İLKİN VİCDANINIZI BULUN!

İLKİN VİCDANINIZI BULUN!

“Hani Rabb’in Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 172).

İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim” (elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur!

Ancak bu anlayış, İslam’ın ortaya koyduğu dinamiksel yaşam tarzına ters bir anlayıştır.

Zira ayette görüldüğü gibi ne “ruhlar alemi” (ervâh-ı âlem), ne de “değil miyimdiye sorulan meclis (bezm-i elest) diye bir tabir geçmemektedir.

Peki Kitabullah burada ne anlatıyor?

Bu, oldukça önemli. Zira diğer ayet ve sürelerde sık sık bu ayetteki diyaloğa göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kitabullah’ın dünyasında “kendi nefsine zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde de hep bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (Nisa, 105).

Burada ister istemez insanlar şöyle soruyor;

“Ruhlar aleminde verdiğim söz mü, ben ne zaman söz verdim ki?”

Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?

Hatırlayamazsınız.

Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest diye bir şeyden bahsedilmiyor.

Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat” oluşturduğunu zanneden anlayış, burada da doğrudan doğruya hayatın içindeki somut insanın her gün her saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve bu ayeti ruhlar, periler dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü yazık ki görüyoruz.

Öyle görünüyor ki ayet “varlığın diliyle konuşan Kur’an” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir.

Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden,zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru sorulmakta ve cevapları –yaratan kendisi olduğu için– onlar adına yine Allah tarafından verilmektedir.

“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 11) ayetindeki gibi.

Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.

Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;

“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır? Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”

Kur’an bunun çarpıcı örnekleriyle doludur.

Özellikle Mekke’de inen ayet ve surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek yani “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren bu ayetler hayatı varlığın diliyle tanımlayarak anlatılan meramın kolaylaştırılmasını sağlar.

Mesela Zilzal suresinde yeryüzü konuşturulur;

“Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman, Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman. İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman. İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi. Çünkü Rabb’in ona vahyetmiştir.O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal;1-6).

Dikkat edilirse bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.

İlahi kodlama böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu, onları bizzat içinde taşıyan insanoğluna göstermek istemektedir ki insan yarın kıyamet gününde “bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin.

Demek ki her insan yaratılıştan var olan fıtrat, vicdan ve sağduyu ile Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin.

Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. Çünkü insanoğlu bu sayede içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.

Türkçe’ de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.

İlahi kodlama insanoğlunun bundan şaşmaması, bu sese sık sık dönmesine işaret etmektedir. Çünkü bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir.

Yine Türkçe’ deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” deyimleri de “bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.

Öyleyse diyebiliriz ki; yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”; iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”, burada, Allah’ın, birbirinin zürriyetinden doğup gelen Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu şey” demek oluyor.

Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de buna atıfta bulunuluyor.

Bu anlayışa şöyle de bakabilmek mümkündür;

Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, sezme, duygulanma gibi anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeli; onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.

Şu hâlde zihnimize ve yüreğimize soracağımız olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “evet, O var” diyen ışıltı “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Çünkü vicdanın kelime manası “bulma yeri”, vecd de “buluş” demektir.

Peki neyi buluyoruz?

İçimizde bir fıtrat, vicdan ve sağ bir duyunun, yanının olduğunu!

Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından birtakım sesler duyar. İşte o ses arz ettiğim ve gâlu beladediğimiz sestir ve bu ses “Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen sestir!

Bu ses kelimelere dökülmemiş ama iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin, adaletin, fıtratın, vicdanın ve diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.

Allah, insana işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor. Müslüman ise işte bu sesi duyan, ona kulak veren ve bu sesin işaret ettiği koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti, amasız adaleti yaşadığı çağın göğsüne ilmek ilmek nakşeden kişi oluyor. Demek ki vicdan dediğimiz şey Rabbin nefesinin yani sevginin, merhametin ve adaletin sesi oluyor.

Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an ise bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor.

Demek ki “ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “galu beladan beri” cevabını değiştirmek gerekiyor.

Peki, ne diyeceğiz?

“Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri; yani ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım!”

Bu yüzden makale ve eserlerimde ısrarla hep haykırıyorum;

Şahsi çıkarlarınız kalbinizdeki Allah korkusu (O’nun sevgisi ve rahmetini kaybetme korkusu), hesap endişesi ve vicdanınızın önüne geçmişse kalbinizdeki hükümdarın adı Allah değil şeytan olmuştur.

Peki vicdan nasıl kirleniyor ve biz “o sesi” ya içimizin derinliklerinde kaybediyoruz ya da duymaz hale geliyoruz?

Farkında olsak da olmasak da Kitabullah’ın Lat diye andığı “gücühepimiz derinden arzuluyoruz. Ona kavuşunca da bağımlı ve esir hale geliyoruz. Bu yüzden de hayatımızı ve ilişkilerimizi inanç, ilke ve değerler değil; güç ilişkileri, güç korkusu ve güç arzusu şekillendiriyor.

Bu yüzden değil midir ki; gönül coğrafyamızdaki vicdan toprağımızın sevgi yağmurları ve merhamet güneşi ile koşulsuz tüm yaratılan için bu dünyadaki cenneti inşa etmesini tüm zerrelerimizle arzulasak da;

Ekseriyetle kudreti aradığımız, dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi, güce ve güçlüye olan meylimiz; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz ve en acısı da taklidi bir maneviyata sahip olmamız nedeniyle, şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanlarının değirmenine su taşıyoruz.

Oysa ki niyet okumaya ayırdığımız enerjiyi anlamaya, yorum yapmaya harcadığımız zamanı okumaya, slogan atmaya kullandığımız motivasyonu üretmeye çalışsak yani içimizdeki “o sese kulak versek” emin olun ki başta kendi aile efradımız olmak üzere ilkin mahallemiz, sonra köyümüz, ilçemiz, ilimiz ve akabinde ise ülkemiz ve dünya cennete dönecek.

Zira inanın ki bütün mesele, içimizdeki o sese kulak kabartıp”; şartlar ne olursa olsun dürüst, temiz, pırlanta gibi bir hayat yaşamak; bugün acaba kime iyilik yapabilirim, kimin içinde bir ümit ışığı, bir güzellik uyandırabilirim; kimin derdini, sıkıntısını paylaşabilirim, kimin yüzünü güldürebilirim düşüncesi içinde olabilmektir.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir