GERÇEK DÜNYAMIZ
“Bu dünya yalan dünya” diyordu ya eskiler, onlarınki hakikat idi; yalan olan bizimkisi ve hatta yalanın boyutları bile bizim elimizde, kendimiz dâhil her türlü görüntüyü canımızın istediği gibi büyütüp küçültebiliyor, kılıktan kılığa sokabiliyoruz. Çocuklarımız, böyle bir dünyanın içine doğuyor ve hakikat algısını ona göre biçimlendiriyor.
Malumunuz fırsat buldukça, yöneticiliği hükmetme değil hizmet etme olarak algılayan yöneticilerimizle aynı frekansla buluşmayı başardıkça özellikle ergenlik çağını atlatıp gençliğe adım atmış liseli öğrencilerimiz ve daha üst yaşlardaki insanlarımızla buluşmaya çalışıyor ve bunlara yeniden ahlaki, vicdani ve irfani melekelerimizi yeniden anımsatma ve onları yeniden kendileriyle buluşturabilmenin çabasını güdüyoruz.
Ancak okullarımızı dolaştıkça ve gençlerimizle buluştukça aslında akli ve irfani melekelerimizden ne kadar uzak bir nesil yetiştirdiğimizi; bir arı gibi her çiçeğin özünden alıp kendi balını yapmakla mükellef insanın sadece duygusuna hitap ettiği için bilgisinden vazgeçerek duyduğuyla amel edip, üstelik o duyduğunun doğruluğu konusunda tavizsiz bir direnişle nasıl karşı karşıya kaldığımızı akıl tutulması içinde izliyoruz!
“Oku”mak fiilini okuyamayan bir toplumuz
Gençlerimizin özellikle milli – manevi yönden gelişimlerini izleme açısından zaman zaman yaptığım söyleşilerde sorular soruyor ve bu sorulara aldığım cevapların bazen ufuk derinliği karşısında hayretler yaşıyor bazen de yetiştiremediğimiz gençler ve arkamızda bıraktığımız kayıp nesiller adına içten içe üzülüyorum.
Sorduğum sorulardan ilki dinimizin ilk emri yani İslâm libasının ilk düğmesi olan “oku” emri. Bu konuda gençlerimizden bazen ezbere ve kulaktan dolma bilgilerle karşılaştığımız gibi bazen de gerçekten ufkunuzu genişleten cevaplarla karşılaşıyoruz ki bu da beni sevince gark ediyor ve bitmek üzere olan umudumun yeniden yeşermesine sebep oluyor.
Ancak üzülerek diyebilirim ki bu konuda kendini yetiştirebilmiş gencimiz gezilen onca il, ziyaret edilen onca okul arasında yazık ki bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar az durumda.
Bu konuyla ilişkilendirilen genel kabul olan Alemlere rahmet olanın “ümmi” liği yani diğer bir ifadeyle toplumda kabul gören “okuma yazma bilmediği” konusuna geçmeden önce “oku” emrinin aslında nasıl anlaşılması gerektiğini yazarak takip eden gençlerimizin ufuklarına nacizane bir katkı sunmak istiyorum;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.”
Yani; “Ey gerçeği arayan insanoğlu! Hayatı, insanı, yaşamı, ölümü, geçmişi, geleceği, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı,güzeli, çirkini, ev- reni, doğayı oku! Bütün bunların mana vedeğerini insanlara göster. Allah’tan aldığın vahyi şehre taşı veyeni bir hareket başlat. Çağının karanlıklarını buradan aldığın güçle aydınlat! Her zulme ve hak- sızlığa bununla meydan oku! İnsan hayatının tüm yönlerine yeni bir bakış açısı getir. Vicdana ve merhamete hitap ederek insanlığın sağduyusunu harekete geçir.
İnsana, hayata ve varlığa nasıl bakılır; iyi insan nasıl olunur, erdemli toplum nasıl kurulur, dünya barışı nasıl sağlanır, adalete dayalı bir dünya nasıl inşa edilir göster! Bunları yapmak için seni bütün bir hayatı yeniden okumakla görevlendiriyoruz! Bu süreçte Rabbin seninle olacak! Bu nedenle “ben bu okumayı tek başına yapamam, ben böylesi bir okumanın altından kalkamam, ben bu işi nasıl yapacağımı ve nerden başlayacağımı bilmiyorum” deme… Rabbin seninle beraberdir. Rabbine güven ve O’na dayan… Rabbin yeryüzünden gelen vicdani arayışlara karşı duyarsız değildir.Şimdi sana bu arayışın karşılığını veriyoruz. Yıllardır bu Hiramağarasına gelip gidiyorsun. Varoluşun sancılarını çekiyorsun! Senin, insanlık için, iyilik ve adalet için nasıl kıvranıp durduğunu görüyoruz. Kalbinin nasıl attığını,vicdanının nasıl sızladığını, yüreğinin nasıl yandığını görmekteyiz. Bu karşılıksız kalacak değildi. Çünkü Allah herhayra karşılık verir. Ona yönelen kim varsa eli boş dönmez.Dua edenin duasına icabet eder.
Artık vakit tamam!
Ey başını yaslayacağı bir anne göğsü bulamayan öksüz Muhammed (sav)! Ey varoluş sancısı ile kendini kahreden yetim Muhammed (sav)! Artık Allah’a yaslanacaksın! Rabbinin sonsuz sevgi ve merhametine yaslan ve yürü! Eyöksüz olan yürü! İnsanlık seni bekliyor! Karanlıklar aydınlık bekliyor! Diri diri toprağa gömülen çocuklar seni bekliyor! Günah kokan şehirler seni bekliyor! Kirletilmiş geceler seni bekliyor! Mahsun gönüller seni bekliyor! Arşı yırtan ağıtlar seni bekliyor! Kalem senin yazmanı bekliyor! İnsanlığa seninle yepyeni bir sayfa açacağız! Satırlar, cümleler seni bekliyor! Kalemler yeniden yazacak! Cümleler yeniden kurulacak! Seninle kalemler satırlar yeniden yazacak! Vicdanlar şaha kalkacak! Ey insanlığın şafağında söken “son umut”, Kimseden korkma ve yürü! Rabbin seninlebirliktedir!”
Yani “oku” emri akli ve kalbi bir dönüşüme işaret eder ve davet bu yöndedir. Bu anlam ikliminin ortaya çıkardığı mana; geçmişin bilgisini günümüzle birleştirip yarına dair hazırlık yapabilmeye dairdir. Yaklaşık 15 asır önce bir kum okyanusunun ortasında neredeyse yarı vahşi diye tabir edebilebilecek bir topluma ve o toplum aracılığıyla da tüm insanlığa yöneltilen ilk emir olan OKU, bir vicdani uyanışın haykırılması anlamına gelir.
Dolayısıyla, “Allah adına okumak”; Allah rızası için çalışmanın, her hayırlı işte O’nun rızasını kazanmanın, O’nu unutmamış olmanın, her an O’nun gözetiminde bulunduğunu fark etmenin; dahası, hayatına Allah’ı şahit tutmanın en kestirme ve en net yoludur.
Peki, bu ilk inen ayetlerdeki mesajlar bugün için neyi ifade ediyor?
Aciz kanaatimce bu konuda bize emredilen şey net bir ifade ile şu;
Biz de, bugün, Hz. Peygamber(sav) gibi önce kendimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz üzerine düşünerek işe başlamalı; tarih, hayat ve tabiat üzerine, üzerimizdeki nimetler ve o nimetleri veren Allah’ın yüceliği üzerine, şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz ve insanlığın gidişatı üzerine tefekkür etmeli, gözümüzü yıldızların ötesine dikmeli, varoluş sancıları çekmeli, kendi “Hira”larımızda vicdanımızın sesini dinlemeliyiz.
İç dünyamıza dönerek orada kendi akıl, zihin, ruh ve gönül kozamızı örmeli; aydınlanmalı, öğrenmeli, her birimiz böyle kendiliğinden vicdanî uyanışlar yaşamalı; bu potansiyel enerjinin içimizde yerleşik olduğunu farketmeli; sonra kozamızdan taşarak Hira’dan şehre inmeli, toplumsal sorumluluk yüklenmeli ve gereğini yerine getirmeli; üzerimizdeki örtüyü atmalı, kalkmalı ve başka uyanışları başlatmalı; ebedi mesajları yaşayarak okumalı; söze, adalete, özgürlüğe, sevgiye, merhamete, doğruluğa, dürüstlüğe çağırmalı; her tür baskıya, zulme ve zorbalığa meydan okuyarak, insanoğlunun inancına, düşüncesine ve emeğine zincir vurulamayacağını haykırmalı ve tüm bunlar için harekete geçmeliyiz.
“Ümmi” Peygamber
Gençlerimizle sıkça tartıştığımız ikinci bir konu ise “ümmi”ifadesi. Zira yukarda da arz ettim genel kabul ile arapça gibi zengin bir dili tek bir anlama ingirgeyip okuryazarlık konusunda mazisi çok parlak olmayan toplumlar olarak “ümmi peygamber” ifadesini Hz Peygamber’in “okuma yazma bilmediği” konusuna ingirgemiş durumdayız.
Peki gerçekten Alemlere rahmet olan okuma yazma bilmiyor muydu?
Evet, Hz Peygamber Kitab-ül Mübin’in de muhtelif ayetlerinin şahitliği ile “ümmi”dir ve “ümmi” bir nebidir.
Peki, “ümmi” ne demek?
Vahyin inzal olduğu döneme baktığınızda tarih kitaplarının “ümmi” kelimesine yüklediği en yaygın kabulun Kureyş toplumunu anlattığıdır. Zira Hicaz bölgesi Mekke’yi “ümmül kura” yani “ana kent”, “beldelerin anası” olarak tarif ederdi. “Ümmül Kura” kelimesi de vahiyle de tastiklenmiş bir cümledir ve burdan “ümmi” kelimesinin ilk anlamının “Mekkeli” olduğunu anlayabiliyoruz.
Ümmi kelimesi ayrıca arapçada anneyi anlatan “üm”kelimesinden türetilmiştir. Haliyle burda “ümmi” kelimesi “anneye benzeyen”, “annesinden doğduğu gibi pak, temiz ve aynı saflıkta kalmış” anlamına gelir. Bunun tersi anlamında ise “annesinden doğduğu gibi toy ve cahil” anlamı çıkar karşımıza.
İşte bizim anlam yüklediğimiz burdaki “ümmi” ifadesinde geçen “okuma yazma bilmeyen” ifadesidir ve biz sadece duyduklarımızla amil olan bir toplum olarak tüm anlamları rafa kaldırıp burdaki ifade bizim ruh halimizi de yansıttığı için “peygamber okuma yazma bilmiyordu” diyerek kestirip atıyor; aksi görüşleri de “tekfir” edip saldırıyoruz.
Burdaki anlam aslen arapça olan “saf” kelimesinde de karşımıza çıkıyor. Bu kelimeye “o kadar saf ki, sırtına vur ağzındaki ekmeği al” anlamını yükleyeceğiniz gibi “pırıl pırıl, ilk günkü gibi temiz” anlamını da yükleyebilirsiniz.
Dikkat edilirse “ümmi” ve onunla aynı konumda olan “saf”kelimelerine yüklenen hem övgü hem de yergi anlamları var. Bizim karar vermemiz gereken şey Hz Peygamber’i övecek miyiz yoksa haddimiz olmadan yerecek miyiz? Burada aradığımız şey eğer övgü ise Alemlere rahmet olanın “ümmi”oluşunun annesinden doğduğu gibi saf, temiz ve arı oluşudur.
“Ümmi” kelimesini “ümmet” kelimesi ile ilişkilendirdiğiniz zaman ise burda topluma ilişkin bir mana çıkar karşımıza. Bu anlamda ise “ümmi” kelimesi ‘içinden geldiği topluma ait, nerden geldiğini bilen’ anlamını verir bize. Bu bağlamda da baktığınızda Hz Peygamber’in ait olduğu topluma bağlı ve nerden geldiğini bilen bir önder olarak “ümmi” olduğunu söyleyebiliriz.
“Ümmi” kelimesinin bir başka anlamı ise “dilinden anlaşılmayan yani yabancı” olarak çıkıyor karşımıza. Yani ehli kitaba göre “yabancı” bir insan anlamı var burda. Evet, Hz Peygamber(sav) İncil’i, Tevrat’ı ve Zebur’u bilmiyor; Aramice ve İbranice’den anlamadığı gibi , bu toplumlara da “yabancı” idi.
Yani Hz Peygamber Mekkeli oluşu ile “ümmi”dir. Annesinden doğduğu günkü kadar tertemiz ve pak oluşuyla “ümmi”dir. İçinden geldiği toplumu tanımış ve ait oluşuyla “ümmi”dir. Diğer kitapları bilmemesi ile “ümmi”dir. Ayetlerin hiçbirinde Hz Peygamber’in “okuma yazma bilip bilmediği”ne ilişkin bir atıf ve mana yoktur.
“Sen bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun; onu sağ elinle de yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı bâtıla saplananlar mutlaka kuşku duyacaklardı.” ( Ankebut, 48)
Bu ayet Hz Peygamber’in kendisinden önce nüzul edilen kitapları okumadığını tesciller.
O ki, ümmilerin arasından, kendilerinden olan bir elçi göndermiştir ki onlara O’nun ayetlerini okuyor, onları temizliyor ve onlara kitabı ve bilgeliği öğretiyor. Bundan önce onlar apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı. ( Cum’a 2.ayet)
Bu ayette de bir tilavet yani okuma söz konusu. Yani Ankenut 48. Ayet Hz Peygamber’in önceki kitapları okumadığını ve bilmediğini; Cum’a 2.ayet ise Kur’an-ı Kerim’i okuduğunu anlatıyor.
Görüldüğü gibi ayetlerde Hz Peygamber’in okuma yazma bilip bilmemesine ilişkin bir atıf yok ama biz toplum olarak okuma yazmaya olan mesafemizi yazık ki O’na da atfederek O’nun okuma yazma bilmediği sanrısı içindeyiz. Onlarca yer gezmiş, dönemin “emin” bir tüccarı olan ve alışveriş içinde olan birinin yazıya, harflere ve rakamlara müracaat etmeden bu işi yapabileceğini vehmederek üstelik.
Alemlere rahmet olanın hayatından umuda, cesarete, adalete, merhamete, silkinmeye, uyanışa, tefekküre, özgüvene, kardeşliğin ve birliğin tesisine, erdeme, pörsümeyen değerler dizgesine dair “done”leri hayatımıza alıp nakşetmek ve O’nun sözüm ona ahlakinin varisleri olan “manevi ordular” yetiştireceğimize daha dininin ilk emrinden bihaber bir toplumun bu çağın göğsüne iyiliği, güzelliği, rahmet ve merhameti ekmek için çaba göstermesini beklemek fazla mı hayalperestlik bilmiyorum ama bir uyanığın binlerce insanı uyandırabileceğini; bir adımın binlerce güçlü adıma zemin hazırlayabileceğini; samimi bir avazın gök kubbeyi ve yeryüzünü titreştirmesini sağlayabileceğini biliyorum.
Biz “oku”mak fiilinin anlamı konusunda dahi anlaşamazken yazık ki artık bireysel olan ile kamusal olan, zihinsel olan ile çevresel olan iç içe kaynaşmış bir vaziyette.
Her bir insan, kendisi ve diğerleri için farklı programlanmış bir bilgisayar ekranı gibi; diğer ekranların işletim ağına mesaj aktarmaya uğraşıyor. Aralarında gerçek ilişki bulunmayan günümüz insanı, hiç durmaksızın, kablolu ve kablosuz, bir akışkanlık içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor. Özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor; gündelik hayatında başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor.
Deneyimini ve insan ilişkisinden beklentisini “ilişkiye girme”, “ilişki yaşama” terimlerinden ziyade, “bağlantıda olma”, “hatta kalma” sözleri açıklıyor. “Eş”ten ziyade “ağ”dan söz ediyor. “Kendine bir ağ oluşturma”ya, “ağ üzerinde sörf yapma”ya çalışıyor. “Bağlantı” dediği ise, sanal ilişki; kolayca girilip çıkılıveren, ayrıca bakım, özen ve ciddiyet gerektirmeyen, şık ve kullanıcı dostu, “delete” tuşuna basınca kurtulması mümkün ilişki.
Bir yandan dünyanın öbür ucuna kadar binlerce insanla aynı anda temasta olmanın imkânı, öte yandan derinlemesine bir ilişkinin artık imkânsızlığı. Nereye gideceğimizi, nasıl düşüneceğimizi, hatta neler hissedeceğimizi teknomedyatik dünyanın yöneticilerinin belirlediği; piyasaya hangi kapasitede bir bilişim aygıtı sürerlerse bizim zavallı sistemimizin kendisini o aygıta göre ayarlamaya çalıştığı; ilişkilerimizi ona göre formatladığımız “sanal” gibi görünen bu dünya, artık bizim gerçek dünyamız.
“Bu dünya yalan dünya” diyordu ya eskiler, onlarınki hakikat idi; yalan olan bizimkisi ve hatta yalanın boyutları bile bizim elimizde, kendimiz dâhil her türlü görüntüyü canımızın istediği gibi büyütüp küçültebiliyor, kılıktan kılığa sokabiliyoruz. Çocuklarımız, böyle bir dünyanın içine doğuyor ve hakikat algısını ona göre biçimlendiriyor.
Evet, internet üzerinden, cep telefonuyla ve mesajlarla durmaksızın sürdürdüğümüz çılgın etkileşim bizi her an yepyeni bir insanın, topluluğun önüne bırakabiliyor herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir şey hakkında fikri olmadığı bu çağda.
Yaşadığımız çağı “doğru okuyabilmek” temennisiyle.