MERHAMET, VİCDANIN KALBE OKUDUĞU EZANDIR.
Cennet olmasa dahi, elinden iyilerden olmaktan ve iyilik yapmaktan başka bir şey gelmeyecek; cehennem olmasa dahi kötülük etmeye ve kötülerden olmaya kabiliyeti olmayacak bir gönlü inşa etmeli insan. Ne sevabı cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin Rabbine duyduğu sevgi ve o sevgiyi kaybetme korkusu ile istese de günah işleyemeyecek, istemese de her halini ibadet zevkine bürüyecek bir gönül cennete çevirebilir bu dünyayı.
Alemlere rahmet olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia eden kişi ya da kişiler “merhametten nasipsiz olabilir mi gerçekten” diye sormak istiyorum.
Hepimiz için zor bir soru bu…
Öyle ya merhamet, Rahman’ın vicdanımızdaki tecellisi olsa gerek ve yazımın başlığında da sunduğum gibi vicdanın kalbe okuduğu ezan adeta. Bu ezanı duymak istemeyen rahmete talip olabilir mi?
Çünkü kul, merhametle donandıkça kendi iç sesinden başlayarak sesini iletebildiği tüm vicdanları ayağa kaldırıyor; vicdan ise Rabbin sesi olarak kalbi harekete geçirip insanları iyilikler yapmaya, dertleri paylaşmaya; düşmüşe el, yoksula umut, kimsesize kes olmaya yönlendiriyor. Tevhidi layığınca hissedip bu şuurla yaşamını idame ettirdikçe de O’nun işaret ettiği ahlâktan biraz daha nasipleniyor; böylesi bir ahlak ve ilimle yeni baştan içine hicret ederek ‘Rabbin halifesi’sıfatıyla yeryüzü işlerine vekalet ediyor.
Meşguliyetlerin sayılamayacak kadar fazlalaşmış olmasına mukabil ömrümüz oldukça kısa, amellerimiz kusurlarla dolu, ecelimiz her dem yakın, yolculuğun mesafesi ise oldukça uzun.
İmtihan dünyası öyle çetin ki, nicelerine “asla yapmam!” dedikleri ne varsa yaptırıyor, kalemin ve kaderin sahibine karşı küstahlıklarının bedelini hakkiyle ödetiyor, “o zillet benden uzaktır” dedikleri şeylerle onları rezil rüsva ederek kaç ayarlık olduklarını cümle aleme gösteriyor. Sahiplenme tutkusunu, öfkesini, kinini, hırsını, kıskançlığını, cehaletini kalbinden söküp atamayan her insan da; içine hicret edip onların yerini sevgi, şefkat, merhamet, en çok da adalet ile donatmadığı sürece nefsini vicdanına imam kılıyor.
Hatırlamak gerekiyor ki kibir, İblis’i Allah’ın huzurundan uzaklaştırmış; hırs, Adem ile Havva’yı cennetten çıkarmış; haset ise kardeş katilliğine götürmüştü. Yanisi kibir imanı, hırs nefsi, haset ise cana musallat olarak onları heba etmenin resmini koymuştu ortaya.
Bu nedenle de başa geleceklere razı olmak kadar, sanırım onlara hazırlıklı olmak da önemli.
Kainat var olduğundan beri iyi ile kötü, hak ile batıl bir mücadele halinde ve bu mücadele sünettulahın gereği olarak hayatlara yansıyor. Güzelliğin ortaya çıkması için nasıl çirkinliğe ihtiyaç varsa, kötülük olmadan da iyilik tecelli etmiyor. Allah, kullarını hak ve batıl yolunda seçmek ve ille de ayrıştırmak için onları hür iradelerinde serbest bırakmış durumda ve ortaya şer gibi çıkan musibetler, başa gelen belalar, esen sert fırtınalar ise bu ayrışmayı sağlayan mihenk taşları adeta.
Hz. İsa’nın deyimiyle kurtuluşa giden kapılar daracık ve kapalı, helaka giden kapılar ise geniş ve ağzına kadar açık.
Kimbilir belki de bu yüzden de vahiy ile bereketlenen gül bahçelerinde firavun ötüşlü baykuşlar tünedi; İslâm’ın diriltici soluğu ile abad edilen topraklar adım adım zulmün, gözyaşının, haksızlığın merkezi olmaya başladı. Belki de bu yüzden alemlere rahmet olanın mütevazi evinin yerine saraylar; gönüller inşa edilmeden şaşalı mescidler, camiler inşa edildi. Büyük çilelerle sürülen, şehit kanlarıyla sulanan iman toprağında açması gereken çiçeklerin yerini dikenler kaplamasının sebebi belki de buydu. Yetimin çığlığının, düşkünün feryadının duyulmaması; yoksulun, sahipsizin gözyaşlarının görülmemesi de bu yüzdendi.
“Merhamet” ile başladık oradan devam edelim.
Evet, sürekli Alemlere rahmet olanın müthiş biri olduğunu ve bizler için muazzam bir örnek teşkil ettiğini söylüyoruz ama aynayı kendimize çevirip, onun bize bıraktığı nebevi ahlâktan nasiplenmek söz konusu olunca da ne kadar uzakta olduğumuzun farkına varamıyoruz.
Ama Allah, O’nun güzel ahlâkını sırf biz takdir edelim diye değil; elimizden geldiğince o örneğe yetişmeye çalışalım diye örnek kıldı.
Birçoğunuzun bildiğine eminim, bazılarınız da söyleyince hatırlayacaklar.
Bedir Muharebesi, muazzam bir zaferdi. Müslümanlar kendilerinden hem sayı olarak hem de savaş teçhizatı olarak çok büyük olan Kureyş ordusu ile karşı karşıya gelmiş, tüm olumsuzluklara rağmen onlardan yetmiş lideri ortadan kaldırmıştı.
Ama Uhud’ta bunun tam tersi oldu. Savaş, aynı Bedir gibi coşkuyla başladı. Başlangıçta, müslümanlar kazanmış görünse de Hz. Peygamber(sav)’in tepeye yerleştirdiği okçulara “cesetlerimizi kuşların parça parça ettiğini görseniz dahi burdan ayrılmayacaksınız” demesine rağmen; Kureyş’in mağlup olup gerisin geriye kaçtığını görünce, bunun rahatlığıyla kendilerine verilen talimatı unutuyor ve aşağı iniyorlardı.
Henüz İslâm ile şereflenmeyen ve Kureyş safında yer alan komutan Halid Bin Velid ise bu hata sonrası askeri dehasıyla durumun farkına varmış; bir buluşma noktası ayarlamış, tüm Kureyşlileri orda toplamış ve bu itaatsizliği en iyi şekilde kullanarak müslümanlara arkadan saldırtmıştı.
Hz. Peygamber (sav)’in bile yara aldığı, dişlerinin kırıldığı o hengamede bir savaş hilesiyle “Peygamber öldü” fitnesi Kureyşliler tarafından yayılmış ve Hz. Ömer gibi bir cengaver dahi kılıcını kuma saplayarak “eğer peygamber öldüyse tüm bu mübarezenin anlamı ne” diyerek dizleri üzerine çökmüş, müslüman ordusundaki moraller alt üst olmuştu.
Fitnenin farkına varan Hz. Peygamber(sav), kısa süre içinde ayağa kalkarak yeniden savaşmaya başlayınca bunu gören müslümanlar dağa çekilmişlerdi. Ama savaşta tam yetmiş sahabi şehit olmuştu ki, bunların arasında şehitler serdarı Hz. Hamza (r.a) da vardı. Hz. Peygamber (sav)’in onun için ne kadar gözyaşı döktüğünü siyer kitaplarından okuyabiliyoruz.
Birkaç kişinin hatası yüzünden hem kazanılmak üzere olan savaş mağlubiyetle sonuçlanmış, hem de yetmiş sahabi şehit olmuştu. Emre itaat etmeyerek bu sonuca sebep olanlar ise, öyle bir haldeler ki peygamberin yanına gidip taziyelerini bile sunamıyorlardı mahcubiyetten. Hz. Peygamber ise kızgın, üzgün ve mahsun bir haldeydi.
Ama tam da bu noktada müthiş bir ders var;
Savaş bitip şehitler getirildiğinde, yani Hz. Peygamber (sav) bu hatayı yapan sahabilerle yanyana gelmeden; kızgınlığını, sitemini, üzüntüsünü dile getirmeden önce müthiş ve sarsıcı bir uyarı ile iniyor Cebrail:
“Ey Muhammed (sav)! Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın!”
Dikkat edin ne olur. Allah ‘yumuşak davran’ demiyor. Böyle olmalısın diyor. Yani konuşman, yüz ifadelerin, duyguların, onlara bakışın hilm içinde olmalı, yumuşak olmalı. Onlarla buluşmaya gittiğin zaman onlara kızma. Onlara güzel şeyler söyle. Onların iyi yönlerini ön plana çıkar. Onlar zaten perişan ve yeterince mahcuplar. Beşerdiler ve hata ettiler. Ama dikkat et; onlar, canlarını ve mallarını bu uğurda ortaya koyup savaş meydanına kadar geldiler. Orada ölüm isabet etmiş olsaydı dahi, hiçbiri kaçmayacaktı. Onların şu an morale ihtiyacı var. Biliyoruz, senin de yüreğin yaralı ama onlar en büyük desteği senden alıyorlar. Bu sebeple git ve onlara güzel şeyler söyle.
Yani Hz. Musa(as)’ya, Firavun’a bile gittiğinde ‘ona yumuşak davran, halim ol’ mesajının aynısı var burda da.
Ardındaki ayet ise konuya noktayı koyuyor:
“Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlara kızıp bağırıp çağırsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”
Neden?Çünkü zaten yeterince mahcup, ezik ve hüzünlüler. Eğer sen kaba davranırsan bir daha asla senin karşına çıkacak cesareti bulamazlar.
Sonuçta ne oldu? Ayetin hükmünce Hz. Peygamber (sav) tüm acısı ve hüznüne rağmen, Rabbimizin kalbine ilka ettiği rahmet ve merhamet ile onlara kızmıyor, bağırmıyor, çağırmıyor. Ama ayet bitmiyor. Ne diyor?
“Onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Yapacağın bir iş konusunda da onlara danış”
Yani, onların yaptığı hata ile amcan ölmüş, yetinilmemiş vücudu deşilmiş, ciğeri çıkarılmış, zalim bir kadın tarafından dişlenip atılmış; yine yetinilmemiş, tam yetmiş sahabin şehit olmuş. Buna rağmen “yumuşak davran, onlara dua et ve onlara danış!”
“Sübhanallah!”
“Allah’ın rahmet ve merhametine bakar mısınız?”
Nitekim Hz. Peygamber, bunları harfiyen uyguluyor da. Hemen sonrasındaki savaşta bizzat bu hatayı yapan sahabilerini çağırıp istişare ediyor ve onların verdiği karar üzerine hareket ediyor, savaş ise zaferle sonuçlanıyor.
Şu ibret dolu yaşanmışlıktan da anlıyoruz ki ancak sıdk ile meziyetlenme şerefine nail olan sadıklar, Hakk davalarından ödün vermezlerse “sıddık” oluyorlar ve idrak edebilmek,ışığın yanında olmak ise nasipli gönüllerin işi.
Öyle ya sıdk; özüyle, sözüyle dosdoğru kalıp batıla meyletmemek; sadakat ise kalpteki niyetin ağızdan çıkana uyması değil mi?
Öylesine bir tarih olayı olarak okuduğunuz bu yaşanmışlıktan bize düşen pay ne sizce?
Kanımca hak ve hakikat kaleleri yıkılmadan evvel oraları mesken eyleyen kötülere kötü, yaptıkları yanlışlara yanlış, çirkinliklerine çirkinlik diyebilmek.
Bunu yaparken de tamahkâr bir tüccar gibi; fayda zarar hesabı ile değil; hakiki bir Müslüman hasbîliği içinde faydadan feragat ederek zararı göze alarak kötünün kötülüğünü, çirkinin çirkinliğini, yanlışın yanlışlığını ifade edebilmek.
Çünkü kişinin yahut eylemin iyi-kötü, doğru-yanlış olmasında tek mihenk hak ve hakikattir. Kişiler ve eylemler bize yahut sevdiklerimize sağladıkları fayda sebebiyle değil, hakikate nispetlerine göre iyi-kötü, doğru-yanlış diye tarif edilir. Aksi halde bize faydası olduğu düşüncesiyle kötüyü ve yanlışı sahiplenip, bize zararı olduğu vehmiyle iyiyi ve doğruyu ortadan kaldırmak durumunda kalırız.
Öyleyse ne yapacağız?
Nemrut’un ateşine su taşıyan karınca misali gücümüz neye yetiyorsa onu.
Yıllarca yan yana evlerde oturduğu gayrimüslim komşusuyla bir gaza meydanında karşı karşıya gelince; “ola ki üstümde hakkın vardır, çekil önümden ki seni bir başkası tepelesin” dedirtecek asalet ve dava şuuru, dürüstlüğün göze sokulurcasına değil, başka türlüsünü bilemediğimizi haykırırcasına; azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle ama.
Her konuştuğu kelimeyle, ortaya koyduğu her davranışıyla dışarıdan bakıldığında dünya için yapıldığı hissi veren en alelade işlerini dahi, yaptığı sağlam ve halis niyetle ahiret akçesi eyleyebilen bir gönülle.
Bu dünyada yaratılmışlara nasıl muamele ediyorsa yarın Hakk’ın divanında kendisine öyle muamele edileceğinin farkında; fakat yarın bana iyi muamele etsinler tüccarlığı ile değil; “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” safiyeti ile güzel ahlakı kendisine mülk eyleyen bir gönülle.
Bir günahkar gördüğü vakit, ‘bana verilen nimetler ona lütfedilseydi o benden çok daha iyi bir insan olurdu, onun imtihanı bana verilseydi ben ondan daha beter bir hale düşerdim’ diye düşünerek, karşılaştığı herkesi kendisinden daha iyi ve faziletli bilecek bir gönülle.
Bir başkasında hata ve noksan gördüğü vakit, ‘şayet bu hata ve kusur bende olmasaydı bir başkasında da görebilmem mümkün olmazdı’ şuuruyla, elde gördüğü her yanlışta kendisinde düzeltilmeye muhtaç bir hal olduğunu fark edecek, ‘hata yapanın değil görenindir’ bilinci içinde, kainatta en ufak bir noksan göremeyesiye tam ve kâmil olma derdine düşecek bir gönülle.
Oturuşuyla, kalkışıyla, davranışlarıyla, kısacası her anıyla bunu alenen vazeden bir gönülle. Herhangi bir musibet, hastalık yahut dertle sınanmadığı vakitler ‘acaba ne hata ettim ki Rabbim beni unuttu’ endişesiyle boyun büküp hamd içre yakaran; kendisine bir nimet ihsan edildiği vakit ‘yoksa iyiliklerimin karşılığı bu dünyada mı veriliyor’ tedirginliği ile istiğfar içre hamd eden bir gönülle.
Yaptığı her ibadetin öncesinde; layık olamayışının hüznüyle, sonrasında ise hakkını veremeyişin ezikliğiyle istiğfar eden; ibadetine karşılık bir mükafat beklemek edepsizliğine düşmek bir yana, ibadet edebilenlerden olmanın mükafatların en büyüğü olduğunu bilerek istiğfarına şükrünü katık eyleyen bir gönülle.
Yani cennet olmasa dahi, elinden iyilerden olmaktan ve iyilik yapmaktan başka bir şey gelmeyecek; cehennem olmasa dahi kötülük etmeye ve kötülerden olmaya kabiliyeti olmayacak bir gönlü inşa etmeli insan. Ne sevabı cennet arzusuyla işleyecek, ne günahtan cehennem korkusuyla kaçacak; cennet ve cehennemin Rabbine duyduğu sevgi ve o sevgiyi kaybetme korkusu ile istese de günah işleyemeyecek, istemese de her halini ibadet zevkine bürüyecek bir gönül cennete çevirebilir bu dünyayı.
Diliyle değil haliyle sabrı ve hakkı tavsiye eden insan, asra yemin edenin hatırına işlediği salih amellerle insanların da hüsranına perde olarak, salt kendisi için yaşamanın ölmekten beter olduğunu anlatarak, “bir başkası yaşasın diye ölebilmenin” yaşamaktan güzel olduğunu fark edebilmelerini sağlayacaktır. Ve biz imkân için adam gibi çalışıp, imanın hakkını vermek için hakikaten gayret edersek, Ebabillerin Rabbi bize kim olduğumuzu elbet hatırlatacaktır!
Kimsesizlerin bayramı, mahzunların mutluluğu, dertlilerin dermanı, kalbi kırıkların dostu, dizlerinde takat kalmayanların çalacak kapısı olmak adına; yeryüzünün yalnızca mazlumlarının yüzünü güldürmekle yetinmeyerek zulümlerine engel olup zalimlerin dahi kendisine muhtaç olduğu o muhteşem adaleti inşa etmek için geldik bu dünyaya. Hiç olmazsa hiç kimsenin acısı, hüznü, derdi, düşmanı, umutsuzluğu, hüsranı olmayalım ki çirkinleşmesin güzel yanlarımız.
Yarın merhametin Rabbine boyun bükecek halimizin olmasını istiyorsak, bugün bizim yüzümüzden boynu bükülmesin çiçeklerin bile. Tevekkeli değildir kulluğun şefkat ile yan yana yazılışı, kişinin kul oluşu kendine şefkatidir, başkasına şefkati Rabbine kul oluşu.
Ey nefsim…
Hal böyle ise kimseyi incitme, kalbin yeterse seni incitenlere dua et, hatta sen kalbine yet kimselerden incinme.