HANGİ AKIL ?

HANGİ AKIL ?

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki, her gün bir avcı edasıyla üstelik saatler harcayarak yalancıları, sahtekarları, dolandırıcıları, ahlaksızları, yozları, yobazları, menfaatçileri, ikiyüzlüleri ve günün ihtiyacı olan bütün kötüleri bulup yakalıyor, yargılayıp teşhir ediyor, aşağılıyor, lanetliyor, linç ediyoruz.

Bir fetret olmasını umut ettiğim, bunu zaman zaman kavli dualarımda dillendirdiğim, fiili dualarımla da var gücümle temizlemek adına çabaladığım paslı bir iklimden geçiyor ömrümüz. Zira imanla inkarı, İslam’la küfrü, tevhidle şirki, hurafeyle dini, bidatle sünneti, yâkinle zannı, ilimle cehaleti, hakla batılı, gündüzle geceyi, ak ile karayı birbirine karıştıran bir zaman dilimi bu.

Kanımca bu yüzden de her vesileyle (hatta vesile yoksa üreterek) yormaya, kırmaya, incitmeye, yaralamaya fırsat kolluyoruz birbirimizi. Böylelikle de her insanı, fikri, tarafı, inancı ne olursa olsun bir araya getirmesi gereken “insanî ortak zemin” ayağımızın altından her geçen gün biraz daha (ama süratle) kayıyor ve maalesef hayatın hepimizi birbirimize karşı yumuşatması beklenen asgari müştereklerbirer birer siliniyor.

Herkes kendi içinde biriken öfkeye, nefrete, kötülüğe bir başkasını, başkalarını, ötekileri sebep kılarak meşruiyet kazandırma,vicdanını aklama uğraşında.

Göremiyoruz ama öfkeyle yaşamak, her güne nefretle uyanmak, içinde durmadan kötülük biriktirmek, kendini bir kez olsun hakkaniyet kantarına çıkarmamak, doğruyu kendi tekeline alıp kendisi gibi düşünmeyen herkesi batıl yolcusu ilan etmek herkesten önce kişinin kendi insanlığını çürütüyor ve yaşamı kendisi için günden güne ağırlaşan bir yüke dönüştürüyor.

Zira öfkelerimizin ateşli topları önce içimizde patlıyor; nefretlerimizin zehirli okları başkalarına ulaşmadan önce bizi zehirliyor; kötülükler, dışa vurduğumuzdan çok daha fazla içimizde kökleşiyor. İçimizde kök salmasına izin verdiğimiz bütün bu kötülüklerle hayatı ve onun bize sunduğu anlamıyavaş yavaş yok ediyoruz.

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki, her gün bir avcı edasıyla üstelik saatler harcayarak yalancıları, sahtekarları, dolandırıcıları, ahlaksızları, yozları, yobazları, menfaatçileri, ikiyüzlüleri ve günün ihtiyacı olan bütün kötüleri bulup yakalıyor, yargılayıp teşhir ediyor, aşağılıyor, lanetliyor, linç ediyoruz.

Ulaşmamız gereken her şey, bizden artık bir “tık” kadar uzakta çünkü.  Özellikle artık yaşantılarımızın vazgeçilmezi haline gelen sosyal medyada yarattığımız “klavye mücahitliğimiz” ile nefsimizi haklı çıkarmak adına anında bilgiye, ayete, hadise, ulaşıp tevil amaçlı mesajlar “çarpıştırıyoruz”.

Üstelik bunu yaparken herhangi bir anımızda yanılıyor, haksızlık ediyor, bir iftirayı büyütüyor olabileceğimiz ihtimalini hiç aklımıza getirmiyor; üstlenmekte olabileceğimiz vebali ise umursamıyoruz.

Herkesin kötüsü “bir başkası” olduğu için, olası bir kötüyü veya kötülüğü iyiye,iyiliğe çevirmek adına bir çabamız da olmuyor; herkes bütün mesaisini bir başkasının kötülüğünü yakalamaya harcadığı için iyiliği, güzelliği, inceliği yaymaya, yaşatmaya, güçlendirmeye, canlı tutmaya vakit de kalmıyor.

Zira sansasyonel haberler, her an güncellenen ateşli tartışmalar, gerçekliği şüpheli bilgilerle girilen sözel itiş kakışlar, merakımızı celbeden bir sürü lüzumsuzluk, iki dakika sonra unutacağımız hayati bilgiler, günlük hayatımızdan naklen yayınlar, özelimizin genele açılmasına dair dokunmatik faaliyetler, dijital çöplüğe yeni çöpler katmak için ortaya koyduğumuz çırpınışlarımızın çaldığı ortak bir senfoniye arkadaş, mahalle, çarşı, iş, okul, komşu ve evimiz de hiç bir şey yapmazlarsa alkışlarıyla eşlik ediyor ve bu gürültüde doğal olarak içimizin gündemi kaybolup gidiyor.

“İçimizin” bir gündemi olmadığı için de kabul edelim veya etmeyelim vakitlerimizi işgal eden saydığım bu meşguliyetlerin neredeyse tamamına yönelişimiz bir fikre, bir şuura dayanmıyor. Çünkü akıldan ziyade duygularımızla hareket ediyoruz. Zaman içinde bu duygudaşlık alışkanlık halini alıyor ve en sonunda da bu meşguliyetler (her ne ise) bağımlısı haline geliyoruz.

Aldığımız her nefesi, yaşadığımız her anı, geçirdiğimiz her dakikayı, uyandığımız her günü insan olmak yolunda sonsuz ihtimaller barındıran yeni bir imkân, kıymeti bilinmesi gereken bir nimet olarak görmek gerekirken artık bağımlı hale geldiğimiz bu meşguliyetlerle düşünmek istemiyoruz; zira hatalarımızdaki sorumluluk payımızla yüzleşmek ürkütüyor bizi. Tefekküre niyetimizin, muhasebeye çapımızın, mücadeleye gayretimizin olmamasının da; tefekküre, tenkide, ilme, hakikate tahammülsüzlüğümüzün de yegane sebebi bu!

Okumadığı için hiçbir konuda tam anlamıyla bilgisi olmayan; ama hemen her meselede zırvalayacak kadar malumatı bulunan insanlar olmak için de istiyoruz ki her şey “bir tık” uzağımızda olsun; yorulmadan, uğraşmadan, mücadele etmeden istediğimiz zaman uzanıp alalım. Başta artık göklere havale ettiğimiz adalet, bize bir yarar getirecekse sergilediğimiz merhamet olmak üzere; hayata dair sevgi, mutluluk, aşk, başarı, erdem, bilgelik, dostluk gibi uzatabileceğimiz boylu boyunca bir listede ‘elde etmek, ulaşmak adına’ ufacık bir çabamız yok; çünkü beklentimiz hep başkalarından yana.

Bütün bunların aslında kendi miktarınca birer servet olduğunu ve bu kazanç(lar)ın ancak uğraşıp didinerek, sabırla biriktirilerek elde edildiğini görmeye kimse yanaşmıyor artık; insanlığın tarih boyunca uzun, ince, meşakkatli ve yorucu bir yolda adım adım ilerleyerek varmayı umduğu menzillere; biz birkaç adımda erişelim istiyoruz.

Doyurulamayan bir acıkma hali, bir nevi heves obezliği içinde bunlara ulaşamayınca, ulaşmamıza engel olununca, isteklerimizin önüne geçilince muhatabımız kim olursa olsun ezip geçiyoruz.

Peki “neden” bu hale geldik?

Kabul etmeliyiz ki, eğitilmemiş nefis, “kirli” bir akılla çıkarlara yönelik düşünce üreterek vicdanı da buna uydurmayı başarır; her biri kul olmak,insan olmak adına sunulan tüm lütuflar hayır yerine şerde, iyilik yerine kötülükte, güzellik yerine çirkinlikte kullanılınca da kişi kendisini “kendi elleriyle” ateşe atar.

Bu nedenle satır aralarımda anmış olduğum kalbimizi istila eden değerler yaşam biçimimiz haline geldikçe inançlarıyla mutmain olmayıp çıkarlarının peşine düşen her belde ve neslin inananları gibi ne manevi dinamiklerimizi terk edebildik, ne de adanmış, iyilik ve güzellik için uğraşan, sevgi ve merhameti yaymak için yaşayan insanlar olabildik.

Nerde kaybettik?

Teknolojinin sınır tanımaz “yükselişi” ve önlenemez “tüketim maddesi” olarak kullanılmaya başlanması ile birlikte meydana gelen bir yarış ve koşturma bireylerin bilgiye çok kolay ulaşmasını sağlayacak imkânlar oluşturdu ve otuzbeş yaş üstü bireylerin tozlu kütüphane raflarında karıştırdıkları  kalın kitapların içinde aradığı bilgi “diploma mühründen kurtulup” serbest dolaşım hakkını elde etti.

Ancak geçmişte elde ettiği bilgiyle sevgiye, merhamete, adalete ulaşarak yaşadığı çevreyi gücü yettiğinde güzelleştirmeye çalışan insan türü için bu kolaylığın yaşam kalitesini daha çok artırması beklenirken tam tersi oldu.

Sosyo ekonomik bir ayrım olmadan hayatın her safhasında bilgiye ulaşan insanlık, şuuru boşaltılmış sürüler haline geldi ve artık her yeni başlayan günle kendilerini nereye götürdüğünü bilmedikleri bir zaman tüneline direnmeden ve zerrece sorgulama ihtiyacı hissetmeden, üstelik büyük bir heyecanla giriyorlar.

Düşünme ve hissetme melekelerini teslim etmekle başlayanbu yolculuk; dağınık ama birlikte olabilme özlemi ile dolu toplum kültürüne sahip olan insanı, yine birlik içinde ama bu kez “birbirinden ayrı” bir toplum kültürüne taşıdı. Ama bu taşınmanın farkında bile olmayan insan; eskiden ulaşamadığı ve “çok kıymetli” olan bilgi deryasının ortasında bugün bir başına, şuursuz, sorumsuz ve yazık ki savunmasız halde ordan oraya savruluyor.

Bu savrulmanın farkına zaman zaman da olsa varan insan yanımızın özlemini duyduğu, genlerindeki o ilkel ve en saf hali ile barış içinde birlikte yaşama tarihinin yeniden dirilmesi gerekiyor ama televizyon kanallarımızın “dizileri”,sosyal medya hesaplarımızın “femonenliği”, elimizdeki gazetelerin “manşetleri”, ana haber bültenlerimizin “son dakika haberlerinin” ortaya koymak için adeta yarıştıkları ve “zenginlik, şöhret, para, lüks arabalar, yatlar,katlar,villalar, doymaz bilmez entrikalar, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan ilişkilerden örülü” özendirici “lüks” yaşam algısı bu farkındalığı gizlemek için günün yirmi dört saati, yılın üç yüz altmış beş günü hiç durmadan çalışıyor.

İnsan ruhunun zayıflıklarından doğan merakları gidermek üzere denkleştirilen her türlü pornografik malzeme ile lüks yaşam alışkanlıklarının sonu gelmez reklamları içinde bizim baş ağrılarımızın, evlat endişelerimizin, geçim gailelerimizin, aşk yaralarımızın, kalp kırıklıklarımızın, heyecansız kalmalarımızın,toplumun içindeki manevi yangınlarımızın hiç yeri olmamasına rağmen toplumun ezici bir çoğunluğu efsunlanmış gibi gözlerinin önünden film şeridi gibi geçen bu hayatı çaresiz, etkisiz, kimliksiz izliyor.

Lütfedilen yaşama sımsıkı sarılmak; her anına en berrak dikkatlerimizle eğilmek, her ayrıntısının farkına varmak, her kıvrımını tanımak, sevmek yerine; hayatımızın kıyısından akıp geçen, bizde kalmayan, benliğimizde konaklamayan, bizim hiç olmayan bu illüzyonun, bu durduraksız, çılgın akıntının seyirciliğiyle harcıyoruz bütün zamanımızı.

Bundan olacak ki yaşadığımız çağın bütün insanlarının hikayesi neredeyse aynı artık.

Kendilerine ait bir izleri olmadan savıp gidiyorlar hayat sıralarını. Bu kapan; hayatı istatistiklere,rakamlara, ulaşılamayacak hayallere hapsederek yok ediyor çünkü. Bu yokluğun sunduğu manasızlık; bereketsiz ve anlamsız bir yığın koşturmacanın içinde ruhlarımızı nefessiz bırakıyor ve başta kendi benliğimiz olmak üzere gitgide yabancılaşıyoruz her şeye.

Bir kitapta kaybolmaya, sıcak bir muhabbete ve durup öylece güzel bir manzaraya dalmaya bu yüzden vakti yok artık kimsenin.

Kabul etsek de etmesek de anmaya çalıştığım bu zamanın kirini, karasını, zehrini hepimiz üstümüze başımıza bulaştırdık. Her geçen gün biraz daha kirleniyor, kararıyor, zehirleniyoruz ve herkesin bir ucundan çekiştirdiği gökkubemiz büyük bir çatırtıyla başımızdan aşağı düşmek üzere.

Peki çözüm ne?

Çözüme giden yol yine “aklımızdan” geçiyor aslında ama bu noktada cevaplanması gereken bir soru daha var!

Yeme, içme, barınma, üreme, korunma gibi dürtüler üzerinden maişetini dert edinen bir akıl mı veya varoluşun, hayatın ve insan olmanın sırlarını arayan, yaratılmışlığın idrakiyle Yaratıcısını tanımaya çalışan, ahiret gününe iman etmenin gereği olarak işinde, sözünde, düşüncelerinde ve hissiyatında sebep-sonuç ilişkilerini önemseyen bir akıl mı?

Zira bizi çözüme götürecek asıl soru bu! Hangi akıl?

Demek ki iki çeşit akıl var!

Bebek ve çocuklar başta olmak üzere hemen herkeste değişik yoğunluklarda var olan ve tek amacı açlığını gidermenin yolunu bulmak olan ilk akıl çeşidi sadece ‘başarı arzusuyla’hareket ettiği için nefsin hadsizleşeceğini hesaba katmıyor, çünkü odaklandığı yer sadece sonuç ve ihtiyacının giderilmesi. Yani bu akıl çeşidi sadece maişetinin derdinde ve elde etmek için kurallara bağımlı kalmıyor.

İkinci akıl çeşidi ise helalinden kazanarak doymanın ve rızkını başkalarıyla paylaşmanın yollarını arıyor. Zira sahip olduğu akıl yaşama temiz tutunmanın ve insan kalma mücadelesinin ancak helal lokma ile mümkün olabileceğini fısıldıyor. Bu tür bir akıl için rızkın nasıl kazanıldığı kadar nerede, kimlerle, nasıl harcandığı da çok önemli. Ayrıca bu akıl heva ve isteklerinin hadsizliğine karşı sürekli uyanık olduğu ve iyiyi, güzeli, doğruyu, hayır ve hakikati dert edinmiş durumda olduğu için ilk aklın tek hedefi olan başarı; hak, adalet, insaf, liyakat gibi değerlerden sonra geliyor.

Demek ki her türlü pislikten kurtulmak için akıl nimetinin tarif ettiğim ikinci şekliyle kullanılması esas; çünkü Yaratıcının da kelamında ısrarla bahsettiği akıl, mutlak hakikate sımsıkı tutunmanın ve Hakk’a bağlanmanın anahtarı. Ama aklın da başlı başına temizlenmesi gerekmekte.

Peki akıl nasıl temizlenir?

Vücud nasıl su ile zahiri bir temizliğe kavuşuyorsa akıl da ancak bilmek yani ilimle temizlenir. Burada ilmi hayata geçirecek irade devreye girer ve hayata geçen ilim sayesinde kudret nimeti nasip olur.Bu nimet de ancak ve ancak nefsini vicdanına talebe kılabilenlere sunulan bir nimettir. Zira ilme meyilli ve vicdana tabi olmayan nefis, aklı kirli bir düşünüşüzerine işletir ve vicdanı uykuda bırakır.

Öyle ya bakın dünyaya;

Bir tarafta birlik, bütünlük, barış, adalet, insanlık. Diğer tarafta parçalama, kan döküp fesat çıkarma, zulüm, savaş. Bir tarafta gerçeğin ta kendisi. Diğer tarafta gerçek dışı, yalan, dolan, sahte, kof bilgiler. Bir tarafta tevhid; birleme, birleştirme, bütün olma. Diğer tarafta ; şirk, parçalama, ayırma, bütünlüğü bozma ve böylece parçalayıp ayırdığına sahiplenerek bütüne ortak olmaya kalkışma.

Bu yol ayrımındaki tek işaret levhası olan aklın görevi ise; kıyamete kadar sürecek hak ile batıl savaşında sadece tarafını belirleyip pasif iyilikten aktif iyiliğe geçmek.

Aklını sevgi,iyilik ve merhamet için kullanabilenlere selam olsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir