MANEVİ TAHARET

MANEVİ TAHARET

Haşyet ve ümit arasında akleden kalpler bilir ki gönül sarayını inşa etmek isteyen herkese hikmet deryasından türlü nasipler vardır. Yeter ki insan, O’nunla arayıp O’ndan istesin ve nefsini araya katmasın. Ama “Hacer gönüllü” hayatların çabasını, “Abbas bilekli” yüreklerin cesaretini kendisine sermaye edinerek.

Eminim farkındasınızdır! “Bana! Önce bana! Sadece bana! Hep bana!” diyen ve dünyanın sadece kendi çevrelerinde döndüğünü düşünen, büyümemiş, ıstırapla sınanmamış, ağrıyı ve acıyı gördüğü yerde hayalet görmüş gibi kaçan bir insan kuşağı dünyayı adım adım istila ediyor.

Evet, adına modern denen çağımızın bu paslı iklimi ile ilgili sayfalar hatta kitaplar dolusu “dikenli cümle” kurabilir; insan ruhunu neye çevirdiğiyle ilgili birçok tespitte bulunabilirim ama bence en can yakıcı olanı modern dünyanın, insanın içini boşalttığı, insanı içsiz bıraktığı ve onu boş bir kabuk haline getirdiği gerçeği olur ve bu konuda söylenebilecek hiçbir akademik tekerleme beni bu fikrimden döndüremez.

Bunun sebeplerini irdelemeye çalışınca önünüze ise iki kavram çıkıyor;

İlki ve bence en önemlisi “sevgi” kavramını bilmiyor oluşumuz! Çünkü sevmenin almak, muhatabında ne varsa “kendinde biriktirmek” olduğunu sanıyoruz.

Nefsi artık tıka basa dolu ama ruhu aç dolaşan çağımız insanı sanıyor ki, bir şeyleri kendinde topladığında ortaya çıkan şeyin adı sevgi olacak ve herkes tarafından ‘sevilir’ hale gelecek.

Belki de bu yüzden olsa gerek muhataplarımızı günümüz kapital anlayışının da tetiklemesi ile “insan” değil, “imkân” olarak görüyor, almamız gerekeni alınca da işimiz bittiği için kaldırıp atıyoruz!

Ama bu tür bir toplayıcılık, bencilce bir sahip olma, en çoğunu kendinde biriktirme ihtirasından başka bir şey değil bence. Zira bize öğretilen sevgi; kendinde hiç kalmadan kendini sevdiğine katabilmek, hiç yabancılık hissetmeden, her türlü tedbiri terk ederek onda kaybolabilmek demek.

Bu konuda kim ne derse desin geride kalan, toplanıp sevgilinin varlığına taşınmaktan imtina eden her bir parça, her bir varlık kırıntısı, yani sevmenin önüne çıkan her bir benlik vehmi sevgiyi kendi miktarınca eksik bırakır ve bence çağımızın en büyük virüsü bu sevgisizlik!

Kaldı ki, yüzyılların kadim öğretileri sen verdikçe “vereni” hatırlayacağını ve o “verenin” sana verdikçe daha çok vereceğini zaten fısıldıyor. Boşuna dememiş arifler; “Allahım, bende bir varsa komşuma iki ver diye samimi dua edersen, seninki üç olur” diye!

Bu yüzden de bu satırların yazarı inanıyor ki, “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” emrine kulak tıkayıp, imanın ilk adımının “sevgi” olduğundan bihaber, “doğru ve güzel olanı” aramak ve bulmaktan çok kendisini “haklı ve üstün” çıkarmaya çalışmak, hiçbirimize “hiçbir şey” kazandırmayacak.

Çünkü, bize bizden sonraki nesillere zayii etmeden bırakalım diye teslim edilen “emanet” bilinci; “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” safiyeti ile güzel ahlâkı kendisine mülk eyleyen bir gönle ihtiyacımız olduğunu; “bir başkası yaşasın diye ölebilmenin” yaşamaktan güzel olduğunu fark etmemiz gerektiğini; sözün belki de en ağırı olan “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olarak”, bize dosdoğru olmayı emreden kitaba hakkıyla râm olmamızı, bu ilahi emre muhatap oluşuyla sakalları ağaran güzelin ardına tam bir teslimiyet ve sadakatle, gayret ve muhabbetle düşmemiz gerektiğini fısıldıyor. 

Maneviyatımızın merkezinden kopup gelen bu fısıltıyı da ancak; silah tutan ellerin kalem tutuşunu, öfke kusan dillerin tesbih çekişini, İslâm beldelerine adaletle diz çöktüren ecdadımızın gönül sultanları önündeki tevazusunu anlayarak; tahiyyatlarda okuduğumuz ‘Rabbenâ’larda; “beni, ana-babamı ve bütün müminleri bağışla” diyerek az sonra hiç de üstümüze vazife olmayan bir kavgada kalbini kıracağımız, hakaret ve hatta küfür edeceğimiz, yetinmeyip ihanet edeceğimiz kardeşimizin ebedi saadeti için dua ettiğimizin farkına vararak duyabileceğiz.

İkinci sıkıntımız ise “güce” olan meylimiz ve güçle olan ilişkimiz;

Çünkü çocuklarımızı “güçlü” olma öğretileriyle yetiştiriyoruz. Bu öğreti, zaman içinde gücün “hakta” değil, hakkın “güçte” olduğu izlenimine sebep oluyor ve çocuklarımız haklı olup güçlü olmak için değil, güçlü olup muktedir bir şekilde hakkı tekeline almaya çalışıyor.

Bu sayede de ya sevdiklerini her şart ve ortamda “güçlü” görmek istiyor ya da “güçlü” gördüklerini sevmeye yelteniyor. Ortada “hak, hukuk ve amasız adalet” gibi hassas bir terazi olmadığı için de “güç” denen şey başa bela oluyor ve kısa sürede artık göklere çekilen “ilahi adalet” devreye girerek sistemi öyle bir işletiyor ki, küçücük bir karıncanın “ahı”,“yıkılmaz” denen tüm güçleri yerle yeksan ediyor.

Bu yüzden ısrarla haykırıyorum; “anlaşmak” istiyorsak eğer çocuklarımıza öncelikle sevginin almak değil vermek olduğunu, imtihanın yaşamak değil yaşatmak üzerine kurgulandığını idrak ettirmek zorundayız.

İlahi kodlamanın “Lat” dediği güçle ilişkilerini “amasız adalet” kantarından geçirmek, “Uzza” dediği otorite kurma sevdasından vazgeçirmek, “Menat” dediği paranın amaç değil araç olduğunu öğretmek, “Hubel” dediği kibir ve ego putlarını daha çocuklu yaşlarda kırmalarını sağlamak zorundayız.

Bunları yapamadığımız takdirde kim bana ne derse desin bugün şikayetçi olduğumuz “sevgisizliğimiz”, “adaletsizliğimiz”, “liyakatsizliğimiz” için bence daha iyi günlerimizdeyiz!

Zira hepimiz birebir yaşıyoruz.

Dinsel terminolojinin “necasetten taharet” dediği ve okul sıralarında kafamıza vura vura öğretilen “bedensel temizlik”; yaşadığımız iklimde corona illetiyle daha çok ön plana çıkıp önemsendi.

Ama nedense andığım sebeplerden olsa gerek kalbi necis kılan kibir, nefret, öfke, hırs, hased gibi pisliklerden; dili necis kılan yalan, iftira, gıybet, dedikodu gibi afetlerden haberimiz yok. Çünkü gözle görülenin derdiyle kıvranıyor, vaad edilenin değil peşin olanın peşinde ömür tüketiyoruz.

Oysa ki kalp denen yer, niyetin anavatanıdır ve insanı dışındaki değil içindeki kirletiyor. Kirli bir mekândan temiz bir tohum nasıl çıkmaz ise kirli bir kalpten de temiz niyet çıkmaz iken istediğimiz kadar maddi necasetten uzak duralım; manevi necaset ile zihnimiz, ruhumuz, aklımız ve dahi fikrimiz bu kadar “kirli iken” felaha ermemiz, huzura kavuşmamız sadece ütopya olacak ve şekli ibadetlerimiz ruhuna kavuşamayacaktır.

Etrafınızdaki kırk yaş ve üstü insanlarla sohbet edin ne demek istediğim daha çok netleşecektir. Çünkü her birinin renklerin azaldığına, tonların kaybolup gittiğine, insanın makinelerin kölesi olduğuna, duyguların klişeleştiğine, söz kalıplarının inceliklerin, güzellik ve derinliklerin üstünü örttüğüne dair bitmez tükenmez şikayetlerini duyacaksınız.

Haklılar mı derseniz, bence sonuna kadar evet!

Zira iç yangınlarımız, kalp titreşimlerimiz, eşref saatlerimiz ve yaşamı yaşam kılan ne varsa hayatımızda zamanın şuur giderici eczalarıyla kökünden kurutuldu ve hayat dediğimiz tek perdelik sahne, fotoğraflarımıza fon teşkil etmekten başka bir işimize yaramaz oldu artık.

Bakın hayatlarımıza;

Birbirimize bakınca hayatın kendisini değil; vitrinleri, markaları, trendleri, modelleri, imajları, emojileri görüyor; birbirimizle kelimelerle değil, harflerle, rakamlarla, işaretlerle konuşuyoruz Hayatın ritmi değil ilgimizi çeken, cihazlarımızın internete bağlanma hızı.

Biri bize gerçekten bir şey anlatmaya çalıştığında anında sıkılıyoruz. Çünkü anlamamanın, derinliğine kavramamanın verdiği aptalca konfora meftun olduk.

Hayata, insana, duygulara ya da fikirlere değil; bize hiçbir şey kazandırmayan ama hiçbir maliyet de çıkarmayan tuşlara dokunmanın hazzı nefsimizi okşuyor. Bu durgunlukla, içi boş cümlelerle, ifadesiz yüzlerle, birbirine dokunmadan yaşamaya imkân veren hayatlarla yaşamayı seviyoruz.

Kim bilir, belki de güvenli buluyoruz, zira korkuyoruz.

Korkuyoruz çünkü kötülük kanser gibi yayılıyor ve kötülerin kötülük yapmakta gösterdikleri gayreti, iyiler iyilik yapmak için yeterince gösteremiyor. Güzelliği yaşatmak için gösterdiğimiz gayret, arzu ve ısrar çirkinliği geriletecek kadar güçlü halde değil.

Koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti, amasız adalet ve hakkaniyeti temel önceliği, vazgeçilmezi, olmazsa olmazı sayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.

İnsanlığının iyi kötü farkında olanlar, kaybettikleri her savaşı insanlıklarını yeterince tahkim edememiş oldukları için kaybediyor. Bizler üzerinde tepindiğimiz manevi mirasa dört elle sarılamadık ve bunlara yeterince sağlam tutunamadığımız için de ayağımızı bastığımız zemin çatırdıyor. Bulunduğumuz yeri insanlığımızla yeterince aydınlatamadık ve dünyayı karanlıklar ele geçiriyor!

Peki bu “manevi taharet” nasıl gerçekleşecek?

Öncelikle madem ki kendimize toplum diyoruz, insanlığımızı aynı bedenin uzuvları gibiymişiz gibi düşünmeye mecburuz. Yanıldığını fark edebilmek, tökezlediğini bilebilmek, çuvalladığını anlayabilmek ve kendi başına hiçbir şey olmadığını kabullenebilmekten başlayacak “ayağa kalkışımız.”

Madem ki insanız; yanlışlığa karşı dosdoğru, kirliliğe karşı tertemiz, karanlığa karşı apaydınlık, çürüyene karşı sapasağlam, kaypaklığa karşı güvenilir olmakla mükellefiz.

Aklımıza, dilimize, kalbimize başkalarını ezmek için görünmez balyozlar takıp gezdiğimiz şu zamanlarda bunları yapabilmek zor bilirim. Ancak varlığımızın nasıl acımasız bir işgalin tahakkümü altında olduğunu görebilmemiz için; gün boyu bizi nelerin meşgul ettiğine biraz daha yakından bakmamız yeterli olacaktır!

Zira zaaflarıyla yüzleşmeyen, yüzleşemeyen insan, kötülük endüstrisinin en istikrarlı müşterisidir. Bu endüstrinin çarkları arasında öğütülmemek, bu dünyadaki varlığımızı anlamlı kılmak ve bu dünyadan geçip giderken hoş bir seda bırakmanın yolu ise dil, din, ırk, renk, mezhep gözetmeksizin; bir annenin kayıp evladını aradığı gibi, bir hastanın şifa aradığı gibi, bir âşığın asırlardır görmediği sevgilisini köşe bucak aradığı gibi yaratılmışa hizmet etmekten, hizmetkâr olmaktan geçiyor.

Zira kalben aklettiğimizde göreceğiz ki;

İnsan denen varlığın “yasak ağaçlara” dokunduğu günden bu yana nesilden nesile aktarılan sahip olma ve tahakküm etme hırsı; adına “modern” konulan bu çağda çevre katliamı, türlerin tükenişi, insanlığın azımsanmayacak çoğunluktaki kısmının açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, milyonlarca insanın yerinden ve yurdundan edilmesi olarak yaşam buldu. Aldığı nefesten içtiği suya kadar bin bir ihtiyaç sahibi olan bu muhtaç varlık, sahip oldukça aciz olduğunu unuttu ve bu unutuş ona aynı zamanda özünü de kaybettirdi.

Bu kaybediş sanayi devriminde makinenin icadıyla zirveye çıktı; zira icat ettiği makinenin yaptıklarını, yapabildiklerini gördükçe içindeki “sahip olma”, “hükmetme” hırsı adım adım yaratılış gayesinin çok önüne geçti ki bugün merkezde sadece “kendisi” var.

Ürettiği bilginin büyüsü içinde ihtiyaçsızlığını ilan eden bu varlık, teknolojinin baş döndürücü hızı ile ayağını yerden kesti ve bu ihtiyaçsızlık(!) hali kısa sürede bağımsızlığa dönüştü. Zihninde öldürdüğü “kudretin” yerine kendisini koydu ve acziyetinden bihaber elde ettiği gücün savurmasıyla Firavunlaşmaya, bilginin şehvetiyle Hamanlığa, sahip olduğu ekonomik güç ile de Karunluğa soyundu.

Sahip olma hırsı, tüketim arzusunu günden güne artırdı ama doyurduğu nefsine karşılık bu kez ruhu aç kaldı. Bu açlığı doyurmak adına içinde yok ettiği “kudret”in boşluğunu bu kez “izm”lerle doldurmaya başladı. Bu “izm”lerin her biri, ortaya çıkışında merkeze insanı koyan bir düşünce yapısına sahip iken acemilik süresini aşan her “izm” kendisi gibi düşünmeyeni, görmeyeni, davranmayanı ya kendisi gibi olmaya ya da ötekileştirip yok etmeye başladı.

Sonunda da tüm bunlardan bencil, savurgan, tüm sorunlarını vurmak- kırmak ile çözmeye çalışan, her şeyi eleştiren ama söz konusu çözüm bulmak olunca susmayı tercih eden, haklıyı güçlü görmek yerine güçlüyü haklı gören ve anlamsızlığın içinde boğulmaya başlayan bir nesil ortaya çıktı.

Yazık ki, insanlığın tekâmül yolculuğunun özellikle son yüzyıldaki fotoğraf bundan ibaret.

Peki nerden başlamalı?

Öncelikle “dönüşümün” kendimizden başlaması gerektiği gerçeği ile yüzleşmek zorundayız. Çünkü, âlemlere rahmet olanın hayatına baktığınızda yaklaşık beş yıl süren “Hira Okulu” bu değişimin bireyden başlaması gerektiğinin en önemli işaretlerinden biridir.

Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” gerçeğini benliğimize fısıldayan bu okul; hakikate talip olan, bilgeliğe erişerek sevgiyi, merhameti, adaleti yaymak isteyen ve bu sayede de toplumun ıslahına çalışan kişiyi özüyle buluşturduğu gibi aynı zamanda mekânsal olarak bir “mağara” olduğu için hayat standartlarındaki en alt seviyeyi gösteriyor.

Yani bu okulun ilk şartı, “fedakârlık”.

Öyle ya, fedakârlık olmadan hiçbir dava yürümez, yürütülemez. Ama bu fedakârlık, okuyarak ve dinleyerek değil ancak yaşamakla, yaşatmakla öğrenilir ki, bu durumda yaşayan modeller çok önemlidir. “Fedakârlık” konusuna burda girmek istemesem de kısaca diyebilirim ki, bugünkü İslam dünyasının en büyük çıkmazı öndeki zatların bu konuda sorunlu olmasıdır!

Zira âlemlere rahmet olanın kanaat, şükür, tevazu dolu ve “hiçlik” üzerine bina edilmiş yaşamına rağmen; bu değerleri anlatan, O’nun kürsüsünden, O’nun hırkasıyla bağıran ama bir eli yağda bir eli balda olan lider ve hocalardan fedakârlık değil ancak sefahat öğrenilebilinir!

Çünkü kendinden başlamak adına “Hira Okulu”na adım atan birey; dünya adına tüm beklenti, istek ve taleplerini o “mağara”nın kapısında bırakacak ve böylelikle de bu standarda alışan bir birey olarak hayatta karşısına çıkan hiçbir engele karşı yılgınlık göstermeyecek, şikayet yerine şükür makamında olacak; okuma ve anlamalarından elde ettiği bilgiyi “hâliyle”yaşa”maya başlayacağı için yaşadığı çağa “taşı”maya da adım atmış olacaktır.

Göremiyoruz belki ama ömür dediğimiz şey inanın çok uzun değil!

Araştırmalar ülkemizde ortalama insan ömrünü “yetmiş yıl” olarak sunuyor artık istatistiklerde. İlk 20 yılı yerimizi aramakla, kendimizi keşfetmekle geçiyor. Bu yüzden olsa gerek bu 20 yılda sadece kendi sesimizi duymaya ve duyurmaya çalışıyoruz.

Kalan kırk yılın otuzu uyku, yeme-içme, TV ve diğer anlamsız işlerle geçiyor ve bu dönemde hep dış sesleri duyduğumuz ve dışarının sağır edici sesine kulak kesildiğimiz için iç sesimizi duyma imkânımız kalmıyor. Bu dönemde enerjimizi türetilmiş ihtiyaçlar, tüketen ihtiraslar, esir edici tutkular, maliyetli zevkler, statü endişesi ve başkaları ne der takıntısıyla tüketiyoruz. Bundan olsa gerek ki yaşamın içine inemiyor, sadece kıyısında yaşıyor; ruhlarımızı tam da bu dönemde bereketsiz ve anlamsız bir yığın koşturmacanın içinde nefessiz bırakıyoruz.

Altmıştan sonrası ise el ayak çekme dönemi ve bu dönemde insan sessizliğin bile sesini duyar hale geliyor.

Kısacası ortalama bir ömür bahşedilen insanın, sınırlı miktarda “iyi” vakti var.

Bu yüzden ömür dediğimiz “minicik bir parantezin içinde yaşıyor, kendimizi kitabın içindeki her şeyden haberdar sanıyoruz” derim hep.

Emin olun ki ne yaparsanız yapın o “mutlak son”dan hiçbirimiz kaçamayacağız ve hep andığım gibi en son “haşerat karnını kolayca doyurabilsin diye” kefenimizin ipini gevşetecekleri bir yer burası! Yüz yıl sonra kimse varlığımızı anımsamayacak bile!

Öyleyse;

Bencillik kuyusunda ittiği feragati ile utanarak da olsa yüzleşmek isteyenler; çağın kurtlarına kaptırdığı cömertlik gömleğini yeniden giymek isteyenler; faiz kervanlarının insafına terk ettiğimiz yardımseverliği kölelikten kurtarmak isteyenler; var olurken verilen şefkat gömleğini kapalı kapılar ardında oyalandığı çoğaltma tutkusuna yırttırmış olanlar; komşusu aç iken tok yatmış olmaktan utanmayı da unutanlar; ruhlarının bencillik zindanında boğulmuş olanlar; nice nice babaları infaksız, sadakasız, zekatsız bırakarak Hz. Yusuf misali ağlatıp sızlatanlar;

Diyeceğini demezse ölecek bir adam gibi, ölmeden evvel son bir şey diyecek bir adam gibi diyeceklerim var size!

Eğer tadını bilirseniz ekmeği paylaşmak, ekmekten daha lezzetlidir” derdi rahmetli dedem ve eklerdi “ekmek mideni doyurur, vermek ise ruhunu. Midenin açlığını unutursun ama ruhun aç oldu mu yüreğinde kocaman bir boşluk açılır ve o boşluğu paylaşmak dışında bir şey dolduramaz! “

Zaman geçtikçe ben de yaşaya yaşaya anladım ki; vermek aslında aldığımızı hatırlamak içindir, çünkü vermeyi unuttuğumuz zaman veren kudreti de unutmuş oluyor; bu unutuşla her şeyi kendimizden sanır hale geliyoruz.

Manevi necasetten temizlenmek adına fark etmeliyiz ki; vermek daha büyük, daha kalıcı, daha anlamlı, daha değerli “alışlar” koymak içindir. Çünkü verirken o verişin muhatabı Allah’tır. Arifler boşuna demiyor vermekle “vereni” bulursun diye.

Bu nedenle olsa gerek ki dünya gailesi ve bencilliğinden sıyrılarak verebilen insan, “varlığı verenle” muhatap olur ve bu verişle dünya tarlasına ötelerin paha biçilemez tohumlarını eker. El uzatılan her yetim, güldürülen her yürek, sofrasına katık olunan her yoksul, düşmüşü yerden kaldıran her el, mazlumun çığlığına uzatılan her kulak ötelerdeki cennetle aramızdaki duvarları bu sayede yıkar. Çünkü yaratılmışın rızasını alarak bizzat Yaratan’ın rızasına kavuşursunuz.

Öyleyse diyebiliriz ki; ellerimizi açıp her verdiğimizde o avuçların içine cenneti inşa ederken; emanet ve aynı zamanda imtihan olarak verilen her nimete karşılık kapatılıp kendi benliğine saklanan, korkuyla istiflenen, üst üste yığılan her şey ise kalplerde inşa edilen bir cehennemin temeli olur.

Rabbim her birimize “özünden” okumayı, bu “özü” anlamayı ve yaşamayı; dilimizden ziyade “hâlimizle” taşımayı ve manevi kirlerden arınmamızı nasip etsin!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir