EN SON NE ZAMAN?
“Ey Rabbim! Benim halkım bu Kur’an-ı Kerim’i terk etti.”
Malum bu gece Kitabullah’ın indirildiği ve ayetle sabit olan Kadir Gecesi.Ben, bu gecede “okumadığımız, bilmediğimiz, anlamadığımız ve bunlar yüzden de onunla amil olmadığımız bir kitabın inişini neden kutluyoruz” diye soracağım bu yazımda.
Zira Kur’an-ı Kerim, Hz Peygamberin kıyamet günü Allah’a şöyle şikâyette bulunacağını söyler Furkan Süresi 30.ayette;
“Ey Rabbim! Benim halkım bu Kur’an-ı Kerim’i terk etti.”
Ayette geçen “mehcur” tabiri sözlük anlamıyla “terk edilmiş, bir kenara atılmış, bırakılmış, uzaklaşılmış” demek.
Hz.Peygamber Rabb’ine hangi halkı şikâyet edecek dersiniz?
Kim bu Kur’an-ı Kerim’i bir kenara atan halk?
Elinize aldığınız herhangi bir mushafın üzerinde “Kur’an-ı Kerim” yazar.
“Kerim” yani “ikram eden!” Hayatınıza bakın “Allah Kerim” ifadesi, halkımız arasında Allah lafzı ile en çok kullanılan isimlerden birisidir ve kullanıldığı yerde muhatabına şu mesajı verir;
“Şimdiye kadar biz aciz kullarına sayısız ikramda bulunan Rabbimiz bir vesile ile yine ikram eder. Bize şimdiye kadar yaptığı ikramlar, yapacaklarına şahittir. Allah’tan ümit kesilmez, bekleyip görelim!”
Bu tanımdan yola çıkarak diyebiliriz ki Kur’an-ı Kerim dediğimiz zaman, Allah’ın kullarına en büyük ikramı olarak algılamamız gerekiyor!
Bu büyük ikram olan şanlı, asil Kur’an-ı Kerim; içinde insanlığın şerefi ve itibarı olan, kemikleşmiş değer ve ilkeleri bulunan, onları ısrarla vurgulayan, insanlığa sürekli bunları hatırlatan (zikr), temel değerlerinin (hablun min’ennâs) savunucusu, vicdanının sesi (basâiru li’nnâs) olan Kur’an-ı Kerim demek! Ne asil bir isim değil mi?
Ama girizgahta andığım ayetle bugün “terkedilmiş bir ikram” bu!
İslam’ın çiğnenmiş diyarından, viran olmuş yurtların, metruk binaların, ot basmış evlerin, örümcek bağlamış duvarlarında asılı duran, artık bir manası kalmamış, bunun için de dönüp bakmaya gerek olmayan, terkedilmiş, bir kenara atılmış, kendi haline bırakılmış bir ikram!
Öyle ya, bu ikram Mekke’de nazil oldu, her yerde okundu, gürül gürül okunmaya da devam ediliyor ama nerede anlaşıldı, nerde yaşandı?
Bu yazıyla olsun yoklayalım mı kendimizi?
En son ne zaman bu ikramı okuduk demeyeceğim; söylediklerini, emirlerini, buyruklarını en son ne zaman anlamaya çalıştık? Alemlere rahmet olanın ayetteki ifadesi ile en son ne zaman terk ettik?
Zira kim ne derse desin ya çocukluk yıllarımızı, ya mahalle camilerini, ya kandil gecelerini, ya da pişmanlık ve nostalji ile karışık cemaat ortamlarındaki tefsir derslerini hatırlatan; okuduğumuz, yazdığımız, konuştuğumuz, saygı duyduğumuz halde terk ettiğimiz bir ikram bu!
Peki biz bu ikramı ayetin ifadesiyle nasıl mehcur bırakıyor yani terk ediyoruz?
Kimimiz “okuyarak” terk ederiz. Gece gündüz hatim indiririz. Bir ölünün toprağına okuyup geçeriz. Şifa niyetine okur, fal bakar, sağa sola üfürür, şifre arar, güllü yasin hatmeder, teberrüken tilavet ederiz. Hafızlık yarışmalarında birincilikler alırız. Davudi seslerimizle salonları inletiriz. Ne dendiğine hiç bakmayız çünkü önemli değildir. Önemli olan lahuti bir sesin içimizi huzurla doldurmasıdır. İşte bu Kur’an-ı mehcur’dur!
Kimimiz “saygı göstererek” terk ederiz. İşlemeli kılıflara koyup duvarlara asarız. Belden aşağıya indirmeyiz. Ayağımızı ona uzatarak yatmayız. “Abdestim yok, hayızlıyım” diyerek zinhar el sürmeyiz. Saygımızdan peygamberin ismini bile anmayız. Anınca da kırk çeşit salavat getiririz. Öyle saygılıyızdır ki Kur’an-ı Kerim’e, saygımızdan ne dediğini anlamayı bile saygısızlık sayarız. İşte bu Kur’an-ı mehcur’dur!
Kimimiz “yazarak” terk ederiz. Kufi’den rıka’ya, sülüs’ten cülus’a hat sanatının nadide örnekleriyle bezenmiş türkuaz ve altın sarısı yazmalara işleriz. Hat ve tezhip sanatının mükemmel örneklerini sergileriz. İnceden inceye yazar, bir noktası için kırk divid harcarız. İşte bu Kur’an-ı mehcur’dur!
Kimimiz “konuşarak” terk ederiz. Kur’an-ı Kerim üzerine bol bol konuşuruz. Nutuklar atar, hutbeler irad ederiz. Konuşmalarımızı en güzel ayetlerle süsleriz. Besmele, hamdele ve salvele ile başlar, “hur-i iyn” dualarıyla bitiririz. Tefsir dersleri yapar, tapınaklarda vaaz verir, kürsülerde gerdan kıvırmaya bayılırız. İşte bu Kur’an-ı mehcur’dur!
Kimimiz “kenarında dolanıp durarak” terk ederiz. Emsile, bina, maksut, avamil, beleğat, usul, hadis, fıkıh, kelam vadilerinde dolanır dururuz. 72 ilmi öğrenmek için okur döner döner bir daha okuruz. Ömür biter 72 ilim bitmez.
Meslek kaygılarından, kariyer hesaplarından ilahi mesajın özünü unutur gideriz. Peygamberin ağzından “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı öldürüldü” ayetini duyar duymaz kılıcını çekip “Bundan böyle kılıcım bu sözün arkasındadır!” diyen sokaktaki adamın sadeliğini, heyecanını, doğrudan muhataplığını hissetmeye, kasınıp durmaktan bir türlü sıra gelmez. Hâlbuki iş bu kadar sade ve basittir.
Kimimiz “açık arayarak” terk ederiz. Kur’an-ı Kerim’de habire açık ararız. Dörde kadar evlenmeyi emrediyormuş, köleliği onaylıyormuş, erkeğe iki kadına bir hak veriyormuş, kadını aşağılıyormuş, zina edeni taşlayın diyormuş, Peygamber çocuk yaşta kızla evlenmiş, hurafeyle doluymuş diyerek terk ederiz. Onu sönmüş bir yıldız gibi görürüz. Eski çağların kitabı muamelesi yaparız. Çağa ayak uyduramadığını söyleriz. Çöl kitabı veya Arap dini olarak görürüz. Bütün bunları gösterebilmek için açık üstüne açık ararız. İşte bu Kur’an-ı mehcur’dur!
Oysa bu kitap esas itibarîyle bizzat kendi hitabıyla “kayyum”sıfatına sahiptir ve “yaşayan hayatın” içinde “okunur”. Zira O, iki kapak arasındaki bir kitap değil yaşayan ve hayatın içinde olan bir kitaptır; bu ömür kıyamete kadar da devam edecektir; yaşayan hayattan koptuğu, koparıldığı an da terkedilmiş (mehcur) olur. Çünkü onun oluş ve doğuş tabiatında dosdoğru “yaşayan hayatın” içinden gelen (kitabun qayyime) özelliği vardır.
Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, varoluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında, savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle onu okurken, içinden, “dışarıda gürül gürül akan hayatın” sesini; diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının yalvarışlarını, kölelerin zincir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gazi çığlıklarını duymuyorsanız onu asla okumuş olamazsınız.
“Metinde geçmeyeni duyabilmek” işte bu bunun için vardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim sadece bir “metin” değildir. Onun meali de metinde görünenin yan tarafına yazılması değildir. Bilakis meal, metinde geçmeyeni duyabilme çabasının adıdır. Zira üzerinde çalıştığınız metin, metinlerden bir metin değildir. Bu metin öyle kolay kolay ortaya çıkmamıştır. Arkasında yirmi üç yıl boyunca esen bir ruh, dalgalanan bir heyecan ve coşkun bir hareket vardır. Bunlardan nasibiniz yoksa Kur’an-ı Kerim okumak kuru bir emek olmanın ötesine geçmez.
Peki, nedir Kur’an-ı Kerim?
Kur’an-ı Kerim, bilgiden ziyade esasında bir bilinç kaynağıdır. Epistemolojiden ziyade ontolojiye dâhildir. Yani bilgi kaynağı olmaktan ziyade, bilgiye ulaşacak olan insanoğluna hitaptır. İnsanı çevresine tepki vermeye çağırır. Onda “Allah şuuru” (takva) uyandırarak hayat yolculuğunda “birlikte yürümeye” davet eder. Bu şuur uyandıktan sonra insan bilgiye zaten kendisi ulaşacaktır.
Çünkü bilgi tarih, tabiat ve hayat olgularıyla bütün varlığa saçılmıştır ve bütünüyle tek bir kişiye veya bölgeye inhisar edilmemiştir. İnsana düşen bunları aramak, esaslı bir hakikat arayışına girmek, tarihin, tabiatın ve hayatın neresinde ise bulup ortaya çıkarmak, Çin’de de olsa gidip almaktır.
Sınırlı sayıda bilgi verdiği yerde bile esas itibarîyle şuur oluşturmak istemektedir. Onun yazılı bir metin olarak, tekrarlı, kesintili, vurgulu ve dalgalı akışında bunu görmek mümkündür. Esasında Kur’an-ı Kerim, vicdanlı gönüllere yönelmiş bir hitabettir.
Bu yüzden, insanlığa hiç duyulmamış yepyeni şeyleri getirmez. Bilakis bilindiği halde uygulanmayan, o çok bilenen fakat oralı olunmayan, çeşitli sebeplerle savsaklanan, her insanda fıtraten var olan insanlık vicdanını (basâirun li’n-nâs) uyandırmak ister (Casiye,20).
Uyanan vicdanın hayata yansımasını bekler; iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, sevgi, saygı, söz, namus, adalet, erdem, vefa, dostluk, kardeşlik, cömertlik, yiğitlik, mertlik gibi temel insanlık değerleri (hablu’n-nâs) üzerinde ısrarla durur (A’li İmran,112) ve sürekli olarak bunları talep eder. Bunları aynı zamanda Allah’ın ipi/yolu/değerleri (hablullah) olarak vazeder (A’li İmran,112).
Yani kelamullah bize hakikat arayışında yoldaş olmak ister. Yardım eder, aptalca bir yanlışlığa düşmememiz için bizi uyarır. “Allah” kavramının peşine düşürerek, her şeyden bağımsızlaşmamızı sağlar. Böylece bizi her tür batıl bağımlılıktan kurtararak özgürleştirir. Bu yönüyle bakıldığındaişaret parmağı gibidir. Bilfiil, bizzat ve “hemen şimdi” işaret ettiği yöne gitmemizi ister, işaret parmağının kendisi ile uğraşıp durmamızı değil.
Taklit tahkike neden dönüşmüyor?
Kabul edersiniz ki, bir şeyi birinin “nasıl” yaptığına bakarak yapmak taklittir. Ama onu “neden ve niçin” yaptığını bilmek tahkiktir!
Hepimiz hayata taklit ile başlarız ve gözlerimiz ön plandadır ama yaşımız ilerledikçe ve algımız genişledikçe akıl devreye girer ve orda taklidin tahkike dönüş aşaması başlar. Akıl baliğ olmaktan kastedilen de bu olsa gerek. Yani tahkikte “neden ve niçin” soruları devrede olduğu için aktif olan gözden ziyade akıldır.
Misal sıcak bir havada bir ağacın gölgesine bakıp onun yanında gölge olmak taklittir. Ama ağaca bakarak ondaki çekirdeği görmek, o toprak altında çatlayarak kök saldığını anlamak, bu kökün üzerine gövdeyi inşa etmek ve onunkine benzer meyveler vermek tahkiktir.
Yukarda kısaca izah etmeye çalıştığım sebeplerle (toplumumuzda taklit ve tahkik konusu anlaşılmadığı, bilenlerin ise bu konuda aktif bir çaba sarf etmemesi nedeniyle) Kur’an-ı Kerim’in sesi ve lafzı yazık ki mana ve anlamanın çok önüne geçmiştir. Bu yönüyle çölde suyu bulan ama onu susuz, muhtaç insanlara götürmek için hiçbir gayreti olmayan insanlara benziyoruz.
Öyle ya, Kur’an gibi en son, en mükemmel, en sahih, en sağlam, en muciz, en neciz, en edebi, kaynak olan bir servetle övünen bizleriz ama Kur’an’a olan ihtiyacımızı, Kur’an’sız olan düşüncenin ve davranışın biçareliğini idrak edemeyen yine bizleriz!
Yazık ki Onun bize sunduğu hayat iksirinden bihaber; ölüm döşeğinde yatarken yatağının başucuna gelen doktora hekimlik dersi veren hasta kadar küstah ve acınacak haldeyiz !
“Neden meal okumaya teşvik edilmiyor?” sorusuna ben kendim şu ana kadar “yanılıyorsunuz, çok sık teşvik ediyoruz” diyene denk gelmedim. Sadece arapça lafzıyla okunması teşvikine rağmen ; meallerin okunması, istek ve taleplerinin anlaşılması, bu anlaşılmanın hayatlarda can bulması yönündeki teşvikler çok ama çok cılız kalmaktadır.
Her fırsatta andığım gibi bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çok değil 5 yıl önce yaptırdığı ankette yüzde 98’i müslüman olduğunu iddia etmesine rağmen tek bir meal okuyan kişi sayısının bu yüzde 98 lik kesimin sadece yüzde 8’ine tekabül etmesi de yazık ki bu tespiti onaylamaktadır.
Neden teşvik edilmiyor sorusuna cevap aradığınız zaman ise (açıktan söylenmese de) alt yapısı olmayanların bir çok ayeti anlamayacağını, hatta yanlış anlayacağını bildikleri zannıyla bu teşviklerin yapılmadığını görüyoruz. Yani “okuyanlar yanlış anlar” düşüncesiyle bu teşvik yazık ki yapılmıyor.
Binlerce alim, öğretim görevlisi, ilim adamının; yüzlerce ilahiyat fakültesinin bir araya gelip çıtası aşağı çekilmiş ve her kesimden insanın anlayacağı düzeyde bir meal hazırlanamamış olmasını bu yönüyle anlamak mümkün değildir.
Böyle olunca da toplumun ezici bir çoğunluğu sadece rivayetsel, kulaktan dolma bilgilerle bir dindarlık anlayışı içinde ömür tüketiyor. Bu da yetmiyormuş gibi bir sürü psikolojisi algısıyla insanlar öbek öbek gerçekleri ondan, bundan, şundan öğrenmeye çalışıyor. Önemli bir kesim de kime, neye, nasıl inanması gerektiğini şaşırmış durumda!
Tüm bunlar da yetmiyor kulaktan dolma taklidi bir inanç gırtlaktan kalbe inmediği için söylem ile eylemlerimiz birbirini yalanlıyor ve özellikle genç kesim yazık ki bu çelişkiden uzak bir şekilde (kimse kabul etmese, görmek istemese de) öbek öbek deizm ve ateizmi seçiyor!
“Peki nasıl okumalıyız, hangi meali seçmeliyiz, hep söz edildiği gibi bu kitapta şifreler var mı, neden herkes anlamıyor?” sorularına başka bir yazıda cevap arayalım inşaAllah.
Müebbet muhabbetle!