ENES DE BİZİM SEZEN DE!

ENES DE BİZİM SEZEN DE!

Ağzımızdan çıkan sözlerin, taraftarlık algısı ile kapıldığımız öfkelerin, içimizi artık ele geçirmiş nefret kültürünün birer gönüllü silahşörü haline geldiğinin farkında mısınız bilmiyorum ama son dönemde yaşadığımız iki farklı olayla bir kez daha gördüm ve anladım ki; sığ aklın, düz mantığın, sallama sözün ve cahil cesaretinin, gemi azıya aldığı bir devirdeyiz.

Kısa bir süre önce sol yanımızı yakan Enes’imiz ve şimdi de topluma mal olan bir sanatçı üzerinden başlatılan linç kültürü.

Bir tarafta bu toplumu yıllarca (zannımca) dünyadaki örneklerden ürettiği paranoya ile, laiklik adı altında ‘irtica’sopası ile döven seküler kesim var! Öbür tarafta ise kendini muhafazakâr olarak tanıtan kesimin yıllar boyunca aldığı yaraları gösterme telaşı içinde başlattığı bir muharebe.

Ama iki taraf arasındaki “ısrarla” devam ettirilen bu savaşın, kabul edip görmek istemesek de toplumsal vicdanı kanatmaktan ve “ötekileştirme” değirmenine su taşımak dışında bir şey yapmadığı gayet açık.

Zira yaşanan veya kasıtlı üretilen her olay ile saflar daha çok derinleşiyor, ayrışma daha çok keskinleşiyor. Ama sorun şu ki artık su üstüne çıkan bu yaralar sarılmıyor, sarılamıyor. Birer musibet olarak okumamız gereken her olay; vicdan aynasında kendimizle yüzleşmemiz için muhteşem birer fırsat,ancak bunu görebilene aşk olsun!

Bakalım halimize;

Enes’imizin hazin hikâyesinde, akleden ve samimi bir kalple gençlerimizi anlamak için bir çaba gösterdik mi? Yazık ki hayır! Ürettiğimiz hamaset ile gazımızı aldık ve hem Enes’imizin ailesini acısıyla baş başa bıraktık, hem de diğer Enes’lerimizi yeniden kaderlerine terk ettik.

Peki ya Sezen Aksu’ya karşı başlatılan linç kültüründe bir kez daha kendi dinsel öğretilerimizi sorguladık ve doğru bildiğimiz yanlışları düzeltmek adına ortaya bir yürek teri koyduk mu? Ona da hayır!

Çünkü hem Enes’imizin acısının üzerinde tepinirken hem de topluma mal olmuş bir değeri idam mangasının karşısına çıkarırken amacımız ilmi, irfanı, emeği, tecrübeyi veyaliyakati diri tutmak değil, tam aksine öteki” ilan ettiğimiz muhatabımızı dövmek!

Zira her iki kesim de artık ahlaki bir zafiyetin çok üstünde adeta körlük içinde muhataplarını, yaslandıkları kutsallara diz çöktürmek istiyor.

Her köşesinden kutsal fışkıran ve tarlası nemli olduğundan atılan her fitne tohumunun anında yeşerebildiği bir coğrafyada da ‘ötekinin’ kutsallarına değmeden, dokunmadan, incitmeden yaşamaya çalışmak ise neredeyse imkânsız.

Bir kesim, ortak yaramız olan Enes’imizin, yürek yakan hikâyesi üzerinde tepinerek olayın aslında bir denetimsizlik, sorumsuzluk ve eğitimsizlik zinciri ile meydana geldiğini atlayarak, bu acıyı kuşanıp cemaat ve tarikatleri dövmeye çalışıyor.

Öbür kesim, bunun rövanşı olarak okuduğum; dört beş yıl önce yazılmış bir şarkının sözlerini cımbızla çekerek bu kez,bir sanatçının kimliği, izzeti, onuru ve hatta iffeti üzerinden muhatabına karşılık veriyor.

Birbirlerinden farkı nedir derseniz, yazık ki hiçbir şey!

Çünkü iki taraf da dinlemiyor, anlamıyor, sözün müktesebatına dair kafa yormuyor ve bağırıp çağırmaktan hiçbir şey öğrenmeye vakit de bulamıyor.

Her iki taraf da öğrenmiyor, çünkü zaten öğrenmeye ihtiyaçları olduğunu düşünmüyor. Kodlanan değerleri yeterli gördüğü için de otomatiğe bağladıkları buyurgan kimliklerüzerinden muhataplarına adeta içlerine işlemiş “sınıfsal kibirle” bakıyor.

Her iki tarafın da asıl tapındıkları şey “konfor ve kariyer” iken, bu coğrafyanın ontolojik paydası olan din kavramını; rahatlarını kaçırmadan, hiçbir yük ve masraf getirmeden, zihin ve yaşam konforlarını bozmadan; her istediklerinde eğip bükebilecekleri, kesip biçebilecekleri, küçültüp büyütebilecekleri portatif bir “değerler sistemi” olarak görüyor.

Her iki taraf da muhatabı gelsin; hiç itiraz etmeden, kendi edebini, hissiyatını ve değerlerini ortaya koymadan “kendi doğrularına inansın, kendi kutsallarına tazim etsin” istiyor. Bu yüzden de bu mümbit coğrafyadaki farklılıkları göremiyor; her fırsatta memleketin tek sahibi onlarmış gibi kendilerince nizam vermeye kalkıyor.

Her iki taraf da sahip oldukları sınıfsal avantajları, tepe tepe kullanarak muhatabından daha fazla gürültü çıkarma telaşı içinde kıvranıyor.

Her iki taraf da hayata kendileri gibi bakmayan insanlara hoyratça atarlanmakta, kılıktan kılığa girip linç alayları oluşturmakta, haddini bilmez hakaret fırtınaları koparmakta bir ayıp ya da beis görmüyor.

Her iki taraf da hayata ilişkin her durumu, tabiatıyla kodlanan ezberler üzerinden hiç düşünmeden karara bağlıyorve kendilerini ‘aydınlanmış‘, kendileri gibi olmayanları da ‘cahil‘ kabul ediyor.

Her iki taraf da her daim ve tartışılmaz biçimde(!) haklı, muhatabı ise haklılığını ispatla mükellef hale getirmek istiyor!

Her iki taraf da kendisinin haklı olduğunu, doğruyu söylediğini, sözünün bütün sözlerden üstün, vicdanının bütün vicdanlardan keskin olduğunu düşünüyor.

Her iki taraf da karşısındakinin haksız olduğunu, yanlış yaptığını, hakkaniyetten uzaklaştığını, yoldan çıktığınısöylüyor.

Her iki tarafın da ağızlarından çıkan sözler, kutsallar” üzerinden hareket ettikleri için hak ettiğinin çok üstünde bir dolaşım imkanına sahip oluyor ve muhataplar, sözlerinin yankısını duydukça kendilerinden daha bir emin, daha bir cüretkâr oluyor.

Her iki taraf da kendisine kodlanan değerlerle, aklını zehirleyen taraftarlık algısı içinde kendi benliğinin orta yerine en insafsızından, en hukuksuzundan ve en usulsüzünden bir mahkeme kurarak yargılıyor, mahkûm ediyor ve sonunda da idam ediyor! Kamusal vicdan yaralanmış, toplum bölünmüş, saflar ayrışmış kimin umurunda!

Her iki taraf da muhatabının günahlarıyla, hatalarıyla, yanlışlarıyla, zayıflıklarıyla oynayarak, insanlıklarıdidikleyerek, kutsallarına saldırarak, muhatabını zihninin yağlı urganlarında sallandırıyor.

Üstelik insanlığını, kardeşliğini, arkadaşlığını, gönüldaşlığını, vatandaşlığını, ortak paydalarını bu saldırılarla kaybetmekte olan bu insanlar; öfke, nefret, gıybet, iftira, koğuculuk, hakaret, aşağılama gibi sayısını çokça artırabileceğimiz ve ‘aziz kılınan’ insan onurunu hiçe sayan bu galeri içinde; tümbunları, güya doğruyu seslendirmek, savunmak adınayapıyor!

Sonuçta da kalplerimizi karartan bütün bu muharebe; biziiçten içe kabalaştırıyor, sığlaştırıyor, kaskatı hale getirip duygusuzlaştırıyor.

Bir bilinç çekilmesi mi, bir vicdan körleşmesi mi, bir insaf boşalması mı yaşıyoruz bilmiyorum ama böyle bir ortamda asgari müştereklerde buluşmak, aynıları artırıp ayrıları azaltmak pek tabi ki mümkün olmuyor!

Peki Âdem Babamıza ve Havva Annemize “cahil” demesine susalım mı?

Ya HU!

İlkokul sıralarından başlayarak, bir taraftan “hayat bilgisi” adı altında ilk insanın mağaralarda “ilkel ve cahil” bir yaşam sürdüğünü milyonlarca çocuğun beynine akıt.

Diğer taraftan yine aynı çocuğa bu kez sözüm ona “din bilgisi” adı altında “ilkel ve cahil” diye tanıttığın ilk insanı, bu kez “ilk peygamber ve insanlığın atası” olarak tanıt.

Bununla da yetinme!

Bu sefer de ders kitaplarında Darwin Evrim Teorisi üzerinden “insanın maymundan evrildiği” gibi rezilliklere yer verip, tüm bunların adını “eğitim ve öğretim” koy!

Sonra da kalk!

Bu bilgilerle büyümüş, bunları vücudunun birer azası gibi korumuş bir neslin ortaya koyduğu yürek terine “din sosu” ile saldırıp, bu konuda vaveyla kopar!

Neymiş “dini değerlere” saldırıyormuş!

Sözüm ona din adına(!) insanlar boğazlanırken, kadınlar köle pazarlarında cariye diye satılırken, evli kadınlara eşlerinin gözü önünde “savaş ganimeti” diye el konulup tecavüz edilirken, ata erkil erkek egemen bir algıyla kız çocuklarının eğitim hakkı elinden alınırken, milyonlarca kız çocuğu diri diri toprağa gömülürken, insanlar faiz batağında nefes alamazken sus.

Atandan babandan aldığın merhamet, nezaket, adalet, sevgi gibi toplumu bir arada tutan ve kamusal vicdanı “diri kılan” kodlamaların, yeni nesle geçişinde pasif davranıp koca gençliğin ateizm ve deizm bataklığında debelenmesine seyirci kal.

Ruh kökünden aldığın dinamiklerle, iki milyar inananı ile yaşadığın çağa şekil verip tüm mahlukata güven adası olma idealini, kapital dinine iman ederek zihin ve yaşam konforuna feda et!

Ama bugün zaten eğitim yolu ile bilinçli enjekte edilen bir konu, 4-5 yıl önce yazılmış bir şarkı sözünde “geçti diye” vaveyla koparıp “hassasiyet kas” ve bunun adına da “dindarlık” de!

Hadi oradan be” demezler mi adama!

Bu yüzden benim en çok şaşırdığım taraf; toplumun ontolojisi olan dini hassasiyetleri, bilerek kaşıyıp oluşturduğu fanatizm üzerinden linç orduları oluşturmaya çalışan; algıları tarihin ve coğrafyanın eski bir kesişim noktasında takılıp kalmış, sonradan yaşanan hiçbir şeyi anlamak için de en ufak bir gayret göstermeyen ve kendini her ne hikmetse muhafazakâr(!) olarak tanımlayan kesim!

Linç orduları oluşturup ‘kendinden olmayanları(!)kovalamayı bir yaşam biçimi haline getirmek isteyen bu kesim; çoğunluğa seslenerek ‘din’ gibi hassas bir yeri kaşıyıp, inandığı dinamiklerin tüm sorunlarını halletmiş gibi bir edayla oluşan bu suni tehlikenin infial etkisini’ artırıyor ve tuhaftır,bunun adını dindarlık koyuyor. Hele hele siyasetçilerin de ‘haddini bil’ korosuna katılıp tehditkâr ifadeler kullanması,tam bir akıl tutulması.

Kusura bakmayın ama bir şarkıyı beş yıl sonra deşip “yaşasınbulduk” diyerek linç katarları oluşturmaya kalktığınızda aklıma iki soru geliyor;

Bu linç rüzgârı, kaynağını hangi inançsal dinamikten alıyorve bununla gayeniz gerçekten dini terminolojiyi sahiplenmek mi?

Epeyce dinsel tarih koklamış biri olarak biliyorum ki, linç kültürünüzün dinsel terminolojide yeri yok. Dinin sahibiymiş gibi davranarak insanların izzet, onur ve iffetlerine saldırmak da bu terminolojide yer almıyor.

Öyleyse; akleden bir kalple baktığımızda göreceğiz ki sol yanımıza ateş düşüren Enes de bizim ciğerparemizdi, Sezen de bizim evladımız. İkisi de bu toplumun bağrında filizlenen canlarımız.

Kimse kusura bakmasın ama bu halimiz; Hz. Adem’in veya Hz. Havva’nın Kabil ile Habil arasında ayrım yapıp Habil benim evladımdır, çünkü o iyidir, mazlumdur ama Kabil benim evladım olamaz, çünkü o katildir, zalimdir demesi anlamına geliyor.

Fark edelim artık ne olur;

Habil de evlat.

Kabil de evlat!

Bilip akleden de evlat, yoldan çıkmış, yolunu şaşırmış da evlat!

İyiyi biz ürettik kötüsü bizden olamaz demek nasıl bir akıl tutulması Allah aşkına!

İyi olarak nitelendirdiğimiz, bu mümbit coğrafyanın verimli bağrında hikmet ile beslendi detu kaka” ilan ettiğimiz uzaydan mı geldi, yoksa ikisinin de kimliği üzerinde bizim ömürlerine gölgesi düşen kodladığımız değerler mi var?

Kendini toplum yapan ontolojik değerlere az ya da çok bağlı hissetmeyenlerin; aynı hikâyenin kahramanları, aynı geminin yolcuları olduğunu görmeyen ve hayatlarını buna göre şekillendirmeyenlerin bu sınır tanımaz öfkesi neyin nesidir bilmiyorum ama böylelerine üstat çok güzel cevap veriyor;

Haykır Hafız! Kudursun, kinlerinden yoldaşlar.

Benim başım olamaz, bu denli kokmuş başlar.

Nezaket ahlâkına kavuşabilmek temennisiyle!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir