FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ

FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ

Az buçuk görüp çok buçuk hükümler veriyor; birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşuyor; yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz ediyoruz. Yarım bakışlardan sağlam görüşler çıkmayacağını, eksik bilgilerden doğrulara ulaşamayacağımızı, zanlarla hakikate ulaşma fırsatının kaybolacağını atlayarak üstelik.

Hz. İsa (a.s.) mabede girince, yazıcılar ve Ferisiler (Kudüslü Yahudiler) kendisine zina suçu işlemiş bir kadın getirdiler. Aralarında: “Eğer onu kurtarırsa, bu Musa’nın kanununa aykırıdır ve böylece onu suçlarız; eğer mahkûm ederse, bu kendi inancına aykırıdır, çünkü o merhameti tebliğ etmektedir.” dediler.

Bu şekilde Hz. İsa (a.s)‘nın yanına gelip; “Bu kadını zina ederken bulduk. Musa, böylesinin recm edilmesini emretmişti; buna sen ne dersin?” diye sordular.

Bunun üzerine Hz. İsa (a.s.) eğilip herkesçe bilinen o meşhur sözünü söyledi:

“Aranızda günahsız olan ona ilk taşı atsın.”

Yeniden doğrulup, kadından başka kimseyi göremeyince:

“Kadın, seni ayıplayanlar nerede?” diye sordu.

Kadın ağlayarak cevap verdi:

“Hepsi gittiler; eğer beni bağışlarsan, Allah sağ ve diridir ki, bir daha günah işlemeyeceğim.”

Hz. İsa (a.s.) ise:

“Allah’ı tesbih ederim! Huzurla yoluna git ve bir daha günah işleme, çünkü Allah beni seni mahkûm etmek için göndermedi.”dedi. (8. Bölüm, Zinada yakalanan kadın, Yuhanna İncili) 

Evet, İstanbul Kartal’daki elim olayın muhtelif haber sitelerindeki, köşe yazılarındaki ve tv ekranlarındaki yansımasını görünce nedense aklıma bu anekdot geldi.

Yakan, yıkan, tarumar eden 18 cana karşılık (kimi haber kaynaklarına göre yazık ki 21) “günah keçimizi” bulup vicdanlarımızı teselli etmiştik çünkü;

“Binanın yapımında deniz kumu kullanılmış”         

Çok mu acımasız davranıyorum bilmiyorum ama kanımca göğsünden süt emdiğimiz bu çağ, belki de insanlık tarihinin en acımasız çağı. Zira bu çağda kimse masum değil. Hepimiz yapılan her kötülüğün, her haksızlığın birinci dereceden suç ortağıyız.

“Hadi oradan” diyenleri duyar gibiyim.

Zira az buçuk görüp çok buçuk hükümler veriyor; birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşuyor; yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz ediyoruz. Yarım bakışlardan sağlam görüşler çıkmayacağını, eksik bilgilerden doğrulara ulaşamayacağımızı, zanlarla hakikate ulaşma fırsatının kaybolacağını atlayarak üstelik.

Oysa ki tanımlamalar gözlemler çoğaldıkça sağlıklı hale gelir. Aksi halde yarım doktorun candan etmesi misali eksik gözlemler bakışı da köreltir ve insanı dipsiz bir kuyu olan zanna düşürür.

Kimbilir belki de bu yüzden soldan gelen hamlelere dirençli olan nice idrak, sağdan gelenlere aynı dirayetle karşı koyamıyor!

Hadi dönelim içimize!

Bu kaçıncı olay?

Bu yitirdiğimiz kaçıncı can?

Bu yok ettiğimiz kaçıncı ocak?

Bu ihmalkarlığın adını “kader” koyan kardeşlerim!

Kabul…

Kış üşütür ama meyvesi bahardır.

Hastalık yatağa düşürür ama şifaya ulaştırır.

İflas yıkıcıdır ama tutumluluğu öğretir.

Ayrılmak acıdır ama kavuşma becerisini kazandırır.

Açlık zordur ama tokluğun lezzettini hissettirir.

Çektiğimiz her ızdırap, ona neden ve nasıl düştüğümüzü ve ondan nasıl kurtulacağımızı gösteren işaretler taşır. Öyleyse acılarımızı gözleyerek, hangi ızdırapla kaderin sahibinin bize ne öğretmek istediğini keşfetmemiz gerekmiyor mu?

Evet bu yıkım ve hepimizi derin acıya boğan, bir çok hikayeyi yarıda bırakan, 18 canımıza mal olan bu makus olay tabi ki bir “kader”dir.

Ancak bu kader; ihmallerin, ucuz iş gücünün yarattığı çalışma imkânlarını, eksik donanımların, işverenlerin kâr-insan denkleminde her zaman kar oranını tercih etmelerinin, merkezi yönetimlerin güvenlik ve çalışma standartlarını insanca standartlara kavuşturmamasının, eksiklerin işin muktedirlerinin “pahalı olur” anlayışıyla yapılmamasının kaderidir ve ortadaki ihmaller zinciri bu kadere sebebiyet vermiştir…

Kendi ihmalkârlıklarımızın, aymazlığımızın, aklımızı kullanamamamızın faturasını direk Allah’a mal edip işin kolaycılığına kaçmak ise sadece “akıl tutulması”dır. Zira yetmiş beş ayet direk olarak, yediyüze yakın ayet dolaylı olarak “akla” atıf yapıyor ve Yunus suresi 100. ayet ise buna bir nokta koyuyor:

“Allah aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik atar”

Demek ki her türlü pislikten kurtulmak için “akıl” nimetinin kullanılması esas ve bu nimet aynı zamanda mutlak hakikate sımsıkı tutunmanın ve Hakk’a bağlanmanın da anahtarı. Ama aklın da başlı başına temizlenmesi gerekiyor.

Hakikate ulaşmak için aklı kullanmak; aklın da kullanılabilmesi için “temiz” kalması, “temiz” kalması için de onu örten davranış ve eylemlerden uzak kalınması gerekiyor. 

Zira kitabımızda Allah’ın pislik (rics) olarak saydığı kötü alışkanlıkların aklın hakikate ulaşmasını engelleyerek hakkıyle iman etmenin de önüne geçtiği aşikâr.

Yani nefisin zaptına uğramış veya kirlenmiş akıl, hesapsız istekler için makul görünen gerekçeler uydurur; vicdan ise tüm bunları aklayıp kişinin kendisini “kandırma”uğraşını teneffüs eder. Eğitilmemiş nefis, böylelikle aklı kirli bir düşünüş üzerine işletir ve vicdanı uykuda bırakır demek. Aslında her biri birer nimet olan bu lütuflarla hayır yerine şerrin emrine giren kişi de kendi elleriyle kendisini ateşe atar demek.

Konuyu biraz daha anlaşılır hale getirelim müsaadenizle;

Binayı yapan müteahit nereden geldi, uzaydan mı? Varsa ruhsatını veren belediye?

Kontrolorlüğünü yapan denetim mekanizmaları?

Elektriğini, suyunu veren kurumlar resmi daireler?

Bunları yapanlar hep içimizden insanlar değil mi?

Öyleyse kime, neden kızıyoruz Allah aşkına?

Müteahhit hırsızlık yaptı, dolandırdı, deniz kumu kullandı, ince demir kullandı!

Bu adamı kim yetiştirdi?

Önce ailesi.

Sonra öğretmeni.

Sonra toplum.

Öğretemediğimiz hesap korkusu, vicdani hesabın tezahürü değil mi bu tablolar?

Okullarda ders kitaplarına odaklı mankurt (bilinçli köle) yetiştiriyoruz, çocuklarımızı akademik başarıya odaklı birer robot haline getirip insani, vicdani, irfani değerlerimizi aşılayamıyoruz; her ile üniversite açmakla övünüyoruz ama bilim üretemiyoruz deyince kıyamet koparan kurum yöneticileri; var mı bu olan bitene iki kelamınız?

Sadece onlar mı?

Hayır hayır hangi birimizin var?

Zira başta kendi nefsim hepimiz suçluyuz.

Neden?

Çünkü hep dediğim ve diyeceğim gibi işi kabuktan ibaret görüp öze inemiyoruz. Temel derin olmayınca da inanç gibi muhteşem bir bina inşa edilemiyor!

Nasıl?

Şöyle başımızı ellerimizin arasına alalım ve dürüstçe tefekkür edelim;

Yetimin mahsunluğunun farkında mıyız?Hayır!          

Mazlumun gözyaşı içimizi kanatıyor mu?Samimiyetle cevap verelim, hayır!

Çünkü o an hüzünleniyor, dakikaları geçtim aradan saniyeler geçmeden unutup kendi yaşamımıza dönüyoruz!

Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane mi?

Evet!

Kaçımızın Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Arakan’da ve daha sayamadığım birçok coğrafyada ölen, öldürülen, işkence edilen, ırzına geçilen, insanlık onuru ayaklar altında çiğnenen kardeşlerimiz için uykusu kaçtı?

Kaçımızın bizzat gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz, vicdanımızla şahit olduğumuz dünyanın herhangi bir yerindeki aç çocukları görünce, mükellef sofralarımızda yemekleri boğazına takıldı?

Kaçımız dünya üzerinde zulüm gören her bir can için dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin –hiçbir şey yapamıyorsak bile– gecenin bir yarısı uykumuzu bırakıp ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar edebildi?

Allah’tan olan biten karşısında aklının midesi bulananlar halen var da; iki güzel kelam edip, çölün derdiyle kavrulanlara bir serap serinliği bahşediyorlar.

Konuyla ne alakası var diyeceksiniz! Aslında konunun tam da kendisi bu!

Biz kendi bencilliğimizde boğuldukça mukaddeslerimizi yitirdik, aidiyetlerimizi unuttuk, ait olduğumuzu sandığımız manevi mirasın sadece budalası haline geldik.

Peki ne yapalım? Nedir bu işin çözümü?

İlkin “insan” olduğumuzu anımsayalım!

Bir kalp taşıdığımızın farkına varalım!

“Orası benim mekanımdır” diyen padişahın hatırına oradan kini, nefreti, buğzu, hırsı, adaveti ayıklayalım.  Attığımız her adımda “kalbimize” danışalım ve kalbimize sıkıntı veren her neyse ondan uzak duralım!

İlke ve hakkaniyet kantarına tek başımıza çıkarak kendimizi tartalım.

Yani –hep dediğim gibi– herşeyin “bir” ile başladığı gerçeğinden hareketle, içimize hicret ederek orayı fabrika ayarlarına döndürelim;

Nefretin yerini merhamet; kinin yerini kardeşlik; şirkin yerini tevhid; batılın yerini hak; karanlığın yerini aydınlık; maddenin yerini mana; alışkanlıkların yerini aşkınlık; hüsranın yerini gufran; küfranın yerini şükran;  kabuğun yerini çekirdek; aracın yerini amaç; malumatın yerini marifet; sözün yerini davranış; rivayetin yerini riayet; tasarrufun yerini tasadduk; israfın yerini paylaşma; hırsın yerini huzur; tamahın yerini kanaat; benliğin yerini birliktelik; Kabil’in yerini Habil, hevanın yerini takva, öfkenin yerini itidal alsın.

İşte o zaman dünyaya da eşyaya da bakışımız değişir ve inşaAllah kalbimiz ilk günkü fabrika ayarlarına dönerek kan yerine nur pompalar vücudumuza. Ne için yaratıldığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi, gelmenin aslında gitmenin ilk adımı olduğunu keşfederiz yeniden.

Başka ne mi olur? Mesela, kapital dinine ve onun ilahı olan paraya köle olmaktan vazgeçeriz. “Benim” le başlayan cümlelerle kavgamız olur, zira taşıdığımız canın dahi ‘bize ait olmadığını’ fark ederiz. Bu emanet bilinci içinde içtiğimiz suyun, giydiğimiz hırkanın, ayağımızdaki ayakkabının, ağzımıza aldığımız lokmanın üzerinde dahi bir tasarruf hakkımız olmadığının farkındalığını yudumlarız.

Müslümanın “emin” insan olması gerektiğini farkederiz. Böylece kendimizi kamilen terbiye etmekle kalmaz, başka kulları da hal ve ahvalimizle Rabbin izin ve muradıyla bu güzellik sofrasına davet etmiş oluruz.

Unutmayalım ne olur; Asıl ölüm hayattan değil hakikatten kopmuş bir halde ‘ölmüş yüreklerle’ yaşadığını sanmaktır. Çünkü en büyük yoldan çıkış hikayesinin aktörü olan İblis, kendi çözülüş silsilesini aynıyla insana yüklemek gayretindedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir