İNANÇLARININ KÖZÜNE
DAVRANIŞLARIYLA ÜFLEMEK
Öte dünyasız bir konforun kucağına düşenler yeryüzü cennetinin peşinde “peşin” olanı arıyorlar artık. Salt nefis penceresinden seslenen ve yaşam ufku sadece bu dünya ile sınırlı; hesapçı, hazırcı, hazcı, şimdici, dünyacı insanların gündemine ulvi hedefleri, rabbani davaları, koyabilmek gerçekten çok zor…
İki derviş, yolculukları sırasında bir dere kenarına varmışlar. Genç bir kadın dere kenarında karşıya nasıl geçeceğini bilemez halde ağlamaktaymış. Dervişlerden biri, genç kadını kucaklayıp suyun öteki tarafına bırakmış. Öteki derviş, arkadaşının bu davranışını hiç hoş karşılamamış ancak sesini de çıkarmamış.
Dervişler dere kenarından epeyce uzaklaştıklarında, diğer derviş daha fazla dayanamamış ve arkadaşına hışımla dönmüş:
“Sen, böyle bir şeyi nasıl yaparsın? Biz dervişiz! Bırak bir kadını kucaklayıp karşıya geçirmeyi, onlara bakmamız bile yasaktır! Seni baştan çıkarabilirdi.”
Öteki derviş oldukça sakin karşılık vermiş:
“Dostum ben o kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen ise hala onu taşıyorsun.”
Sevdiğim ibret dolu bu nüktenin halk dilindeki karşılığı;
“Dervişin fikri ne ise, zikri de odur.” şeklinde düşündüren bu nükteyi tefekkür edip meramımıza giriş yapalım.
Hani diyordu ya Alemlere rahmet olan;
“Dikkat edin! Vücutta öyle bir yer vardır ki o iyi olursa bütün vücut iyi, o çürük olursa bütün vücut çürük olur. Dikkat edin! O yer kalptir.”
Ve kalbi çürüyerek küçülenin olanın içinde doğruluğa yer yoktur!
Öyleyse bu nüktedeki dersi Hz. Peygamber (sav)’in hadisiyle mühürleyerek diyebiliriz ki, insan denen varlığın davranışlarının altında mutlaka bir niyet yatıyor ve bu niyetin hak ile batıl çizgisindeki varlığı da amele dönüştükçe, insan yolunu seçiyor.
Yani; iman amele dönüşünce anlam buluyor.
Nasıl?
Özellikle Hz. Osman (r.a) döneminden beri gündemdeki canlılığını hep koruyan “Mürcie itikadı” dediğimiz fikriyet hakim toplumumuzun genelinde;
“Ben iman edersem, La İlahe İllallah dersem kurtulur ve cennete girerim. Hatta öldürsem, çalsam, yalan söylesem, zina etsem, hepsini Allah affeder, yeter ki ona inanalım!”
Evet, dediğim gibi malesef genel inanç bu! Ama bakın Mülk Suresinin ikinci ayetinde Allah, “ahsenu iman” demiyor; “ahsenu amel” diyor;
“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de, hayatı da yaratan O’dur. Onun kudreti herşeye üstündür; O çok bağışlayıcıdır.”
Yani “La ilahe illallah” demekle bu iş bitmiyor demek ki!
Ayrıca devamı var Ankebut suresinin hemen girişinde.
Ne diyor Allah?
“İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiçbir imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar!”
Siz sadece “inandım ki Allah birdir ve Hz. Peygamber (sav) O’nun elçisidir” demekle; davranışlarınızdan test edilmeden, bırakılacağınızı, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
Hayır!
Demek ki sınanmadan cennet yok!
Öyleyse hep dediğim gibi “iman ettim” demek sadece bir iddiadır ve Rahman, insanı iddiasından vuran mahir bir ustadır.
Kelime-i şehadet getirdim! Namaz kılıyorum! Oruç tutuyorum! Malımın kırkta birini zekat veriyorum!
(Geçmiş yazılarımızda ısrarla”sadaka” cebindeki bozuk paradan kurtulmak değil; iman iddiasındaki birinin “sadakatinin” görüntüsüdür” demiştik.)
Ben kurtuldum! Hayır efendim.
Kelime-i Şehadet dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olunca iman dairesine giriyor; hep dediğim gibi bu daireye girmekle de Kur’an’i hükümler, Muhammedi hakikatlerin altına ıslak imzayla “ben bunları kabul ettim” diyorsun.
Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, gittiğin hacc ise senle Rabbin arasında. Bana yaptığın bu ritüellerin insanlara yansımasını göster.
Namaza, oruca, gusle, hacca gösterdiğin hassasiyeti sevgiye, şefkate, rahmete, merhamete ve en çok da adalete gösteremiyorsan din ayarlarını gözden geçir.
Zira hayat tarla ise kıldığın namaz, tuttuğun oruç, yaptığın gusül, gittiğin hacc, verdiğin zekat o tarladan sevgi, şefkat, rahmet, merhamet ve adaleti hasad etmen için sana verilmiş birer tohumdur.
Ektiğin tohum yeşermiyorsa eğer neyi hasad edecek;
Rabbin huzuruna hangi mahsulle çıkacaksın?
Demek ki insanı davranışları kurtaracaktır.
Oysa bakın halimize. Toplumun yediden yetmişe hemen her kesiminde geçmişe derin bir özlemle müthiş bir nostalji kırılması var.
Kimse dokunsanız “ah çocukluğum” diyor. Kimi dinleseniz “keşke”ler dudaklarından sökün ediyor. İşin aslına baktığınızda ise bu özlemin kaynağında “huzur” arayışını yakalıyorsunuz. Zira, en büyük sıkıntımız tıka basa doyan nefislere rağmen; aç olan ruhlarla yakalayamadığımız “huzur” kavramı. Evet, huzursusuz çünkü çocukluğumuzda tanıdığımız o güzel insanların buram buram huzur kokan davranışları yok artık. “Büyüklerin eline su dökerek”öğrendiğimiz abdestin yerini bugün digital kitaplar aldı. Aynı sofrada paylaşılan yemeklerin bereketine cizzburgerler, hamburgerler talip oldu. Yanisi dünyevileştik. Ahireti, hesap korkusunu atlayarak asıl amacın dünya olduğuna hükmettik. Allah’ın kendi ruhundan üflediği ruhumuzu benlikten sıyırma gayreti içinde çamurlaşarak gelip geçici olanı sonsuz olana tercih ettik. Allah’ın “benim mekanım” dediği kalpler kirlendi ama biz yine de “padişahın tertemiz saraya gelip oturmayacağını bildiğimiz halde” orayı temizlemek yerine parmaklarımızla hep başkalarını işaret ettik. Kinin, nefretin, buğzun, öfkenin, hırsın, dünya sevgisinin esir aldığı kalplerimizde Allah’ın varolduğunu zannettik. Üstelik O’nun kalplerimizde yerleşmesinin sevgi, şefkat, rahmet, adalet ile mümkün olduğunu bildiğimiz halde.
Kim bana ne derse desin bugün Müslümanlık iddiasındaki her birey için “asıl tehlike” dünyevileşmektir. Çünkü insan dünyevileştikçe kirlendi. Sahip oldukça böbürlendi, böbürlendikçe yeryüzü ilahlarına bağımlılığı arttı. Takva penceresini kapatıp nefis penceresinden konuşmaya başladı.
Öte dünyasız bir konforun kucağına düşenler yeryüzü cennetinin peşinde “peşin” olanı arıyorlar artık. Salt nefis penceresinden seslenen ve yaşam ufku sadece bu dünya ile sınırlı; hesapçı, hazırcı, hazcı, şimdici, dünyacı insanların gündemine ulvi hedefleri, rabbani davaları, koyabilmek gerçekten çok zor…
Ama ne diyordu Rahman;
‘’İnsan için ancak çalıştığı vardır.’’(Necm 39)
Dikkat edin “Müslüman” için demiyor ayet, “insan için”diyor. Öyleyse yol haritamız olan bu ayete istinaden yapmamız gereken tek şey gayret etmek. Gelişmek için, güçlenmek için, daha aydınlık bir yarın için, Rabbin rızasına mazhar olmak için, güzel bir geleceğe yürümek için, dünyamızı değiştirmeden dünyayı değiştirmek için, O’nun istediği cenneti bu dünyada inşa edebilmek için, O’nun emaneti olan insana sahip çıkabilmek için, herkesi dil, din, ırk, renk, mezhep ayrımı yapmadan ve ötekileştirmeden kucaklamak için gayret… Emin olun ki, bugünkü ahvalimizin yegane sebebi bu ve daha bir çoğunu sayacağımız konulardaki gayretsizliğimiz.
Tabi ilk satırlarda arz ettiğim nükteden yola çıkarak “niyetlerimizi düzelterek”. Niyet düzgün değilse, yakasız gömlek giymek, sakal bırakmak, tesbih çekmekle takva ehli olunmaz; gayret de saman alevi gibi söner gider. Hz. İsa (as)’nın çağlar ötesinden gelip kıyamete değin sürecek muhteşem ikazını anımsayalım:
‘Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür.’ Siz hem Allah’a hem de paraya, makama, şana, şöhrete kulluk edemezsiniz! Ukbaya talipseniz Allah’a kul olacak, dünyaya talipseniz diğerlerine kul olacaksınız.
Öyleyse Asra yemin edenin rızası uğruna; Hz. Peygamber(sav)’in getirdiği dini kendi çağımıza, mekânımıza ve zamanımıza taşımak, yaşamak ve yaşatmakla mükellefiz. O’nun tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşininin sönmemesi için onu desteklemeliyiz ki, ateş sönmesin.
Unutmayalım ki; İnançlarının közüne davranışlarıyla üfleyemeyenler; kötülüğe, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe hizmetin onursuz köprüsü olurlar.