GÖNÜL FATİHLERİMİZ NEREDE?

GÖNÜL FATİHLERİMİZ NEREDE?

İstediğiniz kadar şaşalı camiiler yaptırın insanı itip kaktığınızda bir anlam ifade etmeyecektir. Bu din dünyaya ait topraklardan öte, gönüllerin fethedileceği bir dindir. Bu din, mabed ve tapınakların yükselmesi yerine, insanı yücelten bir dindir.

Camiler bizi bir araya getiremiyorsa kimse cemaat veya tarikatinin büyüklüğü ile övünmesin” demiştim bir vakitler. Ama özellikle din(i)darlar artık bir imkândan ziyade bir imtihan vesilesi olmaya başlayan sosyal medyada vaveyla koparmışlardı.

Zira devamlı eleştiri modundayız ve bu mod artık kültürümüzün bir parçası haline geldi. Sanki gizli bir el zihinlerimizi “şikayet” üzerine programlamış. Ne demek istediğimi anlamak için sosyal medyada artık umumi hale gelen yorumlarımıza, iletişim tarzımıza, hatta televizyon programlarımıza veya günlük konuşmalarımıza bakmanız yeter de artar bile.

En haklı olduğumuz konularda bile adam gibi eleştirmeyi unuttuğumuzu, eleştirilmek diye birşeyi zaten rafa kaldırdığımızı, artık herşeyi ve herkesi eleştirebilecek kadar “kâmil”, hiç kimse tarafından da eleştirilemeyecek kadar “mükemmel” olduğumuzu göreceksiniz.

Asıl kemâl noktasının içine hicret edip kendinde eleştirebilecek bir noksan bulmak olduğunu ne yapıp da hatırlayacağız ki?

Neyse, bu “eleştiri” kültürü ile ilgili bakiyemizi bir başka yazıya saklayarak asıl mevzumuz olan “camii” konusuna dönelim.

Camiileri Allah’ın evi addeden ama bunun hakkını eda etmeyen zihniyete karşılık “Madem camii Allah’ın evi” konulu bir yazı almıştım kaleme. Zira “kutsallık gömleği” giydirmeyi seven, üstelik de kendi kendimize icat ettiğimiz o kutsalları büyük bir huşu içinde yaşayıp asıl kutsalı atlayarak bunu yapan bir toplumuz.

Misal verelim.

Açın televizyonlarınızı bakın herhangi bir kanala. İnsanlar Kabe-i Muazzama’da “Hacerül Esved” dediğimiz ve hakkında binbir rivayet okuduğumuz, duyduğumuz o siyah taşa dokunmak için ‘yazılmaz yaşanır’ izdihamlarla birbirlerini ezerler. Çünkü o taş ‘kutsal’dır ve dokunulması gerekir. Zira Hz. Peygamber (sav) de o taşa dokunmuştur!

Peki, o taşa dokunmaya çalışırken ayağına bastığın, ittiğin, kaktığın, ezdiğin senle birlikte tavaf yapan kardeşin? O kutsal değil mi? Ya da “taş mı kutsal o mu” diye sorayım önce. Yeryüzünün en muhteşem ayeti olan insanın mukkadesatını çiğneyerek başka bir kutsala ulaşma gayreti nasıl bir akıl tutulmasıdır Allah aşkına?

Tam da bu idraki uyandırma gayesiyle İslam’ın ilk yıllarında “mescid”, günümüzde ise “camii” dediğimiz yapıların, aslında toplumu nasıl inşa ettiğine bir göz atalım.

Medine gibi bir çöl şehrinden “medeniyet”i inşa eden Mescid-i Nebevi’nin ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu, asıl yükselişin ordan nasıl gerçekleştiğini, kardeşlik bağlarının orda nasıl tesis edildiğini hep beraber görmeye çalışalım.

Bilenler hatırlayacaklardır.

Hz. Peygamber (sav), Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde, Medine’de yüksekçe bir taşın üzerine çıkıp gür bir seda ile “Kunu Ya İbadullahi ihvana” demişti. Yani; “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz!”.

Bu ilk çağrıda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta “Ey müslümanlar kardeş olunuzdeğil, “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz” mesajıdır.

Yani, “Ey müslümanlar, ey Yahudiler, ey Hristiyanlar, ey beyazlar, ey siyahlar, ey zenginler, ey fakirler hiçbiriniz büyük, hiçbiriniz imtiyazlı değilsiniz. “

Bu ilk cümlelerdeki “kardeşlik” mesajı yürünecek yolun (din), yaşanacak şehrin (Medine) ve kurulacak uygarlığın (medeniyet) temelinde neyin yatması gerektiğini de açıkça gösteriyordu.

Daha sonra da bilindiği üzere bizzat kendisinin de çalıştığı Mescid-i Nebevi inşa edildi.

Kerpiçten yapılmış ve bizzat Allah’ın elçisinin de kendi elleriyle taşlar döşediği, duvarları iki adam boyu bile olmayan, tepesi hurma kütükleri ve dallarıyla örtülü, yerleri kamıştan örülmüş hasırlarla kaplı bir yer. Nebevi soluğun üflendiği; ilahi aşkın en zirveye çıktığı; gösterişsiz, sade, biraz da olsa karanlık ama huzur, rahmet, şefkat ve merhamet dolu herkesin iliklerine kadar maneviyata gark olduğu bir mekan. En şaşalı saraylarda yakalanamayan huzurun adresi olan bu sade mekanda yakalanan huşuyu ise, hiçbir yerde yakalamak mümkün olmuyordu. Çünkü gösteriş dışarda, zenginlik ise insanın içinde idi. Herkesin gıpta ettiği dışardaki ihtişam geçici ve aldatıcı idi. Zira; cazibesiyle insanı kendine çeken; insani duyguları katleden, inanç ateşini küllendiren ve parlayan ilahi aşkı karanlıklara gömen bir tuzaktı lüks ve şatafat. Kendine tapanları esareti altına alan, bir damla bala kanarak kendini bir daha kurtaramayan karınca misali zillete düşüren, rezilliklere düçar kılan, insanı kendi nefsine kul, köle eden birer seraptı her biri.

Bu ilk örneğin amacı neydi? Namaz kılınan bir namazgahtı öncelikle. İçerisinde yemek yenilen, sohbetler yapılan, tüm sorunların istişare edildiği, hatta gelen misafirlerin karşılandığı, ağırlandığı sosyal bir mekan; herkesin Hz. Peygamber (sav) ile rahatlıkla görüşüp tüm sorunlarını aktarabildiği bir ortam; hatta insanların sorunlarına çözüm arandığı, savaş -dini ve kardeşliği yayma mücadelesi- kararlarının bile alındığı bir divandı.

Kısacası Mescid-i Nebevi ‘komuta merkezi’ idi.

Peki, ‘Allah’ın evi(!)’ olan bu ilk mescid nasıl bir yerdi? Bu yüzden de sadelik ve tevazuda soluklanan huzur; ilahi terennümleriyle ruhlarda inkişaf yaratıyor ve hep birlikte açılan ellerle birleşen dualar, en samimi haliyle arşa yükseliyor; birliğin, beraberliğin, kardeşliğin mıknatıs gibi çektiği rahmetin yağmurunda sırılsıklam oluyorlardı.

Kimbilir, belki de bu yüzden tüm peygamberler, Allah aşkına yananlar, gönülleri Rabb’leri ile mutmain olanlar; mağaralarda, izbe ve karanlık yerlerde, en kuytu köşelerde tevazunun en saf haline bürünerek, “hiç”lik makamında arş ile buluşmuşlar ve Rahman’ın ilhamlarına mazhar olmuşlardı.

Yazıyı daha fazla uzatmadan ‘fabrika ayarı’ olan bu ilk mescid örneğini alıp güncelleyelim;

Artık salt birer namazgah olan ve imamlarımızın da -ihlasla çaba gösteren kardeşlerimi tenzih ediyorum- namaz kıldırma memuru olduğu bugünkü camilerimizde durum nedir?

Bakalım.

Hadi her köyün, mahallenin toplanma merkezi olan, olması gereken camilerde bırakın herhangi bir faaliyeti kendi aranızda konuşun bakalım imam size ne cevap verecek?

Cemaat ne diyecek? Duydunuz mu?

“Şşşşşttt!! Burası Allah’ın evi! Burda dünya konuşulmaz!”

Ya da bir tık daha ileri gidip diyelim ki yapılması gereken herhangi bir tören camilerde yapılsın!

Ertesi günkü gazete manşetlerini okuyabildiniz mi?

“Din elden gidiyor!”

Bazı okur ve takipçilerim diyecek ki abartıyorsun; o zamanlar şartlar ve imkanlar çok farklıydı.

“Bugün öyle değil! Her şeye sahibiz!”

Ya iyi de, asıl sorun burda yani o” sahiplik” duygumuzda başlıyor zaten!

Çünkü İslâm tüm dünyada düşkünler, yoksullar, köleler, kimsesizler, yetimler, yalnızlar, çaresizlik içinde kıvrananlar için de bir umut olmuştu. Getirdiği düzen; mülk düşkünlerine, hegamonyaya, insanları köleleştirmeye, dünya malına tapmaya bir başkaldırı idi; Allah’ın bir öksüzün, yetimin tertemiz vicdanından dünyaya son kez haykırışı idi. Alemlere rahmet olan, ‘istişare ahlakıyla’, aldığı akıllıca tedbirler sayesinde tefrika ve kindarlıkla birlikte yoksulluğu Arabistan’dan sürmüş; büyük sınıfsal ihtilaflar, efendilik ve kölelik, yerini kardeşliğe ve samimi bir eşitliğe bırakmıştı. Çıplak tepecikler ve sonsuz kum deryasının ortasında çorak ve bakımsız Medine’den, yepyeni bir “medeniyet” inşa edilmiş; değişime ve gelişime kapalı kapkara zihinler yirmi üç yılda nakış nakış işlenerek birer elmas haline gelmiş; yaşadığı dönemde, bırak müdahale etmeyi, sorgulamaya bile kimsenin cesaret edemediği tabular yerle bir edilmişti.

Yine de karşı çıkan kardeşlerimizi kızdırmadan başka bir perspektif sunalım bu kez ve ‘abartılı’ bulduğumuz törenleri bir tarafa bırakalım.

Eşitlenme makamı olan namazın ve “benim ümmetim için yeryüzünün tümü mesciddir” nebevi ikazına rağmen ısrarla namazgah olarak seçtiğimiz camilere gidelim.

Zengin ve yoksul, işçi ve patron aynı safta mı? Evet!

Orası eşitlenme makamı mı? Evet!

Çünkü dünyaya ait hiçbir imtiyaz yok.

Asıl üstünlük? İnsan kalmakta!

Ama adam aç, işsiz, yoksul ve perişan durumda. Trilyonluk iş adamıyla aynı safta omuz omuza, “eşitlenme makamı”nda.

Namaz bitiyor, selam veriliyor, herkes camiden çıkıyor; o adam yine işsiz, yine aç, yine yoksul, bırak az önce omuz omuza saf durduğu adamın ona sahip çıkmasını kimse dönüp yüzüne dahi bakmıyor! Evdeki küçük kızına süt getirecek 1 liraya dahi sahip değil!

Hani nerde eşitlik ve eşitlenme makamı Allah aşkına? Peki o camii niye var? Salt namaz kılmak için mi?

Nerdeyse her adım başı inşa ettiğimiz; cemaat sayısı yirmiyi, otuzu, en iyimser haliyle elliyi geçmeyen, bu dünyaya neden gönderildiğimizin bile farkında olmadan, ellerimizi açıp o trilyonluk camilerin içinde “Allahım yoksula yardım et, Allahım düşküne yardım et, Allahım muhtaca yardım et, Allahım mazlumu koru” diye dua ettiğimiz o namazgahlar sadece cuma günleri kapıda dilenen muhtaca, yoksula, düşküne cebindeki bozuk paraları fırlatıp firdevslere talip olmak için mi var?

Bugüne kadar o yoksullardan düşkünlerden, kimsesizlerden kaçının koluna girdim/ girdik/ girdiniz? Kaçının alıp bir ihtiyacını giderdik? Kaçının derdini dinledik? Kaçının kimsesizliğine kes olmaya çalıştık?

Hayır kardeşim! Kim bana ne derse desin camilerimiz Rabbimizin ve Hz. Peygamber (sav)’in tarif ettiği mescidlere benzemiyor artık. Köyümüzün, beldemizin, mahallemizin sorunlarının tartışıldığı, yoksullarının sahiplenildiği, düşkünlerine el uzatıldığı, yaşlılarının bakıldığı, açlarının doyurulduğu bir camii modelimiz yok artık.

Hadi camileri asıl anlamına döndürelim diyoruz ‘camii düşmanı!’ ilan ediliyoruz. Ama bir bakıyorsunuz “müftülere nikah hakkı verildi, nikahlar da camilerde kıyılsın” sesi yükseliyor! Neden?  Avrupa böyle yapıyor(muş)! Dini bir tapınağa, ibadeti de dört duvar arasına hapseden bu yoz zihniyete desem ki Allah’ın “El Camii” esmasından ne anlıyorsunuz? Cevapları anında hazır; “buluşturan, toplayan”. Peki camiler bizi neden bir araya getiremiyor, toplamıyor, birleştirmiyor! Neden her bir görüşün camileri bile farklı artık? Allah’ın “El Camii” esmasına hürmetimiz olsaydı Allah’ın evi olarak adlandırdığımız camilerimizi dahi fikir, görüş ayrılıklarımıza kurban mı ederdik yoksa gönüllerimizi nasıl birleştireceğimizin mi derdine düşerdik?

Sonuç mu? İstediğiniz kadar şaşalı camiiler yaptırın insanı itip kaktığınızda bir anlam ifade etmeyecektir. Bu din dünyaya ait topraklardan öte, gönüllerin fethedileceği bir dindir. Bu din, mabed ve tapınakların yükselmesi yerine, insanı yücelten bir dindir. Bu yüzden de Rabbin kutsal olarak gösterdiğini kendi icat ettiğimiz güruh materyallerle karşılaştırdığımız sürece durumumuz değişmeyecektir!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir