KÖKSÜZ AĞAÇ MEYVE VERMEZ

KÖKSÜZ AĞAÇ MEYVE VERMEZ

Köklere indiğiniz ölçüde, göklere yükselebilirsiniz. Kökleriniz ne kadar güçlü olursa, göklere açılma imkanlarınız ve kabiliyetleriniz de o kadar artar. Köksüz ağaç meyve vermez çünkü.

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş.

Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

“Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?”

“On yılda” demiş kavak.

“On yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

“Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! “

“Doğru” demiş kavak olacakları tahmin edebilmenin bilgiçliğiyle.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.

Sormuş endişeyle kavağa:

“Neler oluyor bana ağaç?”

“Ölüyorsun” demiş kavak.

“Niçin?”

“Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.”

Bu nükteyi okuduğum her vakit aklıma “bugünkü halimiz” ile birlikte zamanla “haddimizi aslında ne kadar aşmış olduğumuz” gelir.

Zira hep ısrarla andığım gibi haddimizi epeyce aştık biz. Ayartıcı araçlara (güce, paraya, makama mevkiye) ve bütün değerlerimizi çözücü, her şeyi çürütücü, ruhumuzu çölleştirici “dünya” ya yenildik o yüzden.

İnansın ya da inanmasın, insanı insan yapan, insanca bir hayat sürdürmesini mümkün kılan itici güç kendini bilmekti oysa. Büyük cihatta buydu.

Kişinin dünyaya çeki düzen vermeden önce kendine bakması, kendine çeki düzen vermesi, aksi takdirde dünyaya hiçbir şey veremeyeceğinin şuuruna ermesiydi.

Zira insan, hayatın dokusunu, kokusunu, görünür görünmez boyutlarını, bu ruhla kavrar, bu ruhla tadar; bu ruhu koruyabildiği ölçüde hayatı anlamlı bir şekilde yaşardı. Aksi halde “kabak” gibi haddini aşar ve kısacık ömrüyle kibirde boğulup giderdi.

Evet kabul…

Günümüz dünyası bitmek tükenmek bilmeyen bir değişimin kulakları ve kalpleri sağır eden uğultusu ile dolu.

Siyaset, ekonomi, sosyal medya, eğlence ve teknoloji gibi birçok alan, gösterdiği gelişmelerle sürekli dikkatimizi çekmeye ve kendine yöneltmeye çalışıyor. Kalplerimize ve maneviyatımıza hücum eden birer düşman gibi kıyasıya yarışıyor gibiler sanki. Onlar bu yarışlarında başarılı oldukça bizler ‘tüketmeye’ teşvik ediliyoruz.

Bu noktadan bakınca da Tekvir suresi 1. ayetindeki “Çoklukla övünmek sizi kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı” ayetinin daha önce hiçbir döneme bu kadar uygun düşmediği zannına kapılmamak mümkün değil.

Çünkü artık birer kurumsal yapı haline gelen bu yapıların sayısı arttıkça her şeyimizi tüketmek, bir yaşam tarzı halini aldı. Adını ‘modern’ koyduğumuz bu toplumda ise bireyler neredeyse programlanmış tüketiciler hükmünde.

Böylesi bir ortamda insanın içine yerleştirilen tevhid çipi de paslanıyor ve din denen kavram bir eğlence formunda metalaşmış bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.

Benliğimizi “müşterilik rutinine kaptırmadan evvel” bir zamanlar manevi liderler olarak takip ettiğimiz ulema bir bakıyorsunuz şan şöhret ve servet sahibi ‘ulu’ kişilere dönüşmüş.

İslamın müntesibi 1,8 milyar müslüman ciddi bir dini kimlik krizi yaşarken ve temsilden taraf nasipli olanlar birbirini tekfir ile ömür çürütürken radikal gruplar ise İslâm’ın evrensel imajını, herkesin sadece bakakaldığı bir ‘akıl tutulması’ ile zedeleyip zarar veriyor.

Yaşatmanın asıl imtihan olduğunu vazeden din-i mübine rağmen akıllara ziyan şiddet eylemleriyle gazete manşetlerini, tv ekranlarını boydan boya kaplayan bu grupların safları, bizim artık yazık ki temsil yeteneğini yitirmiş olduğumuz ve bu yüzden de dinin özünün “iyi insan olmak” olduğunu aktaramadığımız gençler için ise cazibe merkezi oluyor.

Kısacası krizin ve karmaşanın çıkmaz bir sokağa soktuğu günümüz insanı için maneviyat odaklı kalmak ve yaşamak gerçekten zor.

Adına ne derseniz deyin ait olunan topluluklar, irşad edip eğitmesi gereken camiler ise sayıca çok olmalarına rağmen ‘nitelik’ yönüyle sınıfta kalmış durumdalar.

Bu karamsar tabloya baktığınızda ise yozlaşmanın ve ümitsizliğin hemen her yana nüfuz ettiği bir çağ içinde olumlu ve yapıcı hatırlatmalar ile ruhlara dokunmak artık yaşamın olmazsa olmazlarından hale geldi.

Evet…Oldukça genç bir nüfusa sahibiz ama genç kuşak esen sert ama ayartıcı rüzgârların önünde sürükleniyor. Yoz ve yozlaştırıcı, sığ ve sığlaştırıcı, hız, haz ve ayartıyı kutsayıcı bu postmodern popüler, nihilist kültürün önünde savrulup duruyor. Bu kültürün önünde kimse duramıyor dünyada. Bütün ülkeler, bütün kültürler bu kültür tarafından istila ediliyor ve dönüştürülüyor. Sığ ve ayartıcı bu kültür, dünyanın köklü kültürlerini tuzla buz ediyor, genç kuşaklarını kölesi hâline getiriyor.

İddia ediyorum ki….

Bu kültürün önünde sadece Müslümanlar durabilir.

Sadelikle derûnîliği aynı anda mezceden Yunus’un gönülleri fetheden -derece derece de olsa herkese hitap eden- dili, şiiri ve irfanî dünyası, bu kültüre “dur!” diyebilir sadece.

Kaynak bizde, hazine bizde; ama (sanki) biz bizde değiliz…

Düşünürlerimiz, sanatçılarımız, edebiyatçılarımız elbirliğiyle, iş birliğiyle bu irfan dünyasının şifrelerini deşifre etmeli, genç kuşakların genç dünyalarına, manevî ihtiyaçlarına cevap verecek bir “kültür” inşa etmek için seferber olmalı.

Neden ısrarla kültür? Çünkü yaklaşık yüz yıldır hayata değemiyoruz… Hayata değmeden hayatı dönüştürmeye, topluma tepeden hayat tarzları dayatmaya; toplumu “adam etmeye” çalışıyoruz… Yüzlerce yılın mücadelesi sonucunda geliştirdiğimiz medeniyet iddialarımızı, dinamiklerimizi ve ruhumuzu yok etme mücadelesi veriyoruz…

Evet yanlış okumadınız. Kendi kendimizi yok etme mücadelesi veriyoruz! Çünkü topluma tepeden -üstelik de- ithal kültürler, ithal kimlikler dayatarak toplumun önünü açamazsınız; aksine tıkarsınız.

Yapacağınız şey, yalnızca başkalarını taklit etmekten, daha da kötüsü, başka kültürlerin burada karikatürünü üretmekten öteye geçmez. Köklerini kurutan bir toplumun, geleceği kurması olmayacak duaya âmin demesi gibi bir şeydir.

Köklere indiğiniz ölçüde, göklere yükselebilirsiniz. Kökleriniz ne kadar güçlü olursa, göklere açılma imkanlarınız ve kabiliyetleriniz de o kadar artar. Köksüz ağaç meyve vermez çünkü.

Bu nedenle de kim ne derse desin bu coğrafyanın en önemli meselesi en geniş anlamıyla kültür meselesidir. Zira kültür cephesinde savaşı kazanamayan toplumlar; savaşı, dolayısıyla genç kuşaklarını kaybetmeye mahkûmdur.

Genç kuşaklarını ihmal eden veya girdiği “kültür” savaşında kaybeden bir toplumun kendi değerleri üzerine bina edilmiş bir geleceği olabilir mi?

Tabi ki olamaz!

Her zaman söylediğim gibi:

Gençlerini ihmal edenler, geleceklerini imha ederler. Genç kuşaklarını kaybedenler, geleceklerini kaybetmeye mahkûm olurlar. Gençliğin ruhunu “işlenmeyen bir tarla gibi” bırakırsanız orada sadece ısırganlar ve dikenler oluşur!

Geçen yılki yurt gezimizde açıkça gördük.

Oldukça kalabalık ama bir o kadar zeki, sorgulayan ve dinamik yeni bir jenerasyon geliyor. Ama ne yazık ki bu jenerasyon manevi dinamiklerimiz ile anne ve babalarından daha az temas kurdular. Hatta yeni neslin bir kısmı tamamen temassız. Rüzgârda savrulan yaprak gibi oradan oraya sürükleniyor.

Bu işi hemen her mahalleye “imam hatip” açmakla kazandık sanıyoruz ama nafile!

Gidin bakın okulların ve gençlerin hallerine.

Oturun, onlarla “buyurmadan” iki arkadaş gibi konuşmaya çalışın bakalım ne verebilmişsiniz?

Peki bu nüfus yoğunluğu sadece bizde mi mevcut?

Hayır!

Bugün İslam coğrafyasının yüzde yetmiş beşi otuz beş yaşın altında. Bu da gençliğin ümmetin yalnızca bir parçası değil, birebir kendisi olduğunu gösteriyor.

İşte tam da bu noktada İslam’ın bireylerde tezahürü önem kazanıyor.

Çünkü İslâm’ın Müslümanda tezahür etmesi, hayat hâline gelmesi, Müslüman’ı “güven adası” yapar. Peygamberimizin bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, rahmet elçisi olarak görevlendirilmesi nedeniyle, onun ümmetinin de “güven adası” olması gerekir.

Unutmayalım ki…

Allah (cc), insana “emanet” i vermiştir. Emanetle mükellef kılınan kişinin adı Müslümanlığın bir tık ötesindeki mü’mindir. 

Buradan da (kanımca) şöyle bir ilke çıkıyor: 

İman eden kişi yani mümin yeryüzünde emaneti yerine getirmekle, emniyeti teminat altına almakla, emîn (hadislerde belirdiği üzere “hem kendisine güvenilen hem de başkasına güven veren kişi” olmakla) mükelleftir.  

Dün neredeyse bütün bir İslâm tarihi boyunca Müslümanlar, dolayısıyla Müslümanların coğrafyaları farklı dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin müntesipleri için “güven adası” ydı. 

Yani İslâm coğrafyaları hem İslâm Yurdu (Dârü’l-İslâm), hem Selâm ve Barış Yurdu (Darü’s-Selâm), hem Emniyet Yurdu (Dârü’l-Eman) hem de İnsanlık Yurdu (Dârü’l-İnsan) olmuştu herkes için. 

Dün, bunu büyük ölçüde yalnızca Müslümanlar başardılar; başkalarına hem hayat hakkı tanıdılar hem başkalarından yararlanmanın yollarını buldular. Müslümanların dışında -en azından- İslâm medeniyeti kadar böyle bir şeyi başaran ikinci bir medeniyet tecrübesi gerçekleştirilemedi henüz. 

Özetle dün, Müslümanlar olarak insanlığın güven adası olmayı başardık biz, bugün ve yarın da başarmakla mükellefiz.

Ama biz bu mükellefiyet bilincinden uzak, tahkik yerine taklidi bir inanca sahip olduğumuz, söylemlerimizle eylemlerimiz birbirini yalanladığı için bu, genç nüfusa sirayet etmiyor.

Çünkü dilin söylediğini eylemde görmeyen genç uzaklaşıyor ve kendince bir yol çiziyor. Biz “kurtulmuşluk” vehmi içinde, en fazla iki ay sonra esecek sert bir rüzgâr, şiddetli bir yağışla yerle bir olacağımızı bilmeden “kavak” gibi kendimizi yükseklerde görmenin kibrinde boğulurken, aynı zamanda gençlerimize sirayet edemeyen manevi dinamiklerimiz nedeniyle geleceğimizi de harap ediyoruz.

Peki ne yapmalıyız? Yüksek bir bina inşa edeceğiniz zaman temeli çok derin kazarsınız. Bina ne kadar yüksek olacaksa zemin de o kadar derin olmalıdır. Zira zemin derinleştikçe binayı yükseltme imkânımız da artacaktır. Eğer zemin kazanmaya çok zaman ayırmazsanız çok yükseklere çıkamazsınız ve elde edeceğiniz binanın yüksekliği de zeminin derinliğiyle orantılı olur.

Teolojik olarak bu konuyu ele aldığımızda aynı şey imanımız için de geçerli. İnanç sahibi olduğumuz hususların çok derinlere nüfuz etmesi gerekiyor. Neye, niçin ve nasıl inandığımızı kulaktan dolma bilgilerle değil, merakın ilmin hocası olduğu gerçeğinden yola çıkarak inandığımız şeyin kesinliği konusunda kalben de emin olmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde amellerimiz inancımızı yansıtabilir.

Yanisi zeminimiz derin değil.  Zemin derin olmayınca da İslâm gibi hayatın her alanına yayılması gereken dini merkeze alamıyor, belirli zaman dilimlerine hapsediyor ve bu sığ zemine iman gibi muhteşem ve çok katlı bir bina inşa edemiyoruz.

Kulaktan dolma bilgilerin taklidinden yola çıkarak hem her anımızın, her nefesimizin kayıt altına alındığına inanıyor hem de akla gelebilecek her türlü kötülüğü yapabilme cüreti gösteriyoruz kendimizce haklı sebepler yaratıp vicdanlarımızın üzerini örterek.

Yoksa gerçekten yevmid dine (din günü, hesap günü) iman eden hangi kalp yaptığı her amelin, aldığı her nefesin hesabını vereceğini bildiği halde bu kadar can kırığı ortaya çıkar mıydı?

Bize doğru soruyu sorabilelim diye verilen ömrü, yanlış sorulara cevap aramakla tüketiyoruz. Üstelik doğru soruyu sormak ve doğru cevabı verebilmek de bir şey ifade etmiyor; cevabın gerektirdiği gibi olmak asıl mesele.

Ben “kimim” deyip, “kulum” diye cevap verdikten sonra kulluğun hakkını veremediysek “doğru cevabı verdim” diyebilmek mümkün mü?

Artık farkına varmalıyız ki… Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim; “Akletmez misiniz?” diyerek anlaşılmak istendiğini ikaz ettiği için hükümlerinin uygulanmasını muhataplarının gayret, ilgi ve nasibine bırakır.  

Rabbin yeryüzü halifelerinden olmak isteyenler ise bu müjdeyi doğuştan gelen bir hak değil gerçekleştirilmesi gereken bir ödev olarak görmeli ve bu yükümlülüklere uygun istikamette bir yaşam sürmelidirler.

Sonuç olarak; Kur’an’ı Kerim’in mürebbiliğinde ilahi nimetleri cezbetmek isteyen bir kul, öncelikle mü’minlerin vahdeti (birleşmesi) ve gönüllerin uhuveti (kardeşliği) için emek sarfetmelidir. Sefer etmeyi kuluna, zaferi ise kendi uhdesine alan Allah, tüm emeklerin ve niyetlerin şahididir şüphesiz.  Bu noktada da ilk adım zaten belli. Kendimizden başlamalı ve (hep dediğimiz gibi) içimizdeki kiri, pası, kini, nefreti, düşmanlığı, buğzu temizlemeliyiz.

Unutmayalım ki… Gönlü, sahibine mekân eyleyebildiğimiz kadar insanız. Orada, O’ndan gayrısını bırakmadığımız kadar kuluz. Gönül ülkesini biricik iktidarına teslim edebildiğimiz kadar varlığımızın bir anlamı var.

Ve bir söz üstadının tespitiyle bitirelim.

Yeryüzündeki bütün insanları ateşten kurtar. Zor mu? Hiç olmazsa birini kurtar. Madem herkesi düzeltmek bu kadar zor, kendini doğrult ki dünya bir eğriden kurtulsun.

Ve dua et. Olmayacak bir işin umutsuzluğuyla ellerini açan bir adam gibi değil, ellerini açmazsa hiçbir şey olmayacak bir adamın umuduyla, dua et.  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir