HER İMKÂN İMTİHANDIR
Planlı programlı ciddi paralar dökerek “tek kültür”oluşturma sevdasıyla oyun kuranlar ve onların güdümündeki toplum mühendisleri(!); tepki çekecek bu değişimleri hissettirmeden, yavaş yavaş uygulamaya sokarak gelişmekte olan toplumları kendi istedikleri ölçülerde; sürekli tüketen, zevki için yaşayan, doyumsuz, ahlaki değerlerden yoksun hazza yönelik bir yaşama köle etmek için geceli gündüzlü uğraştılar ve yazık ki başardılar da.
Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda herkesin kafası önünde, elinde bir telefon. Yürürken bile önlerine değil, telefona bakarak yürüyorlar ve bu yüzden kaza geçiren insan sayısı az değil maalesef.
Eskiden insanlar mahcubiyetlerinden, utançlarından ya da hayâlarından bakarlardı önlerine. Şimdi ise internetten başka her şeye kör ve duyarsız bir insan kalabalığı var karşımızda.
Günümüzde adına “iletişim çağı” koyduğumuz bu zaman diliminde, anlamsızlaşan zaman ve uzaklıklarla küçük bir köy mesafesinde ki dünya artık yitip gitmiş durumda. Zira dünyanın öbür ucunda bulunan bir insanla anlık konuşmak, belge ve bilgi paylaşmak; oturduğu yerden tuşlar yardımıyla işini halletmek, ödemelerini ve yatırımlarını yönetebilmek çok basit bir hale geldi.
Aslında bir imkân olan ama artık bir imtihan vesilesi haline getirdiğimiz “internet” ve küçükten büyüğe, yaşlısından gencine, kadınından erkeğine artık” kölesi” olduğumuz “sosyal medya” konusunu konuşmak istedim.
Planlı, projeli ciddi kaynaklar harcanarak oluşturulan sosyal medya ortamlarının günümüz insanı ve onların hazinesi konumundaki gençlerin umutlarına ve geleceklerine dair ne tür tehdit ve tehlikeler barındırmakta olduğunu yazmadan önce bazı veriler paylaşmak istiyorum önce müsaadenizle.
Öncelikle bu platformların en çok kullanılanlarına baktığımız zaman ortak bir nokta dikkatimizi çekiyor. Hepsinin menşei Amerika ve kurucular ilk başlarda öğrenci veya alt sınıftan birileri.
Bu kuruluşların genel durumuna kısaca baktığımız zaman şu tabloyu görüyoruz.
Facebook: 2004 yılında Abd’de kurulmuş. Aylık aktif kullanıcı sayısı 2,2 milyar kişiyi aşmış durumda. Günde 700 milyon fotoğraf paylaşılıyor. 2017 rakamlarına göre yıllık geliri 4,27 milyar dolar.
Youtube: 2005 yılında yine Abd’de kurulmuş, günde 365 bin adet video yüklenmekte ve 7 milyar video izlenmekte. Aktif kullanıcı 1,8 milyar civarında. 2017 rakamlarına göre sadece reklam geliri 5,6 milyar dolar.
Twitter: 2006 yılında Abd’de kurulmuş, günde 1,72 milyon tweet atılıyor, 800 milyondan fazla kullanıcısı var, 2017 verilerine göre 2 milyar dolar yıllık geliri var.
İnstagram: 2010 yılında Abd’de kurulmuş, aylık kullanıcı sayısı 740 milyon, günde 173 milyon fotoğraf paylaşılıyor. 2012 yılında facebook tarafından 1 milyar dolara satın alınan firma, 2017 verilerine göre piyasa değeri 35 milyar dolar.
Bir de istatistiklere bakalım ki durum daha da netleşsin.
2018 yılının internet, sosyal medya ve mobil kullanıcı istatistiklerine göre yaklaşık 8 milyarlık dünyamızda 4,02 milyar internet kullanıcısı var ve dünya nüfusunun %53’übu imkandan faydalanıyor. Buna karşılık 3,19 milyar sosyal medya kullanıcısı var ve dünya nüfusunun %42’ si sosyal medyada.
81 milyon nüfusa sahip ülkemizde ise;
Nüfusun %67’sini oluşturan 54,3 milyon internet kullanıcısı var ve buna karşılık nüfusun %51’ini oluşturan 51 milyon aktif sosyal medya kullanıcısı mevcut. Ülkemizdeki yıllık dijital değişim istatistiklerine baktığımızda da yetişkin insanların %98’i cep telefonu kullanırken, bunların %77’si akıllı telefon kullanıyor. Masaüstü bilgisayar veya laptop kullananların oranı %48 iken, tablet kullananların oranı %25 civarında.
Resmi istatistiklere göre insanımız internette günde ortalama 7 saat geçiriyor ve bu zamanın günde ortalama 4 saat 48 dakikası sosyal medyada geçiyor.
Peki aslında saatlerimi alan ve rakamlara boğan bu araştırmayı neden yaptım?
Dünyanın oyun ve eğlencesinin arasına 1985’lerde eklenen internetin yarattığı bilgi kirliliğine, 2004 yılında kurulan Facebook’un da eklenmesiyle tam anlamıyla amansız bir uyuşturucu olarak hayatımıza bağlandı sosyal medya.
Gaz lambasından bilgisayar çağına geçişin çocuğu olarak anımsıyorum, başlarda her şey güzel gidiyordu. Zira internet aracılığıyla uzakta olan yakınlarımız ile kolay iletişim kurmamız, onları sesleri dışında görüntüleriyle görmemiz, hatta tüm aile bir aradaymış gibi hissetmemiz heyecan verici idi.
Zaman geçtikçe toplumdaki bu arz ve talep dengesini keşfeden sosyologlar(!), daha da ileri gidip yeni yeni özelliklerle bu işi daha cazip hale getirip kısa sürede (yukarıdaki verilerden de göreceğiniz üzere) internet ve sosyal medyayı hayatımıza enjekte ettiler.
Sekülerleşmemize (dünyevileşme) önemli (!) bir katkı sağlayan bu sihirli dünyaya adım attığımızda ilk başlarda farklı bölge ve ülkelerden gelen haberleri takip ediyor, bu sayede televizyona olan bağımlılığımızı azaltıyor; farklı mecralardan elde ettiğimiz bilgilerle de ufkumuzu genişletiyorduk.
İlerleyen zamanla birlikte “tebliğ aracı” olarak görmeye; ayet ve hadis eşliğinde paylaşımlar yapmaya İslami konularda araştırmalar yaparak bilgi dağarcığımıza yenilerini eklemeye başladık.
Sonra Ortadoğu’yu takip etmeye başladık; zira, ümmetin bir ferdi olarak kardeşlik bağlarına önem veriyorduk her birimiz.
Bunlara ek olarak yaptığımız araştırmalar, haber takibi ve yazışmalar da birbirini kovaladı…
İşte ne olduysa ondan sonra oldu.
Paylaşım yapayım, bir iki habere bakayım derken bir saat bilgisayar başında geçirilen zaman; iki, dört, altı derken farkında olmadan uzadıkça uzadı ve işin rengi değişti: bir nimet olan bu imkân, külfet ve imtihan olmaya başladı.
Bir sabah uyandık ve telefonumuzun messenger veya dm kısmında hiç tanımadığımız, bilmediğimiz, görmediğimiz bir kadın veya erkekten “merhaba” mesajı aldık. Merhabalar nasılsına, nasılsınlar nerdesine, nerdesinler evli misine dönmeye başladı ve artık birer sanal ilişki kurmaya başladık. Evimizde, işimizde, aşımızda kaybettiğimiz huzuru bu sanal “gizemli merhaba” larda aramaya başladık.
Bitti mi?
Yazık ki hayır!
Cazip gelen, nefsi okşayan ve gerçek kimliğimizi saklamamıza olanak veren sosyal medyada geçirilen uzun zamanlar; aile ve bireylerin konuşma, sohbet etme, birbirleri ile paylaşımlarda bulunma kültürlerini de yok etmeye başladı. Hal böyle olunca iletişim problemleri ortaya çıktı ve birbirlerini dinlemeyen, anlamayan bireylerden oluşan toplumda mutsuzluk da huzursuzluk da gün geçtikçe arttı.
Çok geçmeden kardeşlerimiz ile aramızdaki tek bağ sadece sosyal ağlar olmaya başladı. İnternette paylaştığımız acıları gerçek hayatta “hissedemez”; kardeşlerimizin dizlerinin dibine oturup, ellerimizi gözyaşlarına dokunduramaz; acıları paylaşalım derken, paylaştıklarımızı hissetmez olduk.
Hissizleştik…
Bu “hissizleşme” öyle bir hal aldı ki ne yazık ki; acıları yaşayan değil, paylaşan insanlar haline geldik. Paylaştıkça da hislerimiz “sosyal ağlarda” takılı kaldı…
Suçlu sosyal medya mıydı?
Tabi ki hayır!
Doğduğunda annesi, okula gittiğinde öğretmeni, askere gittiğinde komutanı, işe gittiğinde patronu tarafından “susturulan” insanlar, tüm birikmişliklerini ‘maskelerin ardında’ kusmaya, dışarı atmaya başladı.
“Din” adına, “Allah” adına, “Peygamber” adına yaptığımız sözüm ona tebliğler, savunma ve paylaşımlardan sonra klavye mücahitliğimiz öyle bir hal aldı ki; “kardeşim” dediğimiz, hiç görmediğimiz, konuşmadığımız, dokunmadığımız kişilere en acımasız ve en seviyesiz kelimelerle ‘yorumlar aracılığıyla’ saldırmaya başladık. En hararetli tartışmalara girerken yüz yüze gelsek sarf edemeyeceğimiz kelimeler çıktı klavyemizden!
Az buçuk görüp çok buçuk hükümler vermeye başladık böylece. Algı düzeyimiz de doğal olarak twitter’ın sunduğu ‘kelime hacmi aralığına’ kadar inmeye başladı.
Bir seher vakti veya gecenin bir yarısı başlayan merhabalarla eşini aldatan insanların sayısı çoğaldı ve bu durum aile kurumunun dibine dinamit döşedi, döşemeye de devam ediyor. Bugün birkaç aileyi kapsama alanına alan bu büyük yıkımlara karşılık toplum da kurumlar da yetkililer de çaresiz durumda ne yazık ki!
“Aldatmak isteyen sosyal medya olmadan da aldatabilir” diye düşünenler olacaktır. Evet, öyledir ama, sosyal medya insanların kimliklerini gizlemeleri için daha kolay bir mecra olduğu için, bu tip gayri ahlaki girişimler sosyal medyada çok daha fazla görülüyor.
Çocuklarındaki ani değişimleri, ahlaki dejenerasyonları sosyal medya bağımlılığına bağlayan aileler; akademik performanslarının düşmesi ve ders başarılarının aşağıya doğru bir ivme çizmesi ile panik halinde evde interneti iptal etme girişiminde bulunmaya başladılar. Ama artık içinde bulunduğumuz yüzyılda bu çok geçerli bir yöntem değildi maalesef ve aileler de yukarda saydığımı çaresizlik halkasına dahil oldu.
Ve öyle bir hal aldı ki…
“Bizi biz yapan” mahremiyet kelimesinin içi boşaldı!
“Yüzünde göz izi var sana kim baktı yarim” diyen bir kültürün hamurunda yetişen erkek kardeşlerimiz, aldığı edep ve terbiye ile eşine, çocuklarının annesine kendisi bakmaya kıyamazken, oda modaya(!) uydu ve beraber çektikleri resimleri internet ortamında milyonlarca insanla paylaşarak haz almaya, egosuna kölelik yapmaya başladı. Hanım kardeşlerimiz ‘paylaşım yapayım’ derken, hayatlarının en mahrem mekanı olan yatak odalarına kadar evlerinin içini sergilemekten çekinmez oldu.
Evet, en ince ayrıntısına kadar paylaşır olduk!
Yenilen yemekten, gezilen mekânlara kadar iğneden ipliğe her şeyi.
Eşler arası yaşanan muhabbet, “sevgi dolu hissediyor” durum güncellemesiyle ‘hissedilmek yerine paylaşılmak için’ vardı sanki.
“Namahreme görünürüm” diye pazarlara bile girmeyen, mecbur kalması halinde ise sesini kısarak konuşan, büyük ailelerde kayınpederiyle aynı sofrada oturmaktan haya eden kadınların yerine günlük yaşantısının neredeyse her anını kaydedip, sesli veya görüntülü olarak sitelerde paylaşan, aldığı beğeni ile nefsini ve egosunu tatmin eden hasta tipler türedi.
Haddimi aşıyor ve midesi bulanan aklıma sizi de şahit kılıyorsam bağışlayın ne olur!
Sadece merak ediyorum!
Eşinin, kızının veya ailesinden bir bayanın resmini sosyal medyada paylaşan birine sorsak ve desek ki, “ailenden birisinin resimlerini binlerce el ilanı şeklinde bastırıp sokaklarda dağıtır mısın?” diye ne cevap alırız sizce? Ya da bir tık ileri gidip “muhabbet ettiğin bir erkeğin cüzdanından veya cebinden kızının resmi çıksa ne düşünürsün?” desek?
Peki ‘acıtan’ bu örnekleri kabul etmeyen, tepki gösterenbizler nasıl oluyor da eşimiz, kızımız, aile efradımızın resimlerini paylaşıp teşhir ediyoruz? Bunun az evvelki suallerden farkı ne?
Müslümanın gerçek hayatı veya sanal hayatı arasında nasıl bir fark olabilir? Ya da haram ve helal ölçüleri her yerde aynı değil midir? Günlük hayatta “haram”, ”yasak” diyerek içimize sindirmediğimiz şey, internet ortamında “mübah” hale gelir mi?
Kabul edelim artık!
Modernizm, nasıl ki tesettürü gerçek manasından uzaklaştırarak onu uyulması gereken bir farziyetten çıkartıp bir moda ve rant haline getirip “örtülü çıplaklar” üretmeyi başardıysa ki, tesettür defileleri, tesettür moda dergileri ve “tesettürlüye özel” lüks mekânlar elbetteki tek başına bir şey ifade etmeyecek, bu faaliyetlerin başkalarına gösterildiği hava atıldığı sanal platformlar bir taraftan bu dünyanın reklamını yaparken diğer taraftan bir sektör oluşmasına zemin hazırlayacaktı; aynı zamanda da “egomuzu”, “beğenilme arzumuzu” hedef alarak kendimizi teşhir etmemiz için uygun ortamların temelini attı. Şimdi anlaşıldı mı yukarda sözünü ettiğim milyar dolarlar neden harcandı?
Ama bu madalyonun birinci yüzüydü.
Bir de “gizli ajandası” var bu işin ki, can alıcı kısım orda maalesef.
Planlı programlı ciddi paralar dökerek “tek kültür” oluşturma sevdasıyla oyun kuranlar ve onların güdümündeki toplum mühendisleri(!); tepki çekecek bu değişimleri hissettirmeden, yavaş yavaş uygulamaya sokarak gelişmekte olan toplumları kendi istedikleri ölçülerde; sürekli tüketen, zevki için yaşayan, doyumsuz, ahlaki değerlerden yoksun hazza yönelik bir yaşama köle etmek için geceli gündüzlü uğraştılar ve yazık ki başardılar da.
Bugün sabah oturduğu bilgisayarın başından sadece yemek ve asli ihtiyaçlarını karşılamak için kalkan bir nesil var ve bilgisayarı onlar değil, bilgisayar onları kullanıyor.
Evet artık bugün, içinde yaşadığımız dünyanın gündeminden anında haberdar oluyoruz; çünkü akıllı telefonlarımız düzenli bilgi akışı sağlıyor. Bizi ilgilendiren, kısmen ilgilendiren yahut asla ilgilendirmeyecek olan binlerce şeyin bilgisi ceplerimizde artık.
Eskiden ansiklopediler başında saatlerimizi harcadığımız bilgiye ulaşma merakı kayboldu artık bugün. Ama gün içinde maruz kaldığımız lüzumsuz bilgiler kalbimizle aramıza yüksek bir duvar ördü maalesef. O duvarın arkasına geçip kalbine ulaşmak, ona lazım olanın bilgisini bulmak ve bu sayede de “içine hicret” etmek her baba yiğidin harcı değil. Kalplerimizle aramıza örülen sözüm ona bu bilgi duvarıyla da yazık ki içimizdeki dünyanın gündemi kaybolmaya başladı.
Yanisi başardılar!
Günün 24 saati, yılın 365 günü ortaya koydukları vardiyalı çaba ile her geçen gün “teknoloji” adı altında sundukları yenilikleriyle (!) sahip olduğumuz insanî değerler erozyona uğramaya yüz tuttu, sınırsız bir dünyevileşme (günümüz deyimiyle sekülerizm) tüm benliğimizi esir aldı; bireysellik, bencillik, çıkarcılık, çekememezlik ve tahammülsüzlük gibi olumsuz değerler ilişkilerimizde en ön sıradaki yerini almakta gecikmedi; bütün bu beşeri zaaflar da toplumumuzda mutsuz, umutsuz, olumlu düşünemeyen ve paylaşamayan kişilerin sayısını artırarak hedefine ulaştı.
İşin içine bir de inandığı dine dünya çıkarları uğruna yalan söyletmek de eklenince tablo tam bir bulaşıcı veba halini aldı ve bu veba hızla “idrak yolları enfeksiyonu” ile yayılıyor.
Kimsenin bir reçete yazamadığı bu enfeksiyon ile insanlar ilkin kültürlerinden koparılarak inançlarına yabancı bırakıldı.
Amaç belliydi! Niteliksiz bir eğitimden geçmiş, düşünmesi ve aklını kullanma şansı elinden alınmış, özgüvensiz milyonlarca genç nüfus.
Tüketici olarak kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu bir millet! Ürettiği hiçbir şeyle tanınmayan, saygı duyulmayan bir kültür.
Ötesi yok!
Bugün müslüman ülkelere yapılan her saldırıda, altına imza atılan her anlaşmada, piyasaya çıkarılan her filmde, çok satan her kitapta asıl amaç bu. “Bağımlı” ülkelerin ortaya çıkmasını sağlayarak onların olmadığı bir yaşamı cehenneme çevirmek.
Dünyaya nerdeyse bin yıl hükmetmiş; geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa yürümesi gereken biz müslümanlar işte bu sayede kendi inancımıza, dinimize yalan söyleterek; geçmişimize, maneviyatımıza, sahip olduğumuz zenginliklerimize sırtımızı dönerek karanlığa gömülmek için can atar hale geldik.
Önünüze koymaya çalıştığım parçaları birleştirin ve resmi görün artık ne olur!
Suçlu kim, biz mi, onlar mı?”
Peki “iyi” ler yok mu?
Tabi ki var ama -hep olduğu gibi- ‘azlar’ ve anlaşılamayan bir sebeple ‘pasif iyi’ olarak kalmayı tercih ettikleri için doğrularda kalabalıklaşmak mümkün olmuyor!
Unutmayalım ki, “Binlerce takipçimiz veya beğenilerimiz olsa da; bizi asıl takip eden, her anımıza şahitlik edip kaydeden iki görevlinin varlığına iman etmiş insanlar olarak; günü geldiği, bu şahitlerin yazdıklarını “oku” dendiği zaman halimiz ne olacak?