KALP İNSANIN PUSULASIDIR
Ellerimizi açıp her verdiğimizde o avuçların içine cenneti inşa ederken; emanet ve aynı zamanda imtihan olarak verilen her nimete karşılık kapatılıp kendi benliğine saklanan, korkuyla istiflenen, üst üste yığılan her şey ise kalplerde inşa edilen bir cehennemin temeli oluyor.
Uzun süredir zihin torbamdan yüreğime akan bir soru var;
“Her şey çok mu çirkinleşti yoksa bizim gözlerimiz mi güzeli aramayı bıraktı” diye.
İnsanların hiç̧ değilse bir kısmı kendini “içinden” süslemeye, çocuklar gülümsemeye, sarmaşıklar bahçe duvarlarını asmaya, söğütler çeşme baslarını gölgelemeye, sığırcıklar akşam alacalarında topluca dans etmeye, dalgalar kıyılara doğru çılgınca koşmaya, bulutlar birbirlerine tutunarak muhteşem tablolar çizmeye ve daha nice hayran olunası şey hayatın içinde kendini görünür kılmaya devam ediyor zira, ama sanki biz kendi kargaşamız içinde takılı kaldığımızdan, güzelliğini hiç̧ eksiltmeden sürdüren bütün bu şeylerden haberdar değiliz.
Çünkü bizim için hayat artık kölesi olduğumuz dijital dünyanın geçtiği bir şey ve adı üzerinde “sanal” olan bu dünya için güzelliğin “haber değeri” yok! Bu yüzden olsa gerek sanırım sürekli kazanan tarafta, iyiliğin, rengin tarafında olmak istiyor artık insanlar.
Bu; imkânsız olduğu için, sürekli kazananı oynamak, kendi hayatlarında her şeyi güzel ve renkli göstermek zorunda kalıyorlar.
Bakın hayatlarımıza;
Yaşadığı her anı ne kadar enerjik ne kadar genç̧, ne kadar pozitif, ne kadar iyi kalpli, ne kadar insancıl, ne kadar güzel, ne kadar kültürlü̈ olduğunu ispatlamak için harcayan ne çok insan var farkında mısınız? Öyle ya maskeli baloda maskesiz dolaşmak kimin haddine!
Ama bakın ne diyor arifler;
“Kalp, insanın pusulasıdır, yolunu kaybettiysen, önce pusulanı bul!”
Peki bu pusulayı hakikate nasıl ayarlayacağız?
Zira herkesin “hakikati kendi tekeline alıp”, kendisi gibi düşünmeyen, istediği gibi davranmayan muhatabını her hal ve koşulda “batıl yolcusu” ilan ettiği bu hengamede asıl sorun bu sanırım.
Okuyanlar anımsayacaklardır, okumayanlara da biz hatırlatmış olalım Bakara Süresinde geçen Musa(as) ile Hızır hikayesini;
Hikâyenin sonunda bir köye varılır hani ve köyde kimse onlara ne yiyecek verir ne de barındırır ama buna rağmen Hızır köyün yıkık duvarını, aç bilaç haline rağmen onarır. Hz. Musa (as) hayretler içerisinde itiraz eder;
“Bu nasıl olur, isteseydin şu duvarın onarılması için ücret talep edebilir ve bu sayede karnımızı doyurabilirdik”
Oysa işin aslı, suret ile sireti birbirinden farklıdır.
Yolculuğun sonu olan bu son sorudaki cevap zahirin batıni yönüne, duvarın ötesine, Rabbin sonsuz ilmine gebelik etmektedir ki doğacak çocuğun adı hayırdır, güzelliktir, merhamet ve rahmettir. Zira onarılan duvarın içinde yetimlere ait bir hazine vardır ve duvarın o haliyle kalması hazineyi ortaya çıkaracak; bu yetimler reşit olmadan hazine bulunup yağmalanacaktır.
Cevap, bir tokat gibi çarpar Hz. Musa (as)’nın benliğine;
“Duvarı onardım ki, yetimler büyüyünceye kadar hazine saklı kalsın ve kimsenin eline geçmesin”
Bu kıssayı her okuduğumda gün be gün yıkılan, her gün bir tuğla eksilen ömür duvarlarımızı anımsıyorum. Çünkü, bizi yokluk aleminden alıp varlıkla şereflendiren ilahi kudret; bu duvarı onarmak adına kendi verdiği can ve mala kıyarak “Kim Allah’a güzel bir borç vermek ister?” (Bakara, 245)hitabıyla; O’na, yani yetime, yoksula, düşküne, muhtaca, yolda kalmışa, dara düşmüşe, mazluma, düşküne borç vermemizi istiyor,
Peki Allah’ın ihtiyacı mı var bu borca, hayır tabi ki. Ama O’nun hikmet kalemi; kimini muhtaç kılıyor, kimini ise bu ihtiyaç üzerinden varlık nimeti ile imtihan ediyor.
Bu yüzden olsa gerek sanırım ki haykırıyor İlahi kudret;
“Asra yemin olsun ki, insan ziyandadır”
Peki insan “neden” ziyanda?
Çünkü ömür duvarı her günle beraber virane haline geliyor ve o kudret bize verdiğini bizden isteyerek bu duvarı rahmet eliyle, merhamet nefesiyle onarıyor. Üstelik gerçeği hakkiyle göreceğimiz hesap günü bu borcu fazlasıyla geri ödeyeceğini söyleyerek.
Gönlünü muhatap alıp, gözlerini hayra ve güzelliğe yoran ahlâkın varisi olarak da bu borcun bereketinin lezzetini tadanlar; hem yaşamı kalbinin renginde yaşamaya başlıyor hem de bu rengi etrafına bulaştırma gayreti içinde oluyor.
Bu yüzden de güzelle çirkini, iyiyle kötüyü, hak ile batılı ayırt edip tanıma yetisini sağlayan ve azıcık bir bedelle türlü rahmetler sunan Rabbine karşı salt söylemlerle değileylemlerle de ruhlar şükür makamında secdeye kapanıyor.
İşte nebevi soluk tam da bu noktada; o şükür secdesinde taçağlar ötesinden zamanın plastik kokan nefeslerine haykırıyor;“İnfak et Bilâl, infak et! Arşın Rabbi eksiltir diye korkma!”diye.
Öyleyse diyebiliriz ki; ellerimizi açıp her verdiğimizde o avuçların içine cenneti inşa ederken; emanet ve aynı zamanda imtihan olarak verilen her nimete karşılık kapatılıp kendi benliğine saklanan, korkuyla istiflenen, üst üste yığılan her şey ise kalplerde inşa edilen bir cehennemin temeli oluyor.
O yüzden diyoruz ya hep; o pusulanın işaret ettiği buradaki cennet; bir yetimin sevincinde, bir masumun avucunda, bir mazlumun duasında inşa ediliyor. Çünkü o pusulanın işaret ettiği cennet, ispat edilmiş koşulsuz sevginin, katıksız merhametin, amasız adaletin ödülüdür!
Sanırım bu yüzden olsa gerek ki; şahit olmak ve bu şahitliği ulaşabildiği her yere yaymak yerine; “ben” kavramı üzerine bina edilen “sahiplik ve aitlik” tufanına yakalanan günümüzinsanının “huzur” kavramını soluklaması mümkün olmuyor!
Peki, anti depresanlarda aranan imitasyon huzurun, gerçeğine nasıl ulaşacağız?
Bence, bunun cevabı köklerimizde, varlığından çoğumuzun bihaber olduğu üzerinde tepindiğimiz manevi dinamiklerdeyatıyor;
Zira “sen varsın diye yüzü gülen bir kişi olsun, yoksa senin varlığının da bir anlamı yok” anlayışı üzerine dünyaya bin yıl boyunca hükmetmiş ve bu anlayışı “kendin için biriktirmek zilletinden başkası için harcama izzetine davet” olarak kökleştirmiş manevi dinamiklerin üzerinde bir yaşam inşa eden ceddimiz; yeryüzünün en tesirli, en kavi, en şerefli, en ihya edici dönemini yüz yıllar boyu, ancak sözünü ettiğim pusulanın işaret ettiği kalplerine tutunarak canlı tutabildiler.
Büyük bir çoğunluğunun okuma yazması dahi olmadığı halde, o pusulanın işaretiyle kalplerine doğru derinleşerek,yürek ülkelerinden inciler toplayarak, nefsini ıslah edemeyenin başkasına salah götüremeyeceğinin bilincinde, düzeltmeye kendilerinden başlayıp; dünya nimetleriyle alışverişinde az şeye ihtiyaç hissederek, lazım olandan fazlasına tenezzül etmeyecek kalbî ancak böyle bulabildiler!
Bu sayede de yalan dertlere derman aramak çukurundan, hakiki derdi bulmanın göğüne yükseldiler. Çünkü bu yolda çekilen bütün cefaları, dertleri, belaları sevgiliden gelmiş bir demet çiçek gibi koynunda saklayıp, sıkıntısız geçen nefeslerin sıkıntısıyla kahroldular ve bu kahır, onlara kim olduklarını; bu yangın yerinde ne aradıklarını kalplerini parçalarcasına ihtar etti. Bu sayede de insan olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını aralayabilecek manevi nimetlereerdiler.
Bahşedilen bu manevi rızıklarla da diliyle değil haliyle sabrı ve hakkı tavsiye ederek, abde vefanın ahde vefaya denk düştüğünün idraki içinde; dil, din, ırk, renk, mezhep ayırtetmeksizin küçük bir hediyeyle, umulmadık bir ziyaretle, bir cebe kendilerinden bile gizli sıkıştırdıkları üç beş kuruş harçlıkla, muhabbeti artıracak içten tebbesümleriyle, küslükleri bitirecek harbî selamlarıyla, yetimin başında şefkatle dolaşan avuçlarıyla gönülleri fethettiler.
Kimsesizlerin bayramı, mahzunların mutluluğu, dertlilerin dermanı, kalbi kırıkların dostu, dizlerinde takat kalmayanların çalacak kapısı, hüsrana uğrayanların nasihati oldular. Ne gidecekleri yeri unuttular ne geldikleri yeri hatırlarından çıkardılar.
Nostalji kokan ama pusulamızın yönünü işaret eden ve kökümüzden gelen bu dinamiklerle bugün idrak etmek zorundayız ki; bize sunulan nimet, bir yetimin boğazından geçtiğinde değerlidir. Döktüğümüz alın teri, bir çaresizi ayağa kaldırdığında kıymetlidir. Soframızdaki ekmek paylaşıldığında bereketlidir. Dilimizdeki dua başkasına şifa olduğunda anlam kazanır ve bize de fayda sağlar. Bu dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için geldiğimizin bilinci içinde, yapmamız gereken tek şey yüreğimizdeki vicdan ağacını besleyen merhamet güneşine gölge düşürmemek!
Çünkü bize verilen temel ihtiyaçların dışındaki fazlalıklar; başkasını tamamlamamız için bize teslim edilmiş bireremanettir. Zira diğerinin ihtiyacını karşılamaya muktedir kudret; onu yoklukla, bizi ise andığımız gibi varlıkla imtihan eder ve onun imtihanı sabır, bizim imtihanımız ise infaktır.
Selam olsun farkında olan nasiplilere. Selam olsun Rabbine borç verenlere. Selam olsun pusulasını bulanlara! Selam olsun emanet aldıklarını sonsuz sermaye için harcayanlara.