HORTLAYAN HAÇLI RUHU

HORTLAYAN HAÇLI RUHU

“Topraklarınızda huzur içinde yaşayabilirsiniz, size zarar gelmeyecek. Boğaz’ın doğu yakasında. Ama Boğaz’ın batı yakasında bir yerde yaşamayı denerseniz, Avrupa’ya gelirseniz sizi öldüreceğiz. Konstantinopolis’e gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak.”

Yukardaki sözler hepimizin yüreğini acıtan Yeni Zellanda’daki Camii saldırısını gerçekleştiren caninin manifestosunun Türkiye ile ilgili bölümünden alıntı.

“Hepimiz” kelimesini kullandım ama “aaa sadece üç tane Türk varmış oh be” diyen idrak ve basiret yetimlerini “biz”kelimesinin içinde saymadım. Aynı çağın göğsünden süt emdiği halde dindaşını ötekileştiren bir zihniyetten “biz”kavramı meydana gelmez çünkü.

Olayın hemen akabinde gerek Batı Dünyası’ndan gerek bizden yetkili ağızlar ardı ardına demeçler vererek olayı lanetledi. Duygusallıktan öteye geçemeyen Batı demeçleri zaten alışageldiğimiz timsah gözyaşları ama bizdeki demeçler düşündürücü boyutta maalesef. Zira hemen girişte zikrettiğim manifestonun bizi ilgilendiren kısmındaki mesaj gayet açık ve net.

Meydana gelen bu vahşetin logaritmasını ise batılı kaynakların makale ve tespitlerinde açıkça okuyabiliyorsunuz. Bu kısma kısaca da olsa değinip bizi ilgilendiren asıl boyutuyla sizleri tefekkür sofrasına davet etmek istiyorum;

Gerek bu vahşeti ve gerekse de şu ana kadar meydana gelen benzeri olayları alt alta topladığınızda olayın işleniş şekli, arkasında yatan ideolojik örgü, takdim edilme şekli, umut ettikleri sonuçlar açısından baktığınızda bunun bir kişinin tek başına oturup yapacağı bir eylem olmadığını; manifestoda geçen ve “tapınak şövalyesi” olarak bilinen bir Hristiyan tarikatı tarafından desteklendiğini zaten anlıyorsunuz. Anlayacağınız bitmek tükenmek bilmeyen “haçlı” ruhunun hortlamış hali.

Bu noktada dikkat çeken husus bu iklimin oluşmasına makaleleriyle, köşe yazılarıyla, tv programlarıyla, sosyal medya hesaplarıyla; hatta üç dört tık ileri gidip kurdukları ve besledikleri örgütleriyle destek veren batının son dönemde artık zıvanadan çıkan ırkçı, göçmen karşıtı, nefret söylemleri.

Verilen mesaj belli;

“Göçmenler akın akın gelerek medeniyetimizi ele geçirecek”.

Duygusal söylemden öteye geçmeyen demeçler bile bu vb olayların meşrulaştırılmasına zemin hazırlamasına yetiyor da artıyor. Batı demeçlerinin herhangi birinde yapılan bu katliamın zihniyetine dair tek satır okuyabilen oldu mu; sanmıyorum!

Şimdi bu acı olayı tersinden okuyalım;

Bir Müslüman grup iki kiliseye eş zamanlı saldırıyor, kırk dokuz kişiyi katlediyor ve onlarca kişi de ağır yaralı halde hastanelere kaldırılıyor. Avrupa’da yer yerinden oynardı değil mi?

Yaratılmak istenen İslam fobinin değirmenine su taşıyacak böylesi bir olayın başrolünde kim var; yine Müslüman. Yeniden sorgulanacak inanç sistemi, ait olduğu kültür, sosyolojik atıflar tv ve gazetelerin manşetlerini süslüyor olacaktı.

Peki kendi inançlarından biri yapsa bunu, Yahudi veya Hıristiyan kimliği ön plana çıkıyor mu? Tabi ki hayır.

Yani doğrudan bir savaşla değil dolaylı bir savaşla karşı karşıyayız. Doğrudan değil ama dolaylı olarak İslâm’a ve tabi ki müslümanlara saldırıyorlar. Böylelikle hem hedef saptırıyor, hem de hedeflerine daha kolay ulaşma imkânlarına kavuşuyorlar. Adına ayartıcı bir şekilde “terörizmle savaş” diyorlar bu postmodern savaşın, ama terörizmle değil  İslâm’la savaşıyorlar.

İslâm’ı canavarlıkla özdeşleştiriyor, bunun için de önce terör örgütlerini kendileri icat ediyor, bu örgütleri ayartıcı bir şekilde vahşice kullanıyorlar. Sonra da bütün İslâmî oluşumları, cemaatleri, hareketleri ve müslümanların yaşadığı ülkeleri terörize ediyor ve vuruyorlar teker teker…

Kısacası küresel sistemin terörle, terörizmle savaşmak gibi bir derdi yok.

Küresel sistemin tek sorunu var:

“Her şeye rağmen küresel sisteme boyun eğmemekte direnen müslüman toplumları cezalandırmak; daha önemlisi de müslüman toplumlara direniş ve diriliş ruhu veren İslâm’ı sözüm ona dize getirmek, fosilleştirmek, dönüştürerek ruhunu çalmak, böylelikle protestanlaştırılmış, hayattan uzaklaştırılmış, direniş ve diriliş ruhu yok edilmiş sahte bir din icat etmek!

Önce bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirdiler; dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ettiler, bütün medeniyetlerine, dinlerine saldırdılar. Şimdi de bütün dünyayı medyaları vasıtasıyla zihnen sömürgeleştiriyor ve köleleştiriyorlar.

Hedefte İslâm’ın dize getirilmesi var. O yüzden bütün savaşlarını İslâm dünyası üzerinde sürdürüyorlar.

Batıdaki zihniyetin hazin tablosu bu.

Bir de bize bakalım şimdi;

Israrla dile getirilen ve benim de yukarda kısaca anmaya çalıştığım İslam Fobi konusu bence asıl karın ağrımız. Zira adamlar niyetlerini de söylemlerini de eylemlerini de gözümüzün içine baka baka söylüyor ve yapıyorlar.

ABD’li general Wesley Clark’ın: “DAEŞ’i biz kurduk”demecini anımsayın, ne demek istediğimi daha net anlarsınız.

Evet, onların  şeytana bile dudak ısırtan zekasını zaten biliyoruz ama; bu örgüte ısrarla “şehit (!)” olma hevesiyle yapılan ülkemizin ve dünyanın her yerinden katılımları, insanların dini duygularını sömürerek bu vb örgütlere eleman kazandıran oluşumları, asıl imtihanın “yaşatmak” olduğunu haykıran İslam ile terörü eşdeğer hale getirme çabalarına karşılık sus pus olan ve sayısı resmi rakamlarla yüz binleri bulan; bütçeleriyle Karun’a rahmet okutan ve tek dertleri kendilerine taraftar kazandırma olan örgütlenmeleri; nemli olan tarlalarımızda atılan şeytani tohumların anında yeşererek fitne ve fesad ağaçlarına dönüşen ahvalimizi anlatamıyoruz!

Bu noktada sormak lazım!

İslam korkusu yaratmak amacıyla mezhep farklılığı adı altında “harici” bir örgütü besleyip “İşte İslam budur ve terör dinidir” fikrini dünyaya lanse etmek ve halen bu tezgâhı mazlum insanların sırtından sürdürmek şöyle dursun, her gün bu örgüte dünyanın her yerinden cihad fikri ile cennet beklentisi ile katılan binlerce insan nereden geliyor?

Evet, başlarındaki adam(lar) dış güçlerin ve İslam düşmanlarının ajanı. Peki, emrinde kan dondurucu zulümler işleyen ve masum insanları katleden militanlar nereden geldi?

Kosova’dan, Çeçenistan’dan, Türkiye’den, Amerika’dan, İngiltere’den nasıl bu kadar vahşi Müslüman çıkabiliyor? Neden Müslümanlar kendilerini kullanmak isteyen güçlerin elinde oyuncak olup, onların emirlerine asker oluyor?

Bence bugün asıl sorulması ve asıl düşünülmesi gereken budur!

Adamlar zaten İslam düşmanı!

Üzerindeki yorganı sıyırıp günün ilk ışıklarında nefsine darbe vuramayan ama gece gündüz “kağıtlara simit çizip martı doyuracağını” sanarak “İslam devleti” rüyasıyla yaşayanların su taşıdığı bir değirmen yok mu ortada?

Kabul etmeliyiz ki, Müslümanların düşünce biçimi, içinde bulundukları hal ve davranış, sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyor; İslam’ın yanlış anlaşılmasına, mesajının örtülmesine, hatta zanlara mahkûm edilmesine neden oluyor. Bunun canlı pek çok örneğini hem kendi ülkemizde hem de Müslümanların yoğunlukta olduğu diğer coğrafyalarda apaçık bir şekilde yaşayıp görüyoruz.

Peki sorun nerde?

Asıl adı “barış” olan, adalet üzerine bina edilen ve iki cihanda huzuru vaad eden bir dinin müntesipleri neden çölde suya duyulan hasret gibi barışa,huzura ve adalete hasret durumda?

İslam tarihi objektif bir gözle irdelendiğinde Hz Osman (r.a) ile kırılmanın başladığı, Hz Ali’nin şehadetiyle bu kırılmanın derin çatlaklara dönüştüğü ve Kerbela gibi yüzyıllardır kanayan yara ile Emevi Saltanatı’nın zirve yaptığı zihniyetin tezahürleri gözünüze çarpıyor.

Bu sancılı süreçte de itiraz dini olan İslam itaat dinine dönüştürüldü. Başkaldırı ile doğan İslam kadercilik bağıyla pespaye bir boyun eğişin ideolojisi yapıldı. Zulme ve zalime kıyam unutuldu. Her çeşit hak arayışı fitne etiketiyle damgalandı. Ölümler, sürgünler, cinayetler ilahi takdir” adı altında aklanıldı. Aklı önceleyen bir din nakil dinine dönüştürüldü. Yoksulu önceleyen din anlayışı zengini öne alır hale geldi. Kadını önceleyen din erkeğin lehine yorumlanarak erkek egemen bir hale getirildi. Tarihsel serencamı okuyan ve bilenler ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaktır.

Peki çözüm ne?

Ceberrut değil güler yüzlü, ötekileştirmeden birleştiren ve kucaklayan, servet ve zenginliği değil emek ve çabayı önceleyen, egemenlerin dudaklarına değil ezilenlerin gözlerine bakılarak adaletin tesis edildiği, baskıcı değil özgürlükçü, cehennem korkusu üzerine değil cennet müjdesi üzerine bina edilen, inandıklarını akıl süzgecinden geçiren, adını ibadet koyduğu ritüellerle değil ahlaki ilkeleriyle tanınan ve tanıtılan, dini bir yaşam biçimi olarak görüp vicdanlara emanet eden, adalet ve barışı her şeyin üstünde tutan gerçek İslam anlayışını tesis etmek.

Özetle, müslümanların iki asırdır karşı karşıya kaldıkları en temel iki yakıcı mesele var:

Teslimiyet ve Temsiliyet.

Herkes bu iki sorun üzerinde kafa patlatmak zorunda.  

Çünkü İslâm dünyasında iki asırdır, özellikle İngilizlerin sinsi ve yoğun çalışmalarıyla, biri hâricī mantığına dayalı, diğeri protestanlaştırılmış bir din algısını eksene alan başlıca iki paralel din icat etme savaşı var.

İslâm’a hakkıyla teslim olamadığımız, aksine piyasaya kilitlendiğimiz için, İslâm’ı hakkıyla temsil edemiyor, meselelerimizi konuşabileceğimiz ve hâl yoluna koyabileceğimiz müşterek kurumlar, organlar geliştiremiyoruz.  

Çaplı insan yetiştirmeye, insan yetiştirebilmek için de güçlü, köklü, ufuk açıcı eğitim modelleri inşa etmeye ve toplumun İslâmî zihne, zemine ve zamana kavuşması için gecelerimizi gündüz ederek canla başla çalışmaya ihtiyacımız var.

Özellikle İslam coğrafyalarında yaşayan insanlar, yaşadıkları ülkelerin gerçek anlamda bağımsız olmadığını, Batılıların zihnen, kültürel ve ontolojik olarak kölesi olduğu yakıcı ve yıkıcı gerçeğini göremezler ve ıskalarlarsa, bu çok yönlü köleleşmeden nasıl kurtulabilecekleri meselesi üzerinde derinlemesine kafa patlatmazlarsa, karşı karşıya kaldıkları hiçbir köklü sorunu kalıcı olarak çözemeyeceklerini çok iyi bilmeliler.

İşte tam da bu noktada bilirim ki;

Manifestonun Türkiye’ye yönelik söylemleri tesadüfi değil.Türkiye son kaledir. Mazlumların umududur. Dünyanın ruhu, emperyalistlerin kâbusudur. Türkiye düşerse, mazlumların umutları suya düşer. O yüzden Türkiye’den yana olmak, mazlumlardan, umuttan yana olmaktır. Türkiye’nin karşısında olmak, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmektir.

Bu yüzden de ne yapıp edip, bu ülkeyi herkes ve her kesim için güven adası yapmak boynumuzun borcu. Ülke içinde birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak ve pekiştirmek, farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmak zorundayız.

Hepimiz ağır bir imtihandan geçiyoruz:

Dünyaya söylenecek, dünyanın ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettiği bir söz var. O sözü söyleyecek biziz ama biz yokuz. Yokuz; çünkü biz, biz’de değiliz; iz’imizi yitirdik.  İz’imizi yitirdiğimiz için de biz’e ulaşamıyoruz… İz’e ulaşabildiğimiz zaman, biz’e ulaşabiliriz.  Biz, iz’de gizli; iz de biz’de çünkü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir