (zayıf bir rivayet de olsa) siyer kitaplarında hadis olarak zikredilen…
Tüm bu realiteye rağmen bugün içinden çıkamadığımız faiz gibi bir yürek ağrımız var!
İşin ekonomik boyutunu bilmiyorum ve ilgi alanıma da girmiyor. Ancak;
Bir Arap Prensi’nin tek başına mal varlığı ile dünyadaki tüm açlığı (günde 32 bin insan açlıktan ölüyor) yok edebildiğiniz bir düzende hemen yanı başındaki Sudan açlıktan ölürken Kabe’ye her yıl 200 kilo altın işlenmiş örtü asan…
Daha beş on yıl öncesine kadar hacıların kestiği kurban etlerini yoksul ülkelere yollamak yerine toprağa gömen bir inanç turizm anlayışına sahip olan…
Ellerindeki toplam serveti peşkeş çektikleri batılı sermayeden çekip kapital dininin şubeleri olan bankaların yanı başına infak ve yardımlaşma kurumları aç(a)mayan…
Sahip olduğu doğal zenginlikleri Emperyalizmin kucağına oturtan…
Halkını bankalara kölelik etmekten kurtaramayan…
(Bugün sadece bizim ülkemizde 45 milyon kredi kartı kölesi var)
Kendi dinamiklerini çağa aşılamak ve onlardan esinlenerek çağa şekil vermek yerine “faiz bataklığını” “dünya gerçeği” olarak görüp yaşadığı çağın şeklini alan…
Ve sayfalarca yazabileceğim bu bataklığın sebep olduğu canların, malların, hayatların acısını; gözyaşını, göklere yükselen ağıtlarını göremeyen 63 İslam ülkesi ve iki milyar inanan(!) için iş bu faiz bataklığı pislik, bela ve musibet olarak yeter de artar!
Peki nedir İlahi hitabın “Riba” olarak andığı ve bizim “faiz” dediğimiz konu ve neden bu denli korkunç bir çöküşesebebiyet verir?
Bunu anlamak için asıl kaynağımız olan ilahi hitaba gidelim;
“Riba” konusu ilahi hitapta, değişik yerlerde bağımsız ayetlerdeki geçişleri dışında, Bakara suresinin 275-281. ayetlerinden oluşan paragrafta yer almaktadır. İlkin bunlara bakalım;
275- O ribayı yiyen şu kişiler, şeytanın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, Alışveriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki, Allah, alışverişi helal, bu ribayı haram kılmıştır. KendisineRabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişikendisine, işi Allah’adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlarateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır.
276- Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tümaşırı nankör ve günahkar kimseleri sevmez.
277- Şüphesiz iman eden ve salihatı işleyen, salâtı ikame edenve zekâtı veren kişilerin Rabbleri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.
278- Ey iman etmiş kimseler! Eğer müminler iseniz, Allah’atakvalı davranın ve ribadan kalanı bırakın.
279- Artık böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve elçisindensize savaşı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayelerinizsizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.
280- Eğer o (borçlu), darlık içindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır.
281- Ve kendisinde Allah’a döndürüleceğiniz güne takvalı davranın. Sonra da herkes kazancını tastamam alır. Ve onlar zulmedilmezler.
Yol haritamız olan ayetlerden de anlaşılacağı üzere “riba” kelimesi; anlam itibariyle “artma, çoğalma, şişme” demektir.
Bir hukuk terimi olarak ise, değiş-tokuş sözleşmelerindetaraflardan birinin hakkı kabul edilen ve sözleşme esnasındaşart koşulan “karşılıksız fazlalık” anlamındakullanılmaktadır.
Yani riba, sadece parasal işlemlerdeki artmaları, çoğalmaları, şişmeleri değil, mal takası işlemlerindeki artmaları, çoğalmaları, şişmeleri de kapsamaktadır.
Araplar arasında, biri “nesi’e ribası”, diğeri de “fazlalıkribası” olmak üzere iki türlü riba uygulaması olduğu, yanihem ödünç verme işlemlerinde vade karşılığı olarak alınanpara veya mal fazlasına (faize), hem de peşin yapılan mal değişiminde oluşturulan fazlaya riba dendiği bilinmektedir:
Şimdi bunlara bakalım;
a) Nesi’e ribası (vade faizi); cahiliye devrinde daha yaygınolarak uygulanan riba türü olup, belirli bir vade ile verilenödünç para veya mal karşılığında, vade boyunca her ay ya da vade sonunda, ödünç verilen para veya maldan ayrı olarakalınan fazlaları (faizi) ifade eder.
b) Fazlalık ribası; aynı cinsten olan malların peşin olarakbirbiriyle değiştirilmesi sırasında gram, litre, adet gibi miktarcinsinden ortaya çıkan fazlalık kısmı ifade eder.
Bu iki riba arasında; “nesi’e ribası”nın vadeli işlemlerden, “fazlalık ribası”nın ise peşin işlemlerden kaynaklanıyorolması sebebiyle bir fark vardır ama, aslında her iki riba da, taraflardan birinin “karşılıksız fazla” elde etmesi esasınadayanmaktadır.
Kelime anlamının tespitinden sonra, konumuz olan “riba”nındoğru anlaşılması yolunda bana göre atılması gereken ikinciadım, 275. ayetin ilk cümlesinde yer alan iki kavramın(“ribayı yemek” ve “şeytanın çarpması” kavramlarının) tahliliolmalıdır:
Ribayı yemek: 275. ayetteki “O ribayı yiyen şu kişiler” ifadesi, riba doğuran işlemlerle varlıklarını arttıran, çoğaltan, şişiren kimseleri işaret etmektedir. Bu kimselerin ribayıyemeleri de, oluşturdukları fazlalıkları –bu fazlalıklar para veya her çeşit mal olabilir– “madde olarak yemeleri” anlamınadeğil, “bu fazlalıkların onlara sağladığı imkânlardanfaydalanmaları” anlamına gelmektedir.
Şeytanın çarpması: De ki: “Allah’ın astlarından bize yararsağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? VeAllah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytanlarınkendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiğikimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim? De ki: “ŞüphesizAllah’ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salatı ikame ediniz veO’na takvalı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadeceKendisine toplanacağımız kimsedir.” (En‘âm/71, 72)
Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytanları o kâfirler üzerinegönderdik. Onları kışkırttıkça kışkırtıyorlar. (Meryem/83)
O ribayı yiyen şu kişiler, şeytanın bir dokunuşuyla çarptığıkişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu, şüphesizonların, ”Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysa ki, Allah, alış-verişi helal, bu ribayı haram kılmıştır. KendisineRabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişikendisine, işi Allah’adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte onlarateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. (Bakara/275)
Âyetin orijinalindeki [lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezîyetehabbetühü’ş-şeytânü mine’l-messi] ifadesi aslında, “şeytânın dokunuşuyla düşürdüğü, aklını azalttığı, normal durumunu bozduğu kimse gibi” demektir. Ama bu ifadetefsirciler tarafından pratik olarak “şeytânın çarptığı kimse”olarak meallendirilip geçilmiştir. Hâlbuki insanların, “Nedirbu şeytânın aklı azaltması, düşürmesi, normal durumubozması?” diye düşünmelerini sağlamak için orijinal anlamınaynen verilmesi çok daha iyi olacaktır.
Halk dilinde “şeytân çarpması” diye, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesine denmektedir. Meselâ, yüz felci geçirenkişi de bu anlamda, “şeytân çarpmış” olarak nitelenmektedirancak halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki birçarpılmanın, İlahi hitapta bahsedilen “şeytân çarpması” ilebir alâkası yoktur. Halk arasında “şeytân” sözcüğünün yanlışanlaşılması, doğal olarak “şeytân çarpması”nın da yanlışanlaşılmasına yol açmaktadır.
Kur’ân’ın bildirdiği şeytân çarpması, yukarıdaki âyetlerdetanıtılmış olan şeytânî karakterleri taşıyanşeytânların/insanların bu olumsuzlukları bir kişiye telkin ediponu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olanşeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir. İşte o zaman o kişiyişeytân çarpmış demektir.
Şeytânın çarptığı bir kişi ise;
* Allah’a karşı gelir.
* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.
* Hakksız kazanç peşinde koşar.
* Bilmediği şeyleri konuşur.
* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.
* Savurgandır.
* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.
* Aldanmıştır.
* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.
* Dönektir.
* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.
Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle şeytan tarafından getirildiğini gösteren temelölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, “Onu şeytançarpmış”, “Onu şeytan oyununa getirmiş, aklını azaltmış, düşürmüş” şeklinde tasvir edilirler.
Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler, aslında varlıklarını şeytânın kontrolüne girerek sürdüren ve buşekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara 279’daki ifade ile, “Allah ve Elçisi’ne savaş açmış” kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, 279. âyetin bulunduğu tüm pasajın[261-281. âyetler] bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesigerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım[sadaka, infak] ile muhtaçları sömürü [ribâ/faiz] arasındakikarşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.
Tefsircilerin pek çoğu 279. âyetin ihtarını kıyâmet gününehamledip, “Faiz yiyenler kıyâmet günü, saralılar gibidengeleri bozulmuş/şeytân çarpmış gibi kalkarlar ve buhalleriyle faiz yiyenlerden oldukları belli olur” şeklindeaçıklamışlardır. Hâlbuki âyetin zâhirî [sözel] manası, böyledeğildir. Olay tamamen dünya ile ilgilidir. Bana göre bu hatalıyorumlar, şeytân ve şeytân çarpması ifadelerinin, Kur’ân dışıkabullerinden kaynaklanmaktadır.
275. ayetin ifadesinden; şeytan çarpmış, yani şeytanınoyununa gelmiş kimselerin bu duruma, “Alışveriş ribagibidir.” demeleri yüzünden düştükleri anlaşılmakta, bir başkaifade ile, Rabbimiz onları, kendilerini bu şekilde kandırdıklarıiçin “şeytan çarpmış” diye nitelemektedir. Ancak, bukişilerin anlam bakımından birbirinden farklı şeyler olan“alışveriş” ile “riba”yı aynı görmelerinin, kendilerine göremantıklı bir gerekçesi olması lâzımdır ki bu gerekçe olsaolsa; alışverişte de, riba doğuran işlemlerde olduğu gibikazanç sağlama amacının güdülmesi ve alışverişle sağlanankazancın da, varlıklarda bir artış, büyüme, fazlalık (riba) meydana getiriyor olmasıdır.
Yani, Rabbimizin “şeytan çarpmış” olarak nitelendirdiği bukişiler; kendi yaptıkları ödünç verme ve taraflardan birine“karşılıksız fazla” sağlayan mal takası işlemleri sonucu eldeettikleri artışın, büyümenin, fazlalığın (ribanın), alışverişsonucu elde edilen kazançtan farklı bir şey olmadığını ilerisürmekte, alışveriş ile ribayı aynı görmektedirler.
Rabbimiz ise bu görüşe karşılık önce, “alışveriş”i helâlkılmak suretiyle “alışveriş”in tüm sonuçlarıyla meşruolduğunu ilân etmiş, yani alışveriş yoluyla sağlanan kârları, fazlaları (ribaları) yasak kapsamı dışına taşımıştır. Sonra da, ayette “er riba” şeklinde belirteçli olarak ifade ettiği “o riba”yı haram kılarak, yasaklanan ribanın; “alışveriş riba gibidir” diyenlerin kendi yaptıkları ödünç verme ve peşin mal takasıişlemlerinde taraflardan birine sağlanan “karşılıksız fazla” olduğunu belirtmiştir.
Peki yasaklanan “er riba” nasıl bir ribadır?
Rabbimiz, riba hakkındaki yasağı, daha önce gönderdiğivahiylerle, tüm inanmışlara yönelik olarak koymuştur:
Âl-i İmran; 130: Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmışolarak ribayı yemeyin. Felâh bulmanız için Allah’a takvalıdavranın.
Aslında bu yasak daha eski toplumlara da getirilmiştir. Meselâriba konusu, bugünkü Kitab-ı Mukaddes’te aşağıdaki gibi yeralmaktadır:
Tesniye 23/ 19, 20. cümleler:
19 – “Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka birşey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız.
20- Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizdenalmayacaksınız. Böyle yapın ki, mülk edinmek içingideceğiniz ülkede el attığınız her işte Tanrınız RAB sizikutsasın.
Nehemya; 5/10. cümle:
10 – Kardeşlerim, adamlarım ve ben ödünç olarak halka para ve buğday veriyoruz. Lütfen faiz almaktan vazgeçelim!
Çıkış; 22/ 25. cümle:
25- “Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula ödünç para verirseniz, ona tefeci gibi davranmayacaksınız. Üzerine faizeklemeyeceksiniz.
Ama kıblelerini altın yapmış olan Yahudiler, yasaklanmışolmalarına rağmen riba konusunda da her yolu mübahsaymışlardır:
Nisa; 160, 161: Sonra da Yahudileşen kimselerden olanzulüm, onların birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları hâlde riba (faiz) almaları ve insanlarınmallarını haksız yere yemeleri sebebiyle kendilerine helâlkılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Ve onlardan kâfir olanlaracan yakıcı bir azap hazırladık.
Görüldüğü gibi riba, bir kısım kimselerin çok eski çağlardanberi yasaklanmalarına rağmen, bir türlü vazgeçemedikleri birkazanç türüdür. Rabbimizin “Yahudileşen kimseler” olarakisimlendirdiği bu bir kısım kimseler, sağladıkları bu türkazançlardan mahrum olmak istemedikleri için konulanyasağa direnmişler ve ribanın, alışverişten sağlanan kazançtanbir farkı olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Oysa, alışveriş ile riba doğuran işlemler arasındaki farklarıgörmek için, her iki faaliyetin hangi aşamalardan geçtiğinikaba hatlarıyla gözden geçirmek yeterlidir:
İlk aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayankişi, önce bir malı satın alarak o malın sahibi olur. Ribadoğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi ise, sahibi bulunduğu para veya malı ödünç vermek için, bu para veya mala ihtiyaç duyan bir başka kişiyi arar veya ihtiyaçsahibinin, kendisini bulmasını bekler.
İkinci aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayıplanlayan kişi, sahibi olduğu malın alış fiyatı üzerine, eldeetmeyi düşündüğü kârı ilâve ederek bir satış fiyatı belirler. Bu kâr içinde, malın alışından itibaren yaptığı masraflar ilekişinin yaptığı bu hizmet karşılığı kendisine değer biçtiği ücretvardır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayankişinin ise, belirlediği riba miktarına kaynak olacak ne birmasrafı ne de değer biçeceği bir hizmeti vardır. O sadece, kendisi gibi ribadan kazanç sağlayanlarla birlikte belirlediğiriba miktarını ödünç isteyene bildirir.
Üçüncü aşamada; alışveriş yaparak kazanç sağlamayıplanlayan kişi malını, kendi belirlediği fiyata göre değil de iradesi dışında piyasada oluşan fiyata göre satmak zorundadır. Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişi isesözleşmesini, kendi belirlediği riba miktarı üzerinden yapar.
Görüldüğü gibi, alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayankişi ile riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayankişi, yukarıdaki aşamaları farklı davranışlarda bulunarakgeçirirler ve farklı sonuçlar elde ederler:
– Alışveriş yaparak kazanç sağlamayı planlayan kişi, eylemliolarak gerçekleştirdiği iki hukukî işlemle, söz konusu malıüreticiden alarak tüketiciye ulaştırır. Bu kişinin belirlediği kâr, verdiği hizmete karşılıktır ama garanti değildir, risk altındadır.
–Riba doğuran işlemlerden kazanç sağlamayı planlayan kişiise, sözleşme imzalamak suretiyle eylemsiz yaptığı bir hukukîişlemle, herhangi bir masraf ve hizmet karşılığı olmadanbelirlediği fazlayı, vade süresince almayı sürdürür. Riski; ödünç alanın ödeyemez duruma gelmesidir ki bu ahval de muhtemelen önceden düşünülmüş ve risk, rehin veya kefilyoluyla bertaraf edilmiştir.
Alışveriş ile riba doğuran işlemler arasındaki bu çok önemlifarklar, sadece ticarî alanda değil, sanayi ve tarımsektörlerinde emek harcanarak yapılan üretim faaliyetleri içinde söz konusudur. Yani kol gücü ve beyin gücü konularakmeydana getirilmiş bir üretimin satışından elde edilen kâr ile, borç para vererek borçlunun serveti, emeği üzerinden sağlananfazla, bir tutulamaz.
Yukarıda sayılan farklar, bir cümle ile ifade edilmeye çalışılsa, şunu söylemek mümkündür:
Alışverişteki, sanayideki, tarımdaki emek; “yapıcıdır” ve buemek karşılığı elde edilen kâr helâldir, riba doğuran işlemlersonucu elde edilen fazla ise; “yıkıcıdır” ve bu yolla sağlanankâr haramdır.
Bu mukayeseden hareketle, yasaklanan ribanın özelliklerihakkında şunları söylemek mümkündür:
Rabbimizin yasakladığı “er riba”; herhangi bir masraf veyahizmet karşılığı olmadan alınan, yani ödeyenin kazancınarisksiz bir şekilde ortak olmak anlamına gelen ribadır. Başkabir söyleyişle Rabbimiz, “karşılıksız” ve “risksiz” olan“fazla”yı yasaklamıştır.
“Er riba” neden yasaklanmıştır?
Bu soruya cevap ararken hatırdan çıkarılmaması gereken birayet vardır:
Necm; 39 – Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğindenbaşka şey yoktur.
Yukarıdaki ayette, Rabbimiz nezdinde emeksiz, risksiz, çalışıpçabalamadan kolayca elde edilen kazançların bir değeribulunmadığı bildirilmektedir. Rabbimiz başka ayetlerindeise, bu türden kazanç elde etmeyi; “malların haksız yollayenmesi” olarak tanımlamakta ve “insanların kendileriniöldürmesi” olarak nitelemektedir:
Bakara; 188: Aranızda mallarınızı da batıl sebeplerleyemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bilerek ve günahile yemek için, hâkimlere aktarmayın.
Nisa; 29:Ey iman etmiş kişiler! Mallarınızı kendi aranızdayaptığınız ticaret şekli hariç olmak üzere, aranızda haksızyolla yemeyin, kendilerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size çok merhametlidir.
Rabbimiz, bir “şeytan emri” olduğuna dikkat çektiği ve bir“tehlike” olduğunu ilan ettiği bu tür davranışlardan, insanlarınkendilerini ancak infak yaparak kurtarabileceklerinibildirmiştir:
Bakara; 268: Şeytan, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı(çirkin hayasızlığı) emreder. Allah ise, size kendisindenbağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah Vâsi’dir (ilmi verahmeti sonsuz geniş olandır), en iyi bilendir.
Bakara; 195: Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi(kendinizi)/ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenlerisever.
Bunlardan başka Allah, mal ve servetin, toplumda belli birzümrenin kontrolünde bulunmasını da istememektedir:
Haşr; 7, 8– Allah’ın, o kent halkından, Resulüne verdiğiganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasındiye Allah’a, Elçi’ye, yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah’ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından vemallarından çıkarılmışlardır, Allah’a ve Elçisine yardımederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir-, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemenalın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah’a da takvalı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetinolandır.
Yukarıdaki ayetlerden kolayca anlaşılacağı üzere YüceAllah; mal ve servet verdiği kimselerin, ellerinde tuttuklarıfazlalıkları muhafaza etmelerine veya daha da arttırmalarınaimkân veren davranışlardan kaçınmalarını, kendilerineverilen bu fazlalıkları infak yoluyla harcamalarını, kişileringerçek kazançlarının ancak çalışıp didinerek elde edilecekcinsten olması sebebiyle boşu boşuna karşılıksız kazançsağlama girişiminde bulunmamalarını istemekte, aksidavranışların ise “insanların kendi kendilerini tehlikeyeatmaları”, hatta “birbirlerini öldürmeleri” anlamında olacağıihtarını yapmaktadır.
Bu noktada, her Müslüman’ın, Allah’ın helâl kıldığı“alışveriş”in ve haram kıldığı “er riba”nın kapsamlarıüzerinde iyice düşünmesi lâzım geldiğine inanıyorum. Çünkükonu; “o riba”dan vazgeçmeyenlerin, “Allah ve elçisininkendilerine savaş açmış olduğu kimseler” olarak ilânedilmesi sebebiyle, büyük önem taşımaktadır. Allah veelçisiyle savaşan biri ise, Allah ve elçilerinin mutlak galipgelecek olmaları sebebiyle, mutlaka mahvı perişanolacaktır:
Mücadele; 21: Allah, “Elbette Ben ve elçilerim galipgeleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir, Aziz’dir.
“Er riba”nın kapsamı
Bu çok önemli konudaki kapsam belirleme tahliline, enbaştan, yani Kur’an’ın indirildiği dönemde uygulanmakta olanriba çeşitlerinden başlamakta yarar görüyorum;
İster paraya, ister mala bağlı olsun “nesi’e ribası”nın bütünişlemlerinde, verilen ve geri alınan para veya mal miktarlarıarasındaki fark, vade sebebiyle oluşturulduğundan, yani buriba çeşidi, vadeye bağlı bir ödünç verme işlemindenkaynaklandığından, bu kapsamdaki işlemlerden sağlanankazançlar tam anlamıyla “karşılıksız fazla” hükmündedirler, dolayısıyla da “er riba”dırlar.
Örnek olarak, nasıl, ödünç olarak verilen para karşılığındaana paranın haricinde alınan her türlü fazla (faiz), “karşılıksızfazla”, yani “er riba” ise, elinde 10 kilo buğdayı olan birkişinin bu malını ödünç verip, ödünç verdiği kişiden altı ay sonra 12 kilo buğday alması durumunda da, miktarlararasındaki 2 kilo buğday, aynı şekilde “karşılıksız fazla”dır, yani “er riba”dır.
“Fazlalık ribası”nın söz konusu olduğu, peşin yapılan mal değiştirmelerde ise, ortaya bir “karşılıksız fazla”nın, yani “er riba”nın çıkması, mantığa uygun görünmemektedir.
Çünkü ister farklı, ister aynı cinsten olsun iki malın takas edilmesinde işlem, o malların ederleri ölçü alınarak yapılacağıiçin, böyle işlemlerde taraflardan herhangi biri lehine bir“karşılıksız fazla” oluşması anlamsızdır.
Örnek olarak 1 Kg hurmanın ederi 20.-TL, 1 Kg sofralıkzeytinin ederi 10.-TL ve 1 Kg yağlık zeytinin ederi 5.-TL ise, 1 Kg hurması ile zeytin almak isteyen kişi, ya 2 Kg sofralıkzeytin veya 4 Kg yağlık zeytin alacaktır. Böyle bir işlemdemiktarlar arasındaki farkların “karşılıksız” olduğunusöylemek mümkün değildir.
Veyahut, elinde 1 Kg sofralık zeytini olan kişi malını yağlıkzeytinle takas etmek isterse, 2 Kg yağlık zeytin talepedecektir. Çünkü ederi yüksek olan malın sahibinin, kendimalının bir ölçeğine karşılık, ederi düşük olan maldan dahafazla ölçekte mal talep etmesi kadar doğal bir şey yoktur.
Kaldı ki, ederi yüksek olan malın sahibi, böyle bir takası tercihetmeyip alışveriş yoluyla önce kendi malını para ile satsa, sonra da diğer malı başkasından parayla satın alsa, ederi düşükolan maldan yine aynı ölçekte alacaktır.
Yani, ortada herhangi bir aldatma veya aldanma yoksa, butakas ticarî bir alışveriştir. Dolayısıyla da, aynı cins mallarıntakası sırasında, miktarlar arasında kalitesi sebebiyle ederiyüksek mal sahibinin lehine oluşan farkın “er riba” olarakdeğerlendirilmesi söz konusu olmamalıdır.
“Riba”nın en başta gelen ögesi, ister parayla ister malla olanödünç verme işlemlerinde alınan fazlalıktır, yani faizdir. “Ribanın en başta gelen ögesi” olarak gördüğüm faizi, “ribanın en müptezeli” olarak tanımlayanlar da vardır. Faizin, Rabbimizin haram kıldığı riba kapsamı içinde olduğu hususutartışmasız olmasına rağmen, bir kısım kişiler günümüzdekifaizli muamelelerin, “zaruret hâli” istisnası gibi mütalâaedilip edilmeyeceğini tartışmaya açmışlar ve faizi; “paranın, enflâsyon karşısında değer kaybını önler” veya “paranınkirasıdır” gibi bir takım düşüncelerle yasak kapsamı dışınaalma gayreti içine girmişlerdir.
Allah’ın yasaklamış olmasına hiç önem atfetmeyen bazıkişiler ise faizi, ekonomik gelişmenin en önemliaraçlarından biri olarak ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki faiz; Rabbimizin bildirdiği gibi, kişiler, aileler ve ülkeler içintehlikedir, her zaman da baş belâsı olmuştur. Faizin nasıl birbelâ olduğunu anlamak için, yakın tarihimize bakmakyeterlidir:
Osmanlı Devleti, ilk kez 1854’te Kırım Savaşının getirdiğimali yükü hafifletmek amacıyla istikraz (tahvil çıkarma) yoluyla dış borç aldı. Dış borçlar, yatırım alanı arayan Avrupasermayesinin özendirmesi ve bazı yenilikler için yapılanharcamalar nedeniyle hızla arttı. 1854-74 arasında 15 kezistikraz yoluyla dış borç alındı. Borcun toplamı 5.297.676.000 altın franka, bunların yıllık faizi de 300 milyon franka ulaştı. Osmanlı Devleti bu borçların faizlerini bile ödeyemez durumadüşünce, Ekim 1875’te vadesi gelen taksitlerin yarısınıödeyeceğini açıkladı. Ama bu taksitleri de ancak üç ay ödeyebildi ve Mart 1876’da ödemeler bütünüyledurdu.Osmanlı hükümeti daha sonra Galata bankerlerininverdiği kısa vadeli borç ve avanslardan oluşan iç borçödemelerini de durdurdu. 22 Kasım 1879’da imzalanananlaşmayla bu borçların faiz ve anaparası karşılığı olarakdamga, müskirat, balık avı, tuz ve tütün resmi 10 yıl süreylealacaklılara bırakıldı. (Ana Britannica, c:11, s:22)
Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi, devletlerinyaptıkları borcu ve faizi aslında, o paradan yararlanmayanhalk ödemektedir. Hatta bazen de, batan kredi kurumlarınınborçlarının devlet kasasından ödenmesi suretiyle, bir kısımmevduat sahiplerinin kurtarılması yükü de yine, borç alma veverme ilişkilerinin tamamen dışında olan halkaçektirilmektedir. Bunlar ise, “zulüm”den başka bir kelime ileaçıklanması mümkün olmayan durumlardır.
“Er riba”nın bir numaralı unsuru olan faizin, bireylerüzerindeki etkilerine gelince, faiz gerçekten, insanlar üzerindetehlikeli, manevî anlamda öldürücü etkiler doğurmaktadır:
Faiz, insanları çalışmaktan alıkoyar. Çünkü imkânı olankimseler, paralarını faize vermek suretiyle kolayca; emekvermeden, riske girmeden kazanç sağlayacaklarından, çalışmaya gerek duymayabilirler. Bu durum, toplumsalhareketliliğin düşmesine, verimliliğin azalmasına yol açar. Zira borç alan kişi çalışır ve kazanır ama bu kişinin çalışmasıile elde ettiği kazançtan, faiz alan kişi de çalışmadan beslenir.
Oysa bir ülkenin refahının artması, ancak her alanda dahafazla çalışmak ve daha fazla üretmek ile mümkün olabilir. Kısacası daha az zahmet, daha az rahmet getirir.
Faiz, toplumlarda yardımlaşmayı, dayanışmayı ortadankaldırır. Faiz gibi kolay elde edilen ve risksiz kazanç, genellikle insanları bencilliğe iter. Dolayısıyla, bir başkasınayardım edecek kadar birikimi olan kişiler, paralarını ihtiyacıolan kardeşlerine verecekleri yerde faize yatırmayı tercihederler. Allah’ın emrettiği “ihtiyaç sahiplerine yardım” yolunun açılması için ise, faizin reddedilip bu yolla eldeedilecek kazanca itibar edilmemesi gerekmektedir.
Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Yüksekoranlı ve uzun süreli enflâsyon dönemlerinde spekülâtifyatırım yapanlar hariç, borç alıp faiz ödeyenin zengin olduğugörülmüş bir olay değildir. Çünkü faiz oranları, elinde parasıolanlar tarafından belirlenir ve bu kişiler faiz oranlarını, içindebulunulan ekonomik ortamın imkân verdiği kazançoranlarındaki aslan payını kendileri alacak şekilde belirlerler.
Yani faiz oranları, o ortamda sağlanabilecek ortalama rantındaima büyük kısmına tekabül eder. Dolayısıyla faizle borçalan yatırımcının zengin olmasına değil, ancak geçinmesine, başka bir ifade ile ancak borçlanmayı sürdürebilmesine izinverilir. Eğer borç alan yatırımcı değil de ihtiyaç sahibi, yanifakirse, bu kişinin faiz ödeyerek daha da fakirleşeceği zatenortadadır.
İşte bu yüzden; toplumda küçük bir azınlığın refah, çoğunluğun ise yoksulluk içinde yaşamalarını sağlayan vesürekli kılan bir ortamın sebebi olduğu için faiz, fakiri dahafakir, zengini daha zengin yapar.
Ama iş bununla bitmez, bu tarz bir düzenin, çoğunluğu teşkileden dar gelirliler bakımından giderek cehenneme dönüşmesikaçınılmazdır. Çünkü böyle toplumlardaki faizci zenginler, zenginleştikçe hayatlarından ve servetlerinden daha fazlaendişe eder hâle gelirler ve onları koruyabilmek için de dahadeğişik zulüm yollarına başvururlar.
Faiz, kulun şükretmesine engel olur, kişiyi Allah’a karşınankör yapar. Allah tarafından fazlalıklı kılınmış varlıklıkimselerin, bu fazlalıklarının karşılığını zekât, sadaka veinfak yollarıyla ödeyerek Allah’a şükretmeleri gerekmektedir. Ama kolay ve risksiz bir kazanç olan faizin cazibesine kapılaninsan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin karşılığınıAllah’ın gösterdiği adreslere iletmek yerine faize meyleder vetuzağa düşüp bu görevleri yerine getirmez.
İnsanın bu yanlışa düşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu, onun Rabbi olması dolayısıyla çok iyi bilen Allah, Bakarasuresinin 276. ayetinde “Allah, ribayı yok eder, sadakalarıda artırır. Allah, tüm çok nankör ve günahkâr kimselerisevmez.” ifadesiyle; faizi de kapsayan ribanın kimseyehayrının, bereketinin olmayacağı, çünkü kendisinin onu yok edeceği tehdidi ile sadakaların ve infakın dünyada ve ahirettekat kat iade edileceği vaadini birlikte yapmış, böylece de insanların nankörlüğü değil, şükrü tercih etmeleri gerektiğinibir kez daha hatırlatmıştır.
Kur’an’da; “Allah’ın ‘yaklaşma’ dediği ağaçtan Âdem’intadıvermesi ve hemen de istifçiliğe başlaması” şeklindetemsilî olarak anlatılan da, aslında bu meseledir.
Görüldüğü gibi faiz, kişilerin psikolojilerinden başlayarak işhayatlarını, geçimlerini değiştirmekte, aile düzenlerinin alt üstolmasına yol açmaktadır. Böyle bireylerin toplum içindegiderek çoğalması, o toplumu adım adım tehlikeyeyaklaştırmakta, faizin kölesi hâline gelmiş böyle bir toplum da üzerinde yaşadığı ülkeyi, yukarıda arz ettiğim Osmanlıörneğinde olduğu gibi, yerüstü ve yeraltı servetlerininbitirilmesi sonucuna doğru, yani sömürgeleşmeye doğru, yaniateşe doğru götürmektedir.
Özet olarak faiz, sonuçları itibarıyla, fakirlerin köle, ülkelerinde sömürge hâline gelmesinde en büyük etkenlerden biridir.
Ancak, “er riba” faize indirgenemez. Çünkü yukarıdasaptadığım gibi Rabbimiz faizi değil, “karşılıksız” ve“risksiz” fazlayı yasaklamıştır.
Dolayısıyla Müslümanların, sadece faizden uzak durup da, “er riba” kapsamına giren diğer karşılıksız fazlaları yemek gibikendi kendilerini kandırma sapkınlığına düşmemelerilâzımdır. Fakat ne yazık ki “er riba” insanlara vazgeçilmezgelmiş, bu tatlı kazancı bırakmak istemeyenler, “er riba”yıfaize indirgemek ve yedikleri “er riba”yı da muamele-işer’iyye denilen uygulamalarla faiz görüntüsünden çıkarmaksuretiyle, yaptıklarının, Allah’ın yasakladığı “er riba” kapsamında olmadığına kendilerini inandırmışlardır.
Eğer söylenenler doğru ise, muamele-i şer’iyye denilen ve“Alacaklı tarafın borçludan, faiz sayılmayacak bir menfaatelde etmesini temin için yapılması gereken işlem” olarak tarifedilen bu çeşit uygulamalara dayanak teşkil eden fıkhîçözümlerin (!) bulunuşu, çok eski zamanlara; 700’lü yıllarakadar gitmektedir.
Çeşitli usuller ihtiva eden bu uygulamalardan biri meselâşöyledir:
“Para sahibi, vadeli olarak vereceği 10 dirheme karşılık 13 dirhem almak istiyorsa o zaman borçlanacak olan tarafa, 13 dirheme bir mal satar ve teslim eder. Borçlanacak olan kişi de o malı üçüncü bir şahsa 10 dirheme satar ve teslim eder. Sonra bu üçüncü şahıs da o malı ilk sahibine 10 dirheme satar, parayıpeşin alıp malı teslim eder. Sonra biraz önce aldığı malınbedeli olmak üzere 10 dirhemi, borçlanacak olan kişiye verir. Böylece mal, ilk sahibine yani karşı tarafa borç vermekisteyen kişiye 10 dirhem karşılığında dönmüş ve karşı tarafınona vadeli 13 dirhem borcu olmuş olur.” (İslâm EkonomisindeFinansman Meseleleri, Ensar Neşriyat, İstanbul 1992, s: 316, 317)
Görüldüğü gibi, tarifinde bile “alacaklı, borçlu, menfaat eldeetme” gibi, ödünç verme işlemlerine has kavramlar olan buuygulamalar özünde; şikeli alışverişlerle borçlunun alacaklıyafaiz kadar fazla ödemesini sağlamaktan başka bir şey değildir. Sadece ödemeler faiz adıyla yapılmamaktadır.
Hukuk dilinde “kanunu dolanma” denilen bu türdavranışlarla Allah’ın koyduğu yasağı dolandığını zannedenbazı kıt akıl ürünü sapkın anlayışlar maalesef günümüzde de varlıklarını sürdürmektedirler.
Meselâ, bankacılık sisteminin varlık sebebinin faiz olmasınarağmen bir takım çevreler “faizsiz bankacılık” diye birkavram icat ederek, bu iddia ile kurdukları şirketlerden, kendilerine para yatıranlara “kâr payı” adı altında ödemeleryapmaktadırlar.
Bu kâr payları, isteyene üç aylık, isteyene altı aylık, isteyenede yıllık olarak ödenmekte ve ne enteresandır ki, dönemleregöre yapılan ödemeler herkes için hep aynı tutardaolmaktadır. Yani bu faizsiz bankaların, topladıkları paralarlaortak oldukları (?) şirketlerin hepsi; tahsilâtlarını hep aynıdönemlerde yapmakta, dolayısıyla da kârlarını, ilan ettikleriödeme dönemlerine uygun olarak elde etmekte ve hep aynıoranda kâr etmektedirler.
Oysa, bu şirketlerin hepsinin; kârlarını, bütün giderleriniöngörerek dağıtılabilir kazanç olarak hesaplamaları mümkünolsa bile, tahsilâtlarını bu faizsiz bankaların ilan ettikleri kârdağıtım dönemlerine uygun bir şekilde yapmaları ve kârlarınıdağıtılabilir hâle getirmeleri mümkün değildir. Bu durumda, bu şirketlerin kâr payı adı altında yaptıkları ödemelere“karşılıksız fazla”dan başka bir şey denemez. Bu yargımıdoğrulayan bir diğer husus da, bu faizsiz bankaların birçokşirkete ortak olduklarını ilân etmelerine rağmen, sanki bir tekşirketin kârını dağıtıyormuş gibi, hep aynı oranda kâr payıdağıtmalarıdır.
“Er-riba”nın bir diğer önemli unsuru spekülâsyondur.
Spekülâsyonu; “ileride fiyat değişikliğine uğrayacak mallarınaradaki fiyat farkından yararlanarak kâr etmek amacıylaönceden satın alınması” şeklinde tarif eden EkonomiAnsiklopedisi, spekülâsyona sebep olacak fiyat değişikliğibeklentilerinin başlıcaları arasında savaş, kıtlık ve enflâsyonusaymıştır.
Görüldüğü gibi spekülâsyonda kâr beklentisi, herhangi birçalışmaya veya hizmete değil, sadece fiyat artışınadayanmaktadır. Üstelik bu fiyat artışlarının da, birçok kişininmahvına yol açacak afetler sebebiyle gerçekleşmesibeklenmektedir. Böyle bir kazancı umarak yapılacakalışverişten sağlanan kârın, Rabbimizin helâl kıldığı alışverişkârı cinsinden bir kâr olmayacağı ortadadır.
Özünde yine spekülâsyon gibi fiyat artışından kâr sağlamaanlayışı olan ama ondan çok daha çirkin başka bir “er riba” unsuru daha vardır ki bu; “istifçilik” veya “karaborsacılık” denen rezilliktir. Bu davranışı spekülâsyondan daha çirkinkılan özelliği, yapılan mal alımlarının, piyasada o malınkıtlığına yol açarak fiyatının artmasını doğrudan etkileyecekmiktarlarda olmasıdır.
Adına ister spekülâsyon densin, ister istifçilik densin, budavranışların “er riba” kapsamına girmelerinin sebebi; her ikidavranışın da, herhangi bir çalışıp didinme karşılığındaolmadan kazanç sağlamaya yönelik oluşlarıdır.
Zira Rabbimiz, insan için çalışıp didindiğinden başkasını, “yok” mesabesinde saymaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, Allah’ın kendilerine bahşettiğifazlalıklarını yabancı ülkelerin paralarına yatırarak, ileridekendi ülkesinin parası aleyhine gelişecek kur farklarındankazanç sağlamayı umanların veya faaliyet alanlarına bakıpmuhtemel kârlarını değil de, piyasada oluşacak fiyatlarınıhedefleyerek şirketlere, borsa kanalıyla ortak olanların, vicdanmuhasebelerini tekrar gözden geçirmelerinde yarar vardır.
Çünkü ne kur farkı beklentisi ile yapılan döviz alımlarınınspekülâsyondan bir farkı vardır, ne de borsa gibi, büyüksermaye sahiplerinin oyuncağı hâline gelmiş birkumarhaneden alınan hisse senetleri gerçek anlamda birortaklık hükmündedir.
Ülkemizde son zamanlarda uygulamaya konmuş bir diğer “er riba” sağlama işlemi de Vadeli İşlemler Borsası denilenkuruluş bünyesinde yapılmaktadır.
Görünüşte ileriye matuf alım veya satım sözleşmelerimahiyetinde olan bu işlemlere konu olan materyal, “mal”cinsinden olabileceği gibi, değişik ülke paraları cinsinden de olabilmektedir. Sözleşmelerin tarafları ise alım veya satımemirlerini verenler ile onlara böyle bir ortamı sağlayankuruluşlardır. Bu işlemlerde alım veya satım emirleriniverenler, kesinlikle gerçek alıcı veya satıcı değildirler. Onlar, sözleşmede belirtilen gün geldiğinde, sözleşmedeki malları ne gerçekten alırlar, ne de satarlar, sadece sözleşmede yazanparaları öderler veya tahsil ederler.
Özetle bu işlemler gerçek alışverişlerle ilgili olmayıp, birtakım nesnelerin ileride oluşacak fiyatlarının tahminiüzerinden oynanan bir çeşit kumardır ve bu işlemlerin, Rabbimizin helâl kıldığı alışveriş ile hiç alâkaları yoktur.
Ancak, kapitalizm dininin önemli unsurlarından olan borsalarhakkında; ileride oluşacak fiyatların bilinmemesi sebebiyleborsa işlemlerinde bir riskin söz konusu olduğu, riski olanişlemlerden sağlanacak kazancın ise, baştan belirlenen faizişlemlerindeki ile aynı sayılamayacağı yolunda bir takımfikirler ileri sürülmektedir.
Bu görüş sahiplerine önce; “tamamen riskten ibaret olankumar, bu mantığa göre helâl mi sayılacak” sorususorulmalı, sonra da helâl kazancı, “er riba” işlemlerindensağlanan kazançtan ayıran esas özelliğin risk değil, “bir emekkarşılığı olması” olduğu hatırlatılmalıdır.
Bankacılık ve İslâm
Bankalar, birikim sahiplerinden faiz karşılığında topladıklarıfonları, iskonto, ödünç verme ve diğer mali işlemlerde, kendihesaplarına ve yine faiz karşılığında kullanmayı esas işedinmiş finansman kurumlarıdır.
Yani faiz, bankaların yegâne hayat kaynağı, vazgeçilmezunsurudur. Faiz aynı zamanda da, kapitalizm dinininekonomik düzeninde sistem çarklarının dönmesi için gerekliolan dişlilerden biridir. Bu ilişki içinde bankalar, kapitalistekonomilerin olmazsa olmazı durumundadırlar.
İslâm’da ise “er riba”, dolayısıyla da “er riba”nın birnumaralı unsuru ve en kötü türü olan faiz, tartışmasız olarakharam kılınmıştır.
Bu duruma göre aslında, sistem çarklarının dönmesi için faizingerekli olduğu kapitalist düzenin ve bu düzenin yürümesinitemin için faiz temeli üzerine kurulmuş bankacılık sistemininİslâm’la bağdaşması mümkün değildir.
Fakat ne yazık ki tam tersine, halkının büyük çoğunluğunuMüslümanların oluşturduğu ülkelerin hemen hepsindekapitalist sistem tercih edilmiş ve o ülkelerdekiMüslümanlar da, özünde birbirlerine taban tabana zıt olanİslâm dini ile kapitalizm dinini birlikte yaşar hâlegelmişlerdir.
Hâl böyle olunca, iki din arasındaki zıtlıkların giderilmesiiçin bazı kural yumuşamalarına ihtiyaç duyulmuş, ama her nedense bütün yumuşamalar, “gelişmenin gereği”, “uygulanması kaçınılmaz” gibi söylemler ileri sürülerek hep İslâm dininde yapılma cihetine gidilmiştir.
Bu yöndeki gayretler öyle akıl almaz şekil ve boyutlaravarmıştır ki, kelimelerin anlamları değiştirilmiş, otoriteolarak tayin edilen kişilere fetvalar verdirilmiş ve sonundaİslâm dini, Allah’ın vahyettiğinden çok farklı bir şekildeuygulanır hâle gelmiştir.
Faiz konusundaki gayretler ise âdeta saldırıya dönüşmüştür. Bir taraftan ulema sıfatlı kişiler yukarıda örneğini verdiğimgibi, bir takım aldatmacalarla faize fıkhî çözümler (!) üretmişler, diğer taraftan kapitalist zihniyet sahipleri “Verilenödünç paranın borçlunun elinde uzun müddet kalması, fazladan alınacak paranın (faizin) bir karşılığıdır. Çünkü borçverilen para, eğer o müddet içinde borç verende dursaydı o kişi, onunla ticaret yaparak kazanç sağlayabilirdi.” veya“Borç alan kişi, aldığı para ile ticaret veya yatırım yapıpkazanç sağlıyorsa, kazancının belirli bir oranını paranın esassahibine ödemesinin ne sakıncası olur?” cinsinden sözlerle, insanların zaten bulandırılmış akıllarını iyice çelmeyeuğraşmışlardır.
Gerek ulema sıfatlıların gerekse kapitalist zihniyetlilerinkonuya yaklaşımları; faizi, helâl kılınan alışveriş kârınabenzeterek onunla eşdeğer kılmaya, yani Allah’ın koyduğuyasağı yasaklıktan çıkarmaya yönelik olup, Allah ve elçisiile yapılan savaş hükmündedir.
Bir başka ifade ile bu şeytan çarpmış kişilerin, Allah ve elçisiile savaşı göze almalarının tek sebebi, kapitalizm dinininvazgeçilmez unsuru olan faizi Müslümanlarauygulattırabilmektir. Ancak, Allah’ın emrine uyup aklınıçalıştıran Müslümanların hemen fark edecekleri gibi, fıkhîçözümlerdeki uygulamalar ile kapitalist zihniyet sahiplerininkabulleri arasında ciddî bir çelişki vardır.
“Muamele-i şer’iyye”lerde borçluya mutlaka zararlı biralışveriş yaptırılmasına karşılık, faizi, “borç verenin ticarettenyoksun kalmasının karşılığı” veya “borç alanın elde ettiğikârdan borç verene hakkaniyete uygun olarak ödenmesigereken pay” olarak gören zihniyet ise zararı hiç hesabakatmamaktadır.
Yani borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işten zarar etse, budurum “muamele-i şer’iyye”ye uygundur ama bunun faizlisistemde kabul edilmesi asla mümkün değildir. Çünkü faizlisistemde, verilen para karşılığı adı konmuş bir fazlalığınödenmesi kesin hükümdür ve borç alan kişi zarar etse bile, gerekirse evini-damını, donunu-dolağını satıp hem borcunuhem de faizini ödemek zorundadır.
Aslında faizli sistemin bu uygulaması, benzetme yerindeyse, ödünç aldığı yumurtayı kıran birisinden, “bu yumurta civciv, tavuk veya horoz olacaktı” mantığıyla civciv, tavuk veyahoroz parası almaktan başka bir şey değildir.
Allah’ın koyduğu yasağı, yorumlarıyla sulandırıpMüslümanlara kısmen de olsa faizi uygulattırmak çabasındaolanlar; “Haram olan faiz, fakire verilen ödünç paradanalınan faizdir. Bankaya para yatırıp da bankadan faizalınmasında sakınca olmamalıdır. Zira banka ve bankacı fakir değildir.” tarzında bir başka fikir daha ortaya atmışlardır.
Tabii ki bu düşüncenin de İslâm açısından kabul edilmesimümkün değildir.
Çünkü Allah, yasağı, ödeyecek olanın güçlü olup olmamasışartına göre koymamıştır. Yani faiz, ister zengin, ister fakir, ister banka; kimden alınırsa alınsın yasal bir kazanç değildir. Ayrıca bankalar, topladıkları parayı ödünç verme işindekullanmakta olduklarından, bankaya bu amaçla para yatıranlarda, Rabbimizce haram kılınan bir işlemin, yani paradan para kazanma işleminin tarafı olmuş durumuna düşmektedirler.
Konuya bir de, bankalardan gönüllü olarak kredi alanlaraçısından bakıldığında, faizin o istenmeyen, çirkin sonuçlarıdaha net olarak görülmektedir.
Eğer bankadan borç para alan dar gelirli bir kimse ise, krediyiherhangi bir ihtiyacını görmek üzere alıyor demektir vegördüğü ihtiyacının ederinden daha büyük parayı geri ödemeksuretiyle, kazancından, emeğinden faiz kadar fazlasınıbankaya kaptırmaktadır.
Eğer bankadan kredi çeken, çektiği krediyi yatırımda kullananbir zengin ise, bankaya ödediği faiz giderini yaptığı işinmaliyetine yansıtmakta, böylece de aldığı faizi hiç kusuruolmayan tüketiciye ödetmektedir.
Görüldüğü gibi can damarı faiz olan bankacılık aslında, dolaylı veya dolaysız olarak halka zarar vermekte, yanizulmetmektedir. Buna göre de, faizcilik esası üzerine kurulubankalara para yatırmak; kötülüğün, zulmün artmasına vedevam etmesine vesile olmak anlamına gelmektedir.
Hâlbuki İslâm dininin ana hedefi, insanları zulümden; soygundan, sömürüden kurtarmaktır. Dolayısıyla, faizin vefaize dayalı bankacılık sisteminin İslâm’la bağdaşmasımümkün değildir.
Peki çözüm nedir?
Kapitalizm dini günümüzde, dünyanın büyük çoğunluğunahâkim olan bir ekonomik düzendir. Bu dinin temelinde, “küçük balık büyük balığı yutar” ilkesi yatmaktadır. Bu sebeple de kapitalizm dini, hem ahlâken, hem vicdanen İslâmdininin tam tersidir.
Böyle olmasına rağmen Müslüman olduklarını iddia edeninsanların, Allah’ın istediği sistem ve kurumları oluşturmakyerine Kapitalizm dininin ilkeleri içerisinde kendilerine bir yerbulmak için gayret göstermeleri, gerçekten utanılacak birdavranıştır.
Müslümanlara yakışan davranış ise; Allah’ın önerdiği hayattarzına uygun olan bir ekonomik sistem kurmak, ama dahaönce “Allah ve Elçisinin düşmanı” konumundan çıkmak için“er riba”dan hemen uzaklaşmaktır.
Rabbimiz, her konuda olduğu gibi bu konuda da rahmetiniesirgememiş; kişilerin, ailelerin ve ülkelerin “er riba” belâsından, afetinden kurtulmaları için ne yapmalarıgerektiğini insanların arayıp bulmalarına bırakmayarak, kurtuluş için gerekli sistem ve kurumların nasıloluşturulacağına dair yolları Kur’an’da açıkça göstermiştir.
Maide; 12: Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. İçlerinden on iki nakip (müfettiş/başkan) göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Salâtı ikame eder, zekâtıverir, peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah’agüzelce ödünç verirseniz ant olsun ki sizin günahlarınızıörteceğim ve sizi altından ırmaklar akan cennetleregirdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur.
Teğabün; 17, 18:Eğer Allah’a güzel bir ödünç verirseniz, O, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Ve Allah, en iyikarşılık ödeyen, çok yumuşak davranan, görülebileni vegörülmeyeni bilendir, Aziyz’dir, Hakiym’dir.
Bakara; 219: Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersinizdiye ayetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor.
Tövbe; 34, 35:Ey iman etmiş kişiler! Kesinlikle, hahamlardan, rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler veAllah yolundan saptırırlar. Ve kesinlikle altın ve gümüşü yığıpda onları Allah yolunda harcamayanlar; hemen onlara acıklıbir azabı müjdele! O gün, onların (altın ve gümüşlerin) üstücehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları vesırtları dağlanacak (onlara): “İşte bu kendi canınız içinsaklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın şubiriktirdiğiniz şeyleri!”
Hadid; 11:Kimdir o, Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kişiki, Allah da onun için kat kat artırsın. Onun için şerefli birmükafat da vardır.
Maide; 2:Ey iman edenler! Allah’ın alâmetlerine, haram aya, hediylere, gerdanlıklarına ve Rabblerinden lütuf ve rızabekleyerek Beyt-ül Haram’ı kastedenlere sakın saygısızlıketmeyin. Dokunulmazlığınız kalktığında (Hacc görevinizbitince) da avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram’dançevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizisaldırıya da sevk etmesin. Ve iyilik ve takva üzerindeyardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı çok çetinolandır.
Maide; 48:Sana da kendisinden öncekilerini doğrulayan veonları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitap’ı (Kur’an’ı) indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah’ın indirdiği ilehükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu veheveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yolkıldık. Ve eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belalandırmak (denemek) için(böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşüyalnızca Allah’adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafadüştüğünüz şeyleri size haber verecektir.
Âl-i Imran; 103, 104:Ve hep birlikte Allah’ın ipine sıkıcasarılın, ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O (Allah), kalplerinizarasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O’nun nimeti sayesindekardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarındaidiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolubulasınız diye ayetlerini sizin için böyle ortaya koyar.
Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Bakara; 45, 46:Bir de sabırla, salâtla (eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla) yardım isteyin. Şüphesiz bu (salâtve sabırla yardım isteme), saygılı olanlardan; gerçektenRabblerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O’nadönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağırgelir.
Bakara; 153:Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâtla yardımisteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.
Bakara; 195:Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi(kendinizi)/ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin, güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri, güzelleştirenlerisever.
Bakara; 245:Kimdir o kişi ki Allah’a güzel bir ödünç versinde Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.
Asr; 1-3:Asra ant olsun ki, iman eden, salihat işleyen, hakkıtavsiyeleşen ve sabrı tavsiyeleşenlerin haricindeki tüminsanlar kesinlikle tam bir hüsran/kayıp-zarar içindedir.
Ankebut; 45:Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve salâtı(eğitimi, öğretimi, sosyal destek kurumlarını) ikame et (oluştur, ayakta tut). Muhakkak ki salât (eğitim, öğretim, sosyal destek kurumları), fahşadan ve kötülükten alıkoyar. VeAllah’ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıpürettiğiniz şeyleri bilir.
Meryem; 59-61:Sonra onların ardından half (kötü bir nesil) geldi ki, salâtı (sosyal desteği) kaybettiler (hayatlarındançıkarıp attılar). Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbeeden ve iman eden ve salihi işleyenler hariç onlarazgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar (tevbeeden, iman eden ve salihi işleyenler) cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vaat ettiği Adn cennetlerinegirecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır.
Fatır 6:Şüphesiz o şeytan, sizin için düşmandır. Onun için sizde onu düşman edinin. Şüphesiz o (şeytan) kendi taraftarlarınıalevli ateşin ashabından olmaları için çağırır.
A’la; 14-17:Doğrusu kendini kurtarmıştır; arınan kimse, Rabbinin adını anıp sosyal destek sağlayan kimse.Fakat siz şubasit hayatı tercih ediyorsunuz.Oysa ahiret daha hayırlı(önemli) ve devamlı kalıcıdır.
Yukarıdaki ayetler, “er riba”dan uzaklaşmanın yollarındanolan zekâtı, sadakayı, salâtı ve salâtın ikamesini emredenyüzlerce ayetin bir kısmıdır.
Bu ayetler ile Rabbimiz; müminlerin teşkilâtlanarak birlik veberaberlikler oluşturmalarını, ihtiyaç fazlası birikimleriniAllah için infakta bulunmalarını, sosyal yardım ve destekkurumlarını oluşturarak iyilik ve hayırlarda yarışmalarınıemretmekte, bunları yerine getirmeyenlerin ise, kendilerini vetoplumlarını tehlikeye, hüsrana atacaklarını, dünyadacehennem hayatı yaşayacaklarını, kenz yapanların (paralarınıküpte, yastık altında, kasada, bankada biriktirerek tedavüleçıkarmayanların) cezalandırılacaklarını açık bir dille habervermektedir.
O hâlde, kişilerin, ailelerin ve ülkelerin “er riba” belâsı gibibir illetten kurtulmalarının çaresi bu ayetler ile amel etmek; Allah’ın bu ayetlerde emrettiği görevleri yerine getirmektir.
Meselâ Müslümanlar bu ayetler ışığında, Allah’ın kendilerinebahşettiği fazlalarını, spekülâtif yatırımlara veya faizeyatırmak yerine birleştirebilirler; denetimlerinin kamuotoritesince sağlandığı ve suiistimallere fırsat verilmeyenortaklıklar kurabilirler. Böylece bu kişiler, ülkede yeni işsahalarının açılması suretiyle işsizlere iş imkânları yaratmış veellerindeki paraların başkalarına da fayda vermesini sağlamışolurlar.
Daha sonra ise, bu ortaklıklardan sağlanan kazançlarla, infakamaçlı sosyal yardım ve destek kurumları, yardımlaşmasandıkları kurabilirler ve bu kuruluşlar vasıtasıyla ihtiyacı olanMüslümanlara karz-ı hasen; faizsiz ödünç verebilirler.
Tabii ki, bu yardımlaşma sandıklarından yapılan ödünç vermeişlemlerinde, eğer ödünç alan borcunu gerçektenödeyemiyorsa, Allah’ın tavsiyesi gereği borcun silinebilmesi, hatta gerekiyorsa daha da takviyenin yapılabilmesi mümkünolmalıdır.
Yine bu sandıklardan esnaf ve tüccarın kısa vadeli ticarîihtiyaçları karşılanmalı, böylece Müslümanların tefecinin, bankanın kıskacına girmeleri önlenmelidir. Bu sandıklardadaha da atıl para kalıyorsa, bu fonlarla yine meşru şekildedeğişik sektörlerde yeni şirketler, yeni şirketlerin gelirleriylede yeni yardım sandıkları kurulabilir ve bu verimli döngününbüyüyerek devam etmesi sağlanabilir.
Ancak, böyle bir sistemin işlerlik kazanması için işe aileçevresinden başlanmalı, sistemin kuruluşu giderek mahalle, köy, şehir ölçeklerinde gerçekleştirilmelidir. Çünkü başarı, Rabbimizin emrettiği gibi, ancak kişilerin tek tek kendilerinidüzeltmeleri sonucunda elde edilebilir.
Böyle bir sistemde ne faize, ne borsaya, ne de “er riba”nınbaşka bir unsuruna gerek vardır, daha doğru bir ifade ile “er riba”nın hiçbir türüne yer yoktur.
Çünkü bu tarz bir ekonomik düzenin yürümesi için kamuotoritesi, yani devlet; halkın elindeki fazlaları toplama, toplanan fazlaları yatırımlarda kullanacak ortaklıklarınistifadesine sunma gibi işleri faizsiz olarak gerçekleştirenkurumlar tesis etmek durumundadır.
Bu kurumlar ise, sadece kapitalist sistemin bankalarının, borsalarının yaptığı işleri bihakkın yerine getirmeklekalmayacak, ayrıca esnafın, tüccarın, vatandaşın çek-senet tahsilâtını, havale işlemlerini de, bugünkü bankaların yaptığıgibi bir soygun düzeni içinde değil, masrafı karşılığı, masrafıyoksa ücretsiz yerine getirecektir.
Kapitalizm dinini benimseyip, bu dinin haksız kazançlarıylabeslenmeye alışmış zihniyet tarafından böyle bir sisteminyürütülebileceğine yapılacak ilk itiraz muhtemelen, busistemde enflâsyonun hiç hesaba katılmamış olduğu yönündeolacaktır. Çünkü bu zihniyete göre faiz, enflâsyonun olumsuzetkilerini dengeleyen bir araçtır ve faizsiz bir ekonomideözellikle küçük tasarruf sahiplerinin haksızlığa uğramaları sözkonusudur.
“İktisatta, para arzının, parasal gelirlerin ya da fiyatlarıntopluca artışı” olarak tarif edilen enflâsyon (Ana Britannica, c:11, s:266), bir takım kuramlara göre, söz konusu artışınkaynaklanma yeri, geçirdiği safhalar ve ülkelerin gelişmişlikdüzeyleri itibarıyla, “maliyet”, “talep”, “aşırı”, “gizli”, “yapısal” gibi şekiller göstermektedir (Ekonomi Ansiklopedisi, c:1, s:393).
Tarifinden de anlaşılacağı gibi enflâsyon kesinlikle ekonomiksistemle alâkalıdır ve bir “arzu edilmeyen artış” mahiyetindedir. Yani enflâsyon, ekonomik düzendekiçarpıklıkların istenmeyen bir ürünüdür. Bu da demektir ki, ekonomik düzende bazı çarpıklıklar mevcut değilse, enflâsyondiye bir şeyden bahsedilemez.
Meselâ, eğer bir ekonomide faiz uygulaması yoksa, enflâsyonun en önemli sebeplerinden biri olan “yüksek faizhaddi” kendiliğinden ortadan kalkmış olur.
Ya da bir ülkenin insanları, ellerindeki fazlalar ile spekülâtifamaçlı alımlar yapmak yerine, devletçe planlanmış yatırımlarayönelirlerse, kimsenin talep artışına bağlı bir enflâsyondankorkmasına gerek yoktur.
Veya ithalâtın, ihracat gözetilerek yapıldığı, yani dış ticaretidengede olan bir ülkede, enflâsyonun bir diğer önemli sebebiolan devalüasyon hiç gündeme gelmeyecektir.
Kısacası, eğer bir ülke halkı, Allah’ın emirlerine samimiyetleuyar ve bu emirlerin hâkim olduğu bir ekonomik düzenkurarsa, o ülkede enflâsyon gibi bahaneler ileri sürülerek “er riba” doğuran işlemler yapılması söz konusu olmayacak, böylece Allah ve elçisi ile savaş hâline girme riski herkesiçin ortadan kalkacaktır.
Bu konuda üzerinde durulmasında yarar olan bir husus da, enflâsyon sebebiyle zarara uğranılacağından korkularak, şahıslar arasındaki ödünç verme işlemlerinde yabancı para, kıymetli maden veya eşya cinsinden ölçüler kullanılmasıdır.
Bu gibi durumlarda meseleye borçlu açısından bakılmasıgerekir. Çünkü, zarar etmekten korkan borç veren belkikendini bu yolla enflâsyondan korumaktadır ama bu korumayıborçlu karşılamakta, bu kez enflâsyondan zarar gören borçluolmaktadır. Bir başka deyişle, borçludan daha kuvvetli olanborç veren, çarpık ekonominin ceremesini zaten güçsüz olanborçluya ödettirmektedir.
Böyle bir davranışın, Rabbimizin “Eğer o (borçlu), darlıkiçindeyse, kolaylığına kadar mühlet! Eğer biliyorsanız, sadaka olarak vermeniz, sizin için daha hayırlıdır.” şeklinde ifade ettiği sözlerine pek uymadığı ortadadır. ÇünküRabbimiz bu ifadesi ile; Müslümanların, gerekirse kardeşleriiçin zararı göze almaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre Müslümanların, zarara uğrama korkusuyla bu gibidavranışlarda bulunmamaları, hele hele daha kötü birdavranışa yönelerek borç vermekten vazgeçme gibi bir ilkeedinmemeleri gerekmektedir.