GÜNCELLE(N)MELİYİZ!
Elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve içimizdekileri kustuğumuz sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya.
Evet güncellenmeli ve güncellemeliyiz.
Neyi? İlkin kendimizi. Sonra hayatımızı…
Bireysel tevhid olmadan toplumsal vahdet olur mu?
Olmaz.
Kişi düzelmeden toplum düzelir mi?
Düzelmez.
Kapımızı pislik götürüyorken komşunun çöpünden şikayet hakkımız var mı?
Hayır!
Ama “akıl, irade, adalet ve merhamet” gibi insanı insan yapan kavramlar güneşin buzu eritmesi gibi günden güne eriyor. Yaşadığımız, gördüğümüz, duyduğumuz, şahit olduğumuz her olayla birlikte bu erime daha da hızlanıyor ve biz bu olaylar zinciri içinde hızla tükeniyor, tüketiyoruz.
Neden? Çünkü ninnilerle, masallarla başlayan ve kahramanlık destanlarıyla şahlanan değerler eğitimimizi yitirdik. Beşikten mezara kadar süren değerler eğitimimizi terk etmemiz; önce insanımızı sonra da toplumumuzu değersizleştirdi.
Farkında değiliz belki ama yitirdiğimiz her değerle hem yozlaştık hem de çaresizliği öğrendik. Kaybettiğimiz değerlerin yerine yenisini ya koyamadık ya da onun yerine monte etmeye çalıştığımız yeni değerler bizleri mutlu etmedi. Zira alıcılarımız sadece “dünyayı” ve “maddeyi” kapsadı. Ukbayı da manayı da sadece geride bıraktık! Bu da birçok konuda şikâyet eder; ancak çözüm üretemez hale getirdi bizi.
Böylece de, sabrın ve şükrün yerini acelecilik ve isyankârlık; Yunus’un insan sevgisinin yerini hümanizm; Celalettin-i Rumi’nin hoş görüsünün yerini tahammülsüzlük; Hacı Bektaş-ı Veli’nin “edeb” inin yerini ‘çağdaşlık’ maskeli hayasızlık; Leyla’nın ve Mecnun’un aşkının yerini cinsellik; Hz. Ömer’in adaletli devlet anlayışının yerini sömürgecilik; Ahilik kültürünün yerini köşe dönmecilik ve aldatma; Ebu Zerr (r.a) kanaatkarlığının yerini aç gözlülük; “Ben siftah yaptım, komşudan al” diyebilecek kadar komşu hukukuna riayet eden gamsızlıkla bezenmiş esnaflık anlayışının yerini “Rabbena hep bana” ya dönüştüren bencillik; haklının güçlü olduğu adalet anlayışının yerini, güçlünün haklı olarak kabul gördüğü zulüm yandaşlığı; Hz. Ali’nin, insanlarla dayanışmayı “ya dinde kardeş ya da yaratılışta eş gören” anlayışının yerini, menfaatte paydaşlık aldı.
Böylece de dün bizi onurlu, üstün ve dünyanın gıpta ettiği insanlar konumuna taşıyan, bin yıla yakın bu dünyaya hükmetmemizi sağlayan değerlerimizin tümünü ‘suda pişen kurbağa misali’ ama farkındalıkla, ama farkında olmadan adım adım yitirdik.
Bu kez de kendimizle kavgalı hale geldik.
Çünkü kalbimizi istila eden değerler artık yaşam biçimimiz haline geldi. Elimizdeki gazete, neredeyse sabahlara kadar tüm vaktimizi başında geçirdiğimiz televizyon, kölesi haline geldiğimiz cep telefonlarından takip ettiğimiz ve içimizdekileri kustuğumuz sosyal medya veya eş, dost, arkadaş, iş, ortam, sokak, mahallenin hep birlikte çaldığı bu senfonide kaynayıp gitti içimizdeki dünya.
Sizce de yaptığımız her işi “ibadet” aşkıyla faydalı olmak adına yapmamız emredilmişken, borç edasıyla aradan çıkarmaya çalıştığımız günlük ibadetlerimizde dahi kalbimiz dünyayla atmıyor mu?
Evet, yazık ki artık aklımızın süzgecinden geçenler kalbimize varmıyor; kalbimizin süzgecinden geçenler aklımıza sığmıyor. Çünkü kalbe yön vermesi gereken akıl başka söylüyor; akla uyması gereken kalp başka atıyor.
Misal, bir şeyi sıklıkla işitince onun “hakikat” olduğunu sanıyoruz. Hele bir de pratikte faydasını gördüğümüz bir durumsa asla işkillenmeden “çokça işittiklerimize” inanmaya devam ediyoruz. “Duygu”su itibariyle bizi tatmin ettiği için “bilgi” yi sorgulama ihtiyacı hissetmiyoruz ve duygularımızın yoğunluğu duyduklarımızdan şüphelenme hakkımızı by-pass ediyor!
Bu sayede de az buçuk görüp çok buçuk hükümler veriyor; birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşuyor; yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz ediyoruz. Yarım bakışlardan sağlam görüşler çıkmayacağını, eksik bilgilerden doğrulara ulaşamayacağımızı, zanlarla hakikate ulaşma fırsatının kaybolacağını atlayarak üstelik.
Oysa ki tanımlamalar gözlemler çoğaldıkça sağlıklı hale gelir. Aksi halde yarım doktorun candan etmesi misali eksik gözlemler bakışı da köreltir ve insanı dipsiz bir kuyu olan zanna düşürür.
Kimbilir belki de bu yüzden soldan gelen hamlelere dirençli olan nice idrak, sağdan gelenlere aynı dirayetle karşı koyamıyor!
Hadi dönelim içimize!
Evet, başta kendi nefsim!
Yetimin mahsunluğunun farkında mıyız?
Hayır!
Mazlumun gözyaşı içimizi kanatıyor mu?
Samimiyetle cevap verelim, hayır!
Çünkü o an hüzünleniyor, dakikaları geçtim aradan saniyeler geçmeden unutup kendi yaşamımıza dönüyoruz!
Kahkahalarımız, bırakın uzağı aynı binada yaşadığımız insanların acılarına bigane mi?
Evet!
Kaçımız dünya üzerinde zulüm gören her bir can için dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin -hiçbir şey yapamıyorsak bile- gecenin bir yarısı uykumuzu bırakıp ellerimizi açıp gözü yaşlı gönlü mahsun bir şekilde samimane dualar edebildik?
Allah’tan olan biten karşısında aklının midesi bulananlar halen var da; iki güzel kelam edip, çölün derdiyle kavrulanlara bir serap serinliği bahşediyorlar.
Peki ne yapalım?
Nedir bu işin çözümü?
İlkin “insan” olduğumuzu anımsayalım!
Bir kalp taşıdığımızın farkına varalım!
“Orası benim mekanımdır” diyen padişahın hatırına ordan kini, nefreti, buğzu, hırsı, adaveti ayıklayalım.
Affetmenin azizliğine sığınalım!
Attığımız her adımda “kalbimize” danışalım ve kalbimize sıkıntı veren her neyse ondan uzak duralım!
İlke ve hakkaniyet kantarına tek başımıza çıkarak kendimizi tartalım.
Yani -hep dediğim gibi- herşeyin “bir” ile başladığı gerçeğinden hareketle, içimize hicret ederek orayı fabrika ayarlarına döndürelim;
Nefretin yerini merhamet; kinin yerini kardeşlik; şirkin yerini tevhid; batılın yerini hak; karanlığın yerini aydınlık; maddenin yerini mana; alışkanlıkların yerini aşkınlık; hüsranın yerini gufran; küfranın yerini şükran; kabuğun yerini çekirdek; aracın yerini amaç; malumatın yerini marifet; sözün yerini davranış; rivayetin yerini riayet; tasarrufun yerini tasadduk; israfın yerini paylaşma; hırsın yerini huzur; tamahın yerini kanaat; benliğin yerini birliktelik; Kabil’in yerini Habil, hevanın yerini takva, yatağın yerini seccade; öfkenin yerini itidal alsın.
İşte o zaman dünyaya da eşyaya da bakışımız değişir ve inşaAllah kalbimiz ilk günkü fabrika ayarlarına dönerek kan yerine nur pompalar vücudumuza. Ne için yaratıldığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi, gelmenin aslında gitmenin ilk adımı olduğunu keşfederiz yeniden.
Başka ne mi olur?
Mesela, kapital dinine ve onun ilahı olan paraya köle olmaktan vazgeçeriz. “Benim” le başlayan cümlelerle kavgamız olur, zira taşıdığımız canın dahi ‘bize ait olmadığını’ fark ederiz. Bu emanet bilinci içinde içtiğimiz suyun, giydiğimiz hırkanın, ayağımızdaki ayakkabının, ağzımıza aldığımız lokmanın üzerinde dahi bir tasarruf hakkımız olmadığının farkındalığını yudumlarız. Müslümanın “emin” insan olması gerektiğini farkederiz. Böylece kendimizi kamilen terbiye etmekle kalmaz, başka kulları da hal ve ahvalimizle Rabbin izin ve muradıyla bu güzellik sofrasına davet etmiş oluruz.
Unutmayalım ne olur; asıl ölüm hayattan değil hakikatten kopmuş bir halde ‘ölmüş yüreklerle’ yaşadığını sanmaktır. Çünkü, en büyük yoldan çıkış hikayesinin aktörü olan İblis, kendi çözülüş silsilesini aynıyla insana yüklemek gayretindedir.
Ne diyordu Rabbimiz?
“Rahmân, iman edip iyilik, güzellik, doğruluk için çalışanların (amel-i salih işleyenlerin) etraflarında bir sevgi (vudd) halesi oluşturur.” (Meryem 90)
İşte buzları eriten, sert kayaları çatlatan, kapanmış kapıları aralayan, düşmanlıkları yok eden, gönüllere giren, yürekleri fetheden tek gerçek budur.
Olmuyor mu?
Teslimiyetimizi sorgulamak zorundayız!
Neden mi?
Çünkü, sevginin kökü her ormanı yeşertir.
Merhametin dili her düşmanlığı yok eder.
Sevgi her buzu eritir.
Merhamet her katıyı yumuşatır.
Bunlar içimize yerleştirilen “tevhid” çipinde saklı…
Yanisi, her şey sende bitiyor kardeşim…
Cennet de sen…
Cehennem de sen…
Kağıt da sen.
Kalem de sen…
Seç hangisini istersen!