GİRİŞ

GİRİŞ

Yaklaşık 19 yıldır hemen her platformda, girip çıktığım her yerde, ortaya koyduğum her satırda, yazdığım her eserde insanın en önemli kutsal olduğunu, tüm kutsalların insanın huzuru ve mutluluğu için kutsiyet kazandığını, insan mutlu ve huzurlu değilse eğer bu kutsalların ya anlaşılamadığını ya da anlam kaymasına uğratılarak içinin boşaltılıp sinirlerinin alındığını haykıran biriyim.

Dünü, bugünü ve yarını sezebilmemi sağlayan bu gerçeklik de, kaynağı “sevgi ve merhamet” olan mümbit bir inancın yol haritasında “insanın insana emanet edildiği” hakikati ile yüzleştirdi beni. Bu söylem ise hem hayatımı, hem doğrularımı, hem hayata bakışımı, hem de “kitab-ül süğra” dediğimiz insana bakış açımı şekillendirdi.

Gönlümüzü muhatap alıp, gözlerini hayra ve güzelliğe yoran ahlâkın varisi olarak da hem yaşamı kalbimizin renginde yaşamaya başladık hem de bu rengi etrafımıza bulaştırma gayreti içinde olduk. Bu yönüyle de güzelle çirkini, iyiyle kötüyü, hak ile batılı ayırt edip tanıma yetisini sağlayan ve azıcık bir bedelle türlü rahmetler sunan Rabbimize salt söylemlerimizle değil eylemlerimizle de şükür makamındayız.

Zira kâinatın “gözbebeği” sıfatıyla hem varlık âlemindeki biricikliğinin hem de gönderilmiş olmanın şahitliği içindeki insanın; mesuliyetinin nerede başlayıp nerede bittiğini, bu konumdaki hak ve hukukunu seçebilmek adına sorgulayan bir aklı binek edinerek menzile ulaşması gerekiyor. Ama kavramların farkını hakkiyle bilen, bunu yerli yerince kullanan; hem tasvir eden, hem ibret alabilen; kalbi, vicdanı ve fıtratı kendisinde buluşturan, donatılmış olmanın başlı başına bir yükümlülük olduğunun da, günü geldiğinde bu yükümlülüğün hesabının da sorulacağının farkında bir akılla tabi ki.

Çünkü her yaratılmışın secdesi zoraki iken; sorgulayan, farkındalığı yakalamış, hayreti terk edip ibrete geçmiş bu aklının rehberliğinde aklen yakıştırabildiklerine kalben de şahit olabilme arzusuyla yanıp tutuşması gereken insanın secdesi iradesine bırakılmıştır ve irade sahibi iken teslimiyet daha anlamlıdır.

İnsanın insana emanet edilişindeki” sır da sanırım bu teslimiyet anahtarıyla açılıyor.

Bu anahtara sahip olma nasipdarlığını elde eden kul; muhtaçların ihtiyaçlarını giderebilen nihai kudret sahibinin; zatıyla hükmünde ortaksız olmasına rağmen kullarının muhtaçlığını giderirken başka kulları bu işlere vesile kıldığını; bu vesileyi yaratırken birinin ihtiyacını giderdiğini, öbürünü ise sunduğu imkânlarla imtihana tabi tuttuğunu fark edebiliyor.

Bu muhtaçlık ve imtihan silsilesi içinde her imkânın aslında bir imtihan olduğunu atlayıp yaşamı hızın, hazzın, ayartıcı hırslarının ve arzularının izini sürerek “özgürleşmekolarak görenler; bu vesileler zincirini zihinleriyle gönülleri el ele veremediği için atlıyor belki.

Ama vaktin ihtiyaçlarını bir tarafa bırakıp yaşamın tamamına gönül veren hayrı arayan bakışlar bulabildikleri her fırsatı kendileri için rahmet vesilesi kılma telaşı içinde kıvranıyor. Üstelik yapabildikleri kadar yapamadıklarının da derdiyle mustarip olarak. Bu ıstırap içinde de Rabbin rahmet ve ikazlarını önce kendisine, sonra çevresine ve en nihayetinde de tüm kâinata “annelik makamının şefkat ve merhameti ile” beyan ederek merkeze insan alınmadan hiçbir dini veya beşeri kuralın yaşamda hüküm icra edemeyeceğini “hal diliyle” ikrar ediyor.

Yinelenen ikazlara rağmen, tezkiye edilmediği için asıl sahibini ağırlamaktan aciz olan kimi kalplerin hakikate bir türlü açılamıyor oluşu da sanırım insanlardaki kibir ve güç hırsından kaynaklanıyor.

Haklının değil güçlünün önde olduğu, “güc”ün hakta değil, “hakk”ın güçte olduğu bu anlayış biçiminde “iman” iddiasına rağmen, haklı olanın değil, “güçlü” olanın yanında olmak benimsenerek gerçeğe karşı sahteliğin,doğruluğa karşı riyanın,takvaya karşı hırsın,bilgeliğe karşı cehaletin rağbet gördüğü bir süreçte “akıl tutulması” yaşatabilecek yozlaşmalar başlıyor.

Zira hırsının, hasetliğinin, hadsiz heveslerinin esaretinde Rabbe iman ettiklerini iddia etseler dahi sürekli “ben” diyen ve “benlik” çukurunda boğulan ölü kalpler “biz” derken bile “ne kadar nemalanabilirim” düşüncesi içinde (iman iddialarına rağmen) Allah’a ve O’nun hatırlattıklarına değil, nefislerinin heveslerine ve kendilerini ayartan diğer akıl sahiplerine meylediyor.

İyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin, hak ile batılın münazara meydanı olan dünya, tam da bu şekilde artık sağdan yanaşan şeytanla kimi gönülleri allak bullak ediyor; hayra meyledebilme nasibini elde eden gönüller ise şerrin kelimeleriyle yeniden baştan çıkarılıyor. Her kuşun kendi cinsiyle uçması misali saflar sürekli yenileniyor; çetin imtihanlar yeni kılıklara bürünmüş halde muhataplarını seçmeye devam ederek bu imtihanlar karşısında “ak ile kara”, “hak ile batıl” ayrışıyor.

Sebepler ve mecburiyetler üzerine bina edilen arzın biricik kuralıdır bu evet, ama bu ayrışmada hakikatin bilgisinden nasipsiz olanlar ne denli aydınlıktan uzaksa, görebilen gözlerden süzülüp akledebilen kalplere kavuşan nasipli gönüller de o denli nimetlere kavuşuyor.

Öyle ya, ateş misali nimetler maşayla tutulmazsa elin yanacağı mutlak; ya maşadan yana nasipli olmak gerekiyor ya da ateşlerden uzak durmak icab ediyor. Ama her ne yaşanırsa yaşansın; gönüllerde beliren korkuyu ve rahmeti, bekleyiş ve umudu, hüznü ve saadeti ayrı sayfalar halinde okudukça işlerine Allah’ı vekil kılanlar O’nunla, O’nun muradıyla zulmetten nura, zilletten izzete doğru zorları kolaylayıp yürümeye devam ediyorlar.

Lafın kısası aynı havayı soluyan, aynı sıkıntıyı yaşayan, aynı sevince ortak olan iki insandan biri dert küpü oluyorböylelikle, diğeri deva küpü. Biri şikâyet üretiyor, öbürü çare. Biri yük oluyor, öbürü yük taşıyor.

İşte “emanet” bilinci tam da burada devreye giriyor.

Hak ile batıl terazisindeki bu “bilinç”; taşıdığımız candan, o can o bedende dolaştığı müddetçe temas ettiğimiz her şeye; yaşadığımız evden oturduğumuz koltuğa; cebimizdeki paradan eşimize, çoluk çocuğumuza; aldığımız nefesten karşılaştığımız insana, yaşadığımız andan sarf ettiğimiz söze kadar sahip olduğumuzu sandığımız; bizim olmayan, bizde durması için bir müddetliğine “sınama amaçlı” teslim edilen ömür, sağlık, evlat, mal, mülk, akıl, idrak, güzellik dâhil herşeyin “bize ait olmadığı” idrakini nasip ediyor.  

Ben kazandım” zannettiğimiz malın da, dikkat ettiğimiz için uzadığını sandığımız ömrümüzün de, gayret ettiğimiz için elde ettiğimiz vehmine kapıldığımız başarımızın da “aslında bize ait olmadığı” düşüncesi; hem kendi hiçliğimizi hem de kendimize ait olsun olmasın var olan her bir şeyin hiçliğini idrak etmenin eşiğine varıp oturtuyor bizi aynı zamanda “birbirimize emanet edildiğimizin” de bilinci içinde.

Yok”u fark etmekle yegâne var olanı tanımanın kapısı da aralanıyor böylelikle.

Bu kapıdan içeri girip sadece kendimizi kâmilen terbiye etmekle kalmıyor, başka kulları da hal ve ahvalimizle bu güzellik sofrasına davet etmiş oluyor; ısrarla andığım “Müslümanlık insanlığın annelik makamıdır” cümlesinin de altını doldurmuş oluyoruz.

Ama bizim toplum olarak asıl sıkıntımız da burada başlıyorne yazık ki…

Çünkü sunulan nimetler içinde ihtiyacımız dışındaki her şeyden hesaba çekileceğimiz konusunu unutmuş; ağzımıza aldığımız her lokmada, israf ettiğimiz her damla suda, fazladan aldığımız her giyside, beğenmeyip dolaba attığımız her ayakkabıda, günlük çöpe attığımız 7 milyon ton ekmekte fakirin, fukaranın, yetimin, düşkünün hakkı olduğunu “benlik” çukuruna gömmüş; her anı kayıt edilen bu emanet yaşam içinde tüm bunların hesabını verebilecek şuur ve bilinci kaybetmiş durumdayız. Dünyada her gün açıktan ölen on binlerce insanın üzerindeki parmak izlerimizi göremiyoruz.

Zira yaşadığımız çağa rengini veren kapitalist zihin yapısı bize nefsimizi okşayan sloganlar eşliğinde “tüketmeyi” dayatıyor. Dışımızdaki dünyanın bitmek bilmeyen değişim ve gelişim sancısının uğultusunda serbest piyasa ideolojisi doğrultusunda sürekli “tüketmeye” teşvik ediliyoruz. Çünkü kapital dininin yaşaması için gerekli olan ve adeta atomize edilmiş tüketiciler hükmündeki bizler tüketeceğiz ki, onlar semirsin.

Bu tüketme arzusu içinde de sahiplik arzumuz “sorumluluk ihmâline” dönüşsün. Her şey bizim olsun derken biz kendimizden bir başkası olup çıkalım. Dışımızdaki gürültüden içimizdeki sese sağırlaşalım. Hakikati haykıran vicdanın sesine sağırlaştıkça da nefsimiz bize imam olsun. Hevâ ve hevesimiz, dünya sevgimiz, ölüm korkumuz, kendimizden kopuşumuz, gelecek algımız, savrukluğumuz, dengesizliğimiz, şuursuzluğumuz, ilimsizliğimiz, amelsizliğimiz, ihlâssızlığımızla kalbimizden başlayarak, bizi insan kılan her neyimiz varsa teker teker yok etmeye başlayalım.   Buharlaşan her değerimizle beraber, irfânımız, izânımız, insâfımız yara alsın; iyiliğimiz, güzelliğimiz, kardeşliğimiz can çekişsin; adâletimiz, insanlığımız, iddiamız ölsün ama görmeyelim. Perde inen gözlerimizle kendimizi değil sadece, mâzimizi, istikbâlimizi, son bir umutla bize dikilen mazlum gözleri, bizim kim olduğumuzu hatırlamamız niyâzı ile göğe açılan elleri, hâlinden muzdarip, olması gerekenden habersiz ruhları yok edelim ama farkında bile olmayalım.

Alın başınızı ne olur ellerinizin arasına.

Tüm bu saydıklarım olmadı mı?

Asıl gayesi niteliksiz bir eğitimden geçmiş, düşünmesi ve aklını kullanma şansı elinden alınmış, özgüvensiz, sadece tüketici olarak ihtiyaç duydukları, ürettiği hiçbir şeyle tanınmayan, saygı duyulmayan bir kültür oluşturmaya çalışan kapital dinine her birimiz iman etmedik mi?

Evet, kul dilediğinde Rabbi de diliyor. Hayrın vesilelerinden olmak kadar şerrin vesilelerinden olmak da kulun iradesince cereyan ediyor. Bizler hayrı ve güzelliği talep ettiğimiz sürece bu yöndeki işlerde kullanılıyoruz ki istifade etmek isteyen kullarına ziyadesiyle veriyor.

Öyleyse “emanet” bilinci içinde “bal yapan arılardan biri mi olacağız yoksa peteğin yolunu bile bilmeyen yaban arılarından biri mi?” Asıl mesele bu sanırım.

Zira bugün amel var hesap yok!

Yarın hesap var amel yok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir