KATİL KİM?

KATİL KİM?

Bir insana merhamet nedir, rahmet nedir, şefkat nedir, empati nedir; kısacası insan olmak nedir öğretmeden onun kafasına vura vura beş şartı empoze ederseniz; sizin de miras aldığınız ve ona miras bıraktığınız bu kavramları alıp “kendini kurtarmanın telaşı” içinde bu kavramları dinin kendisi sanacak ve bugünkü tablolar kaçınılmaz olacaktır!

Dün sosyal medyada bir resme rastladım ve içim kanadı. Yüreğim acıdı, darmadağın oldum…

Adeta insanlığımızın, imansızlığımın bir vesikası gibi çarptı yüzüme. Toplumun geldiği / getirildiği halin “cinnet” boyutu idi bu. Henüz yeni doğmuş bir bebek çöpün içinde cansız ve masum bedeniyle öylece duruyordu.

O çocuğu dünyaya getiren “insan müsveddesi”ne ya da o masum bedeni oraya bırakma soysuzluğunu gösteren “esfel-i safilin”e söyleyecek sözüm yok aslında.

Sadece bizi suçladım.Kendimi suçladım. O doğumu yapan kadına vicdan kavramını veremeyen, hesap korkusunu yerleştiremeyen, kim bilir hangi çaresizlik içinde böylesi bir adım atmaya yönlendiren “değer” lerimizi suçladım.

Her biri din bezirganı sıfatıyla kendi keselerini doldurmakla meşgul imamlarımızı, hocalarımızı, şeyhlerimizi, müftülerimizi, tv lerde salya sümük Hz. Peygamber’in kanaat dolu hayatını anlatıp milyarları kazanan profesörlerimizi (!) suçladım.

Kendimi, vicdanımı suçladım.O bebeğin üzerindeki parmak izlerimi gördüm.O masum bedenin başlamadan bitirilen hikâyesindeki rolümü sorguladım.Ve Hz. Ali’nin sözleri yankılandı kulaklarımda;

“Bir köyde bir kişi açlıktan ölürse, tüm köy katildir”

Bir an toplumu düşündüm.O resmi yayınladıktan sonra üzerime gelen baskıdan, sözüm ona “imanlı” güruhun tekfiriyetinden o çocuğu doğuran annenin nasıl linç edileceğini getirdim gözlerimin üzerine.

Yıllar yılı yaşadığı ezilmişliğiyle, can havliyle çıkarıldığı madenden yine aynı ezilmişlik duygusuyla bu kez milyonların karşısında “Abi, çizmelerimi çıkarayım, sedye kirlenmesin” diyen madenci kardeşimi getirdim gözümün önüne.

Onun bir anda “kahraman” ilan edilişini anımsadım; onun yaşanmışlığını, adanmışlığını ve aldanmışlığını sorgulamadan bir anda zirve yaptıran “sahtekar, riyakar” medyamızı anımsadım ve bizim “timsah gözyaşlarımızı” canlandırdım kafamda.

Yine bir maden faciasında ayağındaki siyah lastikle “kahraman” ilan edilen madenci babasını getirdi hafızam gözlerimin önüne…

Aynı riyakarlıkla yaktığımız ağıtları, iç yangınlarını anımsadım nedense…

Onların “acı” ve “kanaat” dolu yaşanmışlıklarını zerre kadar umursamadan ve şu anda “ne halde olduklarını bile umursamadan” yaşadığımız vicdan yanılsamalarını ya da nefislerimizin tesellisini yâd ettim dakikalar boyu…

Sonra anasının öpmeye dahi kıyamadığı “narin” cesedini bir çuvala sığdırıp babasının omuzlarına verip yine aynı çaresizlik ve kanaatle köy yoluna düşürmesini sağlayan “sistemimiz” geldi hafsalama; bundan iki yıl önce bir kış günü ateşlenip hastanede can veren ama “müstekbir” memurlarımızca buna reva görülen o mahsun ve mazlum yavruyu hatırladım.

Ve lanetler okudum sessiz çığlıklarla, içim yırtılırcasına kaybolup yiten bu mazlumlar adına.

Emin olması gereken “Müslüman”dan kaçıp “gayrimüslim”e (!)” hicret eden insanlar düştü yâdıma bu kez ve Rahman’ın şefkat tokatlarıyla gözümüze sokulan çocuk cesetlerini umursamadan ya da kağıtlara simitler çizerek yazdığımız iki satırla doyurduğumuzu sandığımız martıların hezeyanında boğuldu ruhum; günlük keyiflerimizden, rahatımızdan ve meşgalelerimizden taviz vermeksizin ortaya koyduğumuz “riya”nın yüzüne tükürdüm.

Önümdeki resme baktım yine …

Dudaklarımda gayr-i ihtiyari bir serzeniş;

“Nereye gidiyoruz biz? “

İnsan kavramının birbirine “emanet” edildiği ilahi bir sistemin içinde, bu emanete hıyanetin en hunharca gaspına şahit olmamıza rağmen…

Dilimizle haykıra haykıra, göğsümüzü gere gere haykırdığımız imanımızın zerresini hissetmediğimiz ve bir otun dahi yeşermediği çöle dönmüş yüreklerimizin, varolduğunu sandığımız ama artık sistemin ilah enflasyonunda iyice körelmiş, katılaşmış, mühürlenmiş vicdanlarımızın bu makus gidişatını görmemize rağmen…

Onlarca yıl öncesine rağmen çoğalan camilerimizin, Kur’an kurslarımızın, artan hocalarımızın, alimlerimizin (!) çoğunluğu ile birlikte tersinden işleyen bir mekanizma ile rahmet, merhamet, adalet, şefkat, empati kavramlarının buharlaşıp uçtuğunu görmemize rağmen…

Din adına, Allah adına insanların kafasının canlı canlı kesildiği, ırzlarına geçildiği, köle pazarlarında satıldığı bir kurgu içerisinde kendini bu dinin temsilcisi addeden ve “İlah”kavramını tekellerine alarak “rububiyet”e soyunan ama bunca zulme, bunca işkenceye, bunca vicdansızlığa, bunca insanlığa tek harf kelam etmeyen ve bu din-i Mübin-i onlarca hatta yüzlerce parçaya bölen cemaat ve tarikatları görmemize rağmen…

Bu dünyaya gönderiliş gayesinin yeme, içme, uyuma, şehvani arzularını tatmin etme olduğu hezeyanı içinde, üzerine serpilmiş ölü toprağı ile adeta bir “hayvan” gibi yaşayan koca bir güruhun herşeyi Yaratan’a havale edip “yaratan oysa gereğini de o yapsın” aldanışıyla içine yuvarlandığımız “esfeliyet” çukurunu kendi gözlerimizle müşahade etmemize rağmen…

Elinden, dilinden, belinden “emin” olunması gereken Müslümandan kaçıp gayr-i müslime sığınan yüzbinlerce insanın yaşamları üzerinden sergilenen iğrenç oyunlara gözlerimizle şahit olmamıza, kalplerimizle buğz etmemize rağmen…

Başımıza “beyinsizliğimiz” yüzünden yağan pislikleri “kader” ve “takdir-i ilahi” olarak addedip kendi zanlarımızla Allah’ı haşa “zalim” olarak gösterme çabamızın farkına varmamıza rağmen…

Yaşanan onca haksızlığın, zulmün, insansızlığın vicdanlarımızı törpülemesini görmemize; bu haksızlığın, zulüm ve insansızlığın karşısında “kıyam” etmemiz gerekirken “müstekbir” ilahlara secde ettiğimizin farkına varmamıza rağmen…

Nereye gidiyoruz biz?

Şimdi alın başınızı ellerinizin arasına ve bu yazdıklarımı tefekkür edin !

O narin ve savunmasız mazlumu bir anlık gaflet ve aymazlık içinde dünyaya kim bilir hangi çaresizlik ya da dalalet içinde getiren o kadın bizim kızımız ya da yakın bir akrabamız olsaydı?

Sorgular mıydınız kendinizi ve vicdanınızı? Sahip olduğunuzu sandığınız ve gurur duyduğunuz o değerlerinizi?

“Benim çocuğum, akrabam yapmaz böyle bir iğrençlik” diyenler… Rahman’ın insanı “iddiasından vuran mahir bir usta olduğu” nu anımsatıyorum sizlere!

Kim ne derse desin!Kim ne yazıyorsa yazsın! Kafamıza vura vura öğretilen “İslam’ın şartı beştir” hezeyanının bugünkü yansımasıdır bu tablolar! İslam’ın şartı olarak sunulan beş madde yerine “insan” olmanın şartları öğretilmedi bize.

Bir insana merhamet nedir, rahmet nedir, şefkat nedir, empati nedir; kısacası insan olmak nedir öğretmeden onun kafasına vura vura bu beş şartı empoze ederseniz sizin de yazık ki miras aldığınız ve ona miras bıraktığınız bu kavramları alıp “kendini kurtarmanın telaşı” içinde bu kavramları dinin kendisi sanacak ve bugünkü tablolar kaçınılmaz olacaktır!

Bir neslin, bir gençliğin, bir milletin “anlama ve kavrama yeteneğini” okullarda, medyada, parti, dernek, sendika, tarikat ve cemaatlerde öldürmüş yok etmiş ve beynini sabit düşünceye programlamışsanız ona hangi kitabı okutursanız okutun; o, her okuduğunda karşılaştığı farklı düşünceleri hazmedemeyecek ve karalayarak yok etmeye çalışacak ve yine her okuduğundan kendi haklılığını çıkaracaktır!

Düşünün ne olur!

Yarına çıkmaya bir garantimiz var mı? Bir trafik kazasıyla bir kaza kurşunuyla bir kalp kriziyle bir beyin kanamasıyla bir kanser vakasıyla gitmemeye garantimiz var mı?

Tabii ki yok değil mi?

Gönüllere girmek, gönüller fethetmek güzel bir insan olmak için, Yaratıcının istediği bir insan olmak için, ön yargıları terk ederek herkese sinemizi açmak için,  nefsi ve hayvani arzularımızı terk ederek aslımıza dönmek için, yaratılmışları “Yaradan’ın hatırı için” sevmek için, Yüce Allah’ın ayırmadığı hatta kendisinin seçtiği ırk, renk ve dil farklılıklarını sevmek, bir nimet, bir güzellik olarak görmek için,“O”nun affettiklerini af etmek, “O”nun tahammül ettiklerine tahammül etmek için, neyi bekliyoruz? Aciz ve zavallı bir kul olarak “O”na teslim olmak “O”nun seçtiklerini seçmek “O”nun istediklerini istemek kolaylığı varken niçin zor olanı seçiyoruz? Minnacık bir virüse bile gücümüz yetmezken bu kadar acizken neyin derdindeyiz? “O”nun mekânında, “O”nun havasıyla “O”nun bedeniyle yaşarken yani misafirken nasıl oluyor da ev sahibi gibi davranıyoruz?Aldığımız nefesten, içtiğimiz suya, düşündüğümüz beyinden, sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz kalbe kadar “O”nunken “O”nun emanetleriyle yaşarken bütün bunların hesabının sorulmayacağını mı zannediyoruz?

Ey Çaresizler Çaresi!

Senin dualara icabet etme mecburiyetin yoktur; ama bizim ona ihtiyacımız hissettiklerimizden de çoktur. Bütün dileklerimizi kabul buyur ve bunları kabulünü vicdanlarımıza duyur; aç ve yalnızlıkla tir tir titreyen kalblerimizi iman ve itminanla doyur.Ciddi bir yol almış sayılmasak da yıllar var hep yollardayız.Ufkumuz gam ve kederle tülleniyor. Önümüzdeki engebeler beşer takatini aşkın görünüyor.Ümmet-i Muhammed perişan, derbeder ve ızdırap içinde.Müslümanlık gelenek ve göreneklerin darlığına mahkum.İbadet ü tâat kültür televvünlü. Duygular, düşünceler fantezilere emanet. Mücadelelerin esası da çıkarlar, menfaatler, ırkî mülahazalara dayalı. Sen bizlere çıkar yol lutfeyle Ya Rabbi!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir