NİTELİK DEĞİL NİCELİĞE ODAKLIYIZ

NİTELİK DEĞİL NİCELİĞE ODAKLIYIZ

Kendi dilini anlamayanın kendi dünyasını da kuramayacağını; kendi dünyasını kuramayanların başkalarının dünyasında başkaları gibi yaşamaya mecbur kalacağını, kendisi olamayan kimsenin bir başkasına yeni bir dünya teklifi sunamayacağını ne zaman anlayacağız?

Eğitim ve öğretimi sayısal verilerle okumak yaptığımız en büyük yanlışlardan biri.

Sayısal veriler deyince ekonomiye bakar gibi “üretim ve ihracat patladı, turist sayısı başına düşen harcama ikiye katlandı, otomotiv üretiminde rekora gidiyoruz” şeklindeki açıklamalardan söz etmiyorum ama yazık ki bu açıklamaların benzerlerini eğitimde de görüyoruz. “Okul ve derslik sayısı şu kadar arttı, öğrenci ve öğretmen sayısı şu kadar yükseldi, şuradaydık buraya geldik, bakanlık bütçemiz şuradan şuraya geldi, çocuklarımızın bursları üçe beşe ona katlandı” türünden açıklamalar, eğitime yönelik söylemlerimizin ana çatısını oluşturuyor.

Sayısal gelişmeler yok mu? Elbette var. Hem de fazlasıyla.

Zorunlu eğitim süresinden, ayrılan bütçeye, öğrenci ve öğretmen sayısından maaşlara kadar hemen her şey dünle kıyaslanmayacak oranlarda tabi ki yükseldi. Harikulade ve şu yaşıma rağmen gidip öğrencisi olmak istediğim donanımlı ve devasa binalar yapıldı.

Ama sanki eğitimde çok daha önemli olan sayısal artış değil de; kalite, toplum memnuniyeti, çağın gereklerine uyum, uluslararası derecelendirme kurumlarındaki yerimiz, maaşların yeterliliği, peygamberlik mesleğini ifa eden toplum mühendisi yaşları kaç olursa olsun eli öpülesi öğretmenlerimizin saygınlığı; eğitim ve öğretimin toplumda yarattığı katma değer ve en önemlisi de ülkeye, millete, mesleğe, çevreye, tarihe, kültüre, milli ve manevi değerlere yönelik aidiyetlerimize katkı ve bilgiyi hayata ne kadar kattığımızın derdiyle kıvranmamız gerekiyor.

Ancak yazık ki özellikle ulusal ve uluslararası veriler bu konuda artık görmeyi erteleyemeyeceğimiz, kulaklarımızı tıkayamayacağımız, vicdanlarımızı örtüp başımızı çeviremeyeceğimiz tehlike sinyalleri veriyor ve “hazinemiz” olan gençlerimizi toprak altından çıkararak cevherlerini cürufundan ayırıp insanlığa ve topluma yararlı birer fert haline getireceğimize onları daha çok gömdüğümüzü gösteriyor.

Buyurun, bu verilere hep beraber bakalım;

Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre “Genel Eğitim Kalitemiz” forum içerisindeki 143 ülke içinde 2008-2009 Eğitim Öğretim yılında 77.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 89.sıraya,  2015-2016 eğitim öğretim yılında 92.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 92.sıraya ve nihayetinde 2016-2017 eğitim öğretim yılında ise 104.sıraya düşmüş.

Aynı forumun verilerine göre “İlkokul Eğitim Kalitemiz”yine 143 ülke içinde 2008-2009 eğitim öğretim yılında 91.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 94.sıraya, 2015-2016eğitim öğretim yılında 100.sıraya, 2016-2017 eğitim öğretim yılında ise 105.sıraya düşmüş.

Bitti mi? Yazık ki hayır.

Durum “Temel bilimler” olan Fen ve Matematik alanlarında da oldukça vahim maalesef.

143 ülke içindeki “Matematik ve Fen Bilimleri eğitim kalitemiz” 2008-2009 eğitim öğretim yılında 73.sırada iken, 2014-2015 eğitim öğretim yılında 98.sıraya, 2015-2016 eğitim öğretim yılında 103.sıraya, 2016-2017 eğitim öğretim yılında 107.sıraya düşmüş.

Dünya Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün her yıl bakanlığımız ile ortaklaşa yaptığı PİSA verilerine görematematik ve fen bilimleri alanında “mükemmel” kategorisinde tek bir öğrencimiz dahi yok maalesef.

Bu yıl 2018 PİSA’da açıklanan verilerde ilerleme katedilmiş olsa da yazık ki yetersiz olduğu konusunda toplumun tepeden tırnağa tüm kesimleri hem fikiriz.

Bizdeki sayısal verilerde de durum çok farklı değil.

Üniversiteye giriş sınavlarında 2001 yılında 9.315 gencimiz, 2002 yılında 8.919 gencimiz, 2016 yılında 32.983 gencimiz, 2017 yılında 37.026 gencimiz “sıfır” çekmiş.

Yani “Temel yeterlilik testi” için baraj geçme puanı olan 100 puan ve üstü alamamış ki bu adayların yarım net dahi yapamadığı anlamına geliyor.

2018 yılına baktığınızda “sıfır çeken” genç sayımız 41.281 kişiye yükselmiş ve 2018 yılında temel yeterlik testini geçemeyen genç sayımız 496.616 kişi. Geçen yıl sınava giren yaklaşık iki milyon üçyüz bin aday açısından baktığınızda bu rakam neredeyse her 4 adaydan birine tekabül ediyor.

Ürkütücü bir tablo değil mi sizce de…

Ama dahası var.

ÖSYM’nin resmi web sitesine girerek rahatlıkla görebileceğiniz bu verilere göre 2018 yılında temel yeterlik testine katılan adayların % 8’i yani yaklaşık 181.000 aday hiçbir matematik sorusuna doğru cevap verememişFen Bilimlerinde ise bu oran % 7’lik bir orana tekabül ediyor ve sınava giren 169.000 aday hiçbir Fen bilimleri sorusuna doğru cevap verememiş.

Bakanlığımızın yayınlamış olduğu istatistiki verilere baktığınızda özellikle bu işin maddi boyutu çok daha korkunç rakamlara ulaşıyor.

Bu işin canını adeta dişine takıp “çocuğum yeter ki okusun” düşüncesi içinde gece gündüz çabalayan anne, baba ve ebeveyn boyutunu görmezden gelseniz, sınava giren gencin yaşadığı hayal kırıklığının üstünü örtseniz bile; 2017 verilerine göre bir ortaöğretim öğrencisinin bakanlığımıza maliyetini kişi başı 6.676 TL olarak hesapladığınızda “sıfır çeken” 41.281 gencimizin devlete maliyeti 2018 yılı için 275.591.956 lira.

Yani yaklaşık 276 milyon liramız çöpe gitmiş.

Peki onca çabaya rağmen “neden böyle” diye soracaksınız biliyorum;

Çünkü okullar, çocuklarımızı hayata hazırlaması gereken,cevheri cürufundan ayırarak onları ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerine göre gruplandırıp topluma ve insanlığa yararlı birer fert haline getirmesi gerekirken, eğitimin onca kazanımını bir tarafa itip sadece ama sadece sınavlara odaklandılar.

Neden? Çünkü veliler öyle istiyor ve ilk sordukları şey okulların sınav başarısı!

Sadece veliler mi? Hayır!

Okulları denetleyen müfettişlerimizden ilçe kaymakamlarımıza, il valilerimize, bakanlığımız yetkililerine kadar hepsinin odağı “akademik başarı!” Yani hep dediğim gibi okula gönderdiğimiz her gencin avukat, doktor, hakim, savcı, bürokrat olmasını istiyor; “hiçbirşey olamazsan bari git öğretmen ol” diyoruz! Bu toplumun aynı zamanda esnafa, terziye, marangoza, elektrikçiye, tamirciye de ihtiyacı olduğunu atlıyor; ortaya koyduğumuz sınav sistemimize uyum sağlayamayanları “sistem dışına” atıyor; “başarısız” ilan ediyor, “işe yaramazsın” fikrini empoze ediyor, henüz hayatlarının baharında onlara çaresizliği öğretiyoruz.

Sınavlar önemsiz mi? Elbette önemli ama her şey değil!

Sınav olmalı mı? İlgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerin ölçümü için evet ama, eleyip sistem dışına itip “işe yaramaz” fikrini empoze edip çaresizliği öğretmek için hayır. Zira sınavlardaki birinciliğin hayatta bir karşılığı olsaydı dünyayı sınav şampiyonları yönetirdi! 

Kabul edelim ki, sınavlar özellikle bizim gibi ülkelerde, umut tacirliğine dönüşmüş durumda ve öğrenciler de ebeveynler de harcadıkları emeğin, paranın ve yapılan fedakârlığın karşılığını kesinlikle alamıyor.

Alın başınızı ellerinizi arasına düşünün ne olur? Sınav şampiyonları hayatın neresindeler?

Yarış atı misali bir sınavdan diğerine koşturarak, gençliğin öylesine okuyoruz ki hayata atıldıklarında artık pek çok konuda ne heyecanları kalıyor ne de onca özverinin karşılığını alabiliyorlar! Küskünlükleri, ortadan kayboluşları, yeni şampiyonluklar peşinde koşmamaları biraz da o yüzden.

Siz hiç, her yıl şampiyon olan takım gördünüz mü? 

Çok zor ama, biz çocuklarımızdan hep bunu bekliyoruz! Girdikleri her sınavı kazansınlar istiyoruz. O da yetmiyor, dereceye girmelerini bekliyoruz. Olmayınca da zaten içsel dünyalarında yaşadıkları savaşta yanlarında yer almak yerine karşılarına geçiyoruz.  Çünkü hemen hepimiz, olması gerekeni değil popüler olanı tercih ediyoruz. Çocuklarımızın ilgi ve yeteneklerini keşfetmeden, hayallerini dinlemeden, beklentilerini göz önünde bulundurmadan, kulaktan dolma bilgilerle bir dayatma içerisine giriyoruz. Bu yüzden okul seçerken ilk sorduğumuz soru kazandırdıkları özgüven değil, sınavlardaki başarıları oluyor.

Eğitime olan inanç azalıyor…

Bakın topluma. Bugün üniversiteyi kazananların üçte ikisi hiç istemedikleri fakültelerde okuyor, yüz binlercesi her yıl kazandıkları fakülteyi bırakıyor, milyonlarca üniversite mezunu da öğrenim gördüğü alandan çok farklı alanlarda çalışıyor.

Üniversite mezunu gençlerin sayısında hızlı bir artış olduğu hepimizin malumu ancak ekonomik ve sosyal yaşamın dışına itilen gençler arasında diplomalı ve vasıflı işsiz sayısı da aynı oranda hızla arıyor.

İşsiz üniversite mezunlarının oranı 2014 yılında yüzde 10.6 iken 2018 yılında yüzde 12.4’e yükselmiş durumda2018 verileri derlendiğinde mühendis diploması olan 91 bin, mimar diploması olan 40 bin gencimize iş imkânı sunamıyoruzSosyal hizmet bölümü mezunlarının yüzde 24’üne, gazetecilik bölümü mezunlarının yüzde 23.8’ine ve sanat mezunlarının yüzde 17.8’ine istihdam alanı açabilmiş değiliz. 

TÜİK’in 2018 verilerine göre 15-24 yaş aralığındaki genç nüfusun yüzde 20.3’ü işsiz iken, bu oran 2019 yılında yüzde 26.1 gibi devasa bir seviyeye yükselmiş. OECD ülkelerinde genç işsizlik oranı yüzde 10.9 iken Türkiye’de bu oran yüzde 26 ile OECD ülkelerinin 2 katını aşmış durumda. Bu da her dört gençten birinin ekonomik ve eğitim hayatının dışında kalması anlamını taşıyor.

TÜİK’e göre ne eğitim öğretimde ne de istihdamda olamayan gençlerin oranı yüzde 24.8 olurken, erkeklerde bu oran yüzde 17.6; kadınlarda ise yüzde 32.2.

Avrupa Birliği’nin (AB) resmi istatistik kurumu Eurostat’ın Nisan 2019’da yayımlanan ‘Çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen (20-34 yaş arası) gençler (NEET)’ araştırmasında ise 28 AB ülkesinin ortalaması yüzde 16.5 iken bu oran Türkiye’de yüzde 33.2.

Burada asıl çarpıcı olan, çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen genç kadın oranının AB ülkelerinde yüzde 21 iken ülkemizde yüzde 51 gibi çok çarpıcı bir seviyede olmasıdır ki bu da ülkemizde her iki genç kadından birinin ekonomik yaşam ve eğitim sisteminin dışında kaldığını göstermektedir.

Hepimizin sunmaya çalıştığım ve sayfalar dolusu anlatabileceğimiz, ciltler dolusu yazabileceğimiz tablo içinde farkına varmamız gereken en önemli şey toplumda eğitime olan inancın azalmış olması tehlikesidir.

Fazla değil, daha beş on yıl öncesine kadar bir çocuğun geleceği için eğitim olmazsa olmazların en başında geliyordu. Aileler yemez, içmez, gezmez, çocuklarının geleceği için her türlü fedakârlığa katlanırlar ve iyi okullara girsin, iyi meslekler edinsinler diye çırpınırlardı. Ama üniversite mezunları işsizlik sıralamasının en tepesinde yer almaya ve eğitime, diplomaya olan ilgi giderek erozyona uğramaya başladı.

Eğitim kalitemiz her geçen yıl düştüğü içindir ki, Süleymaniye taklidi cami yapıyor ama Mimar Sinan’lar yetiştiremiyoruz, adına enstitü kuruyor ama Yunus’ça bir dünya kuramıyoruz, Celalettin-i Rumi’nin sözleri dudaklarımızdan düşmüyor ama ahlâkı ve bakışından nasipsiz haldeyiz.

Eğitim kalitemiz her geçen yıl düştüğü içindir ki,, Gazâlî’yi, Râzî’leri, Cürcanî’leri, İbn Arabî’yi, İmam Rabbânî’yi, Sinan’ı, Itrî’yi, Yunus’u, Şeyh Galip’i özümseyen, tartışan; Batı düşüncesinin de Doğu düşünce geleneklerinin de kurucu düşünürlerini, yönelimlerini iyi bilen öncü bir kuşak yetiştirmek bir tarafa girip çıktığınız kurumlarda bu isimler anılınca gençler “kim bunlar” diye aval aval yüzünüze bakıyor.

Bu gaflet uykusundan uyanarak sormamız gerekiyor;

İngilizce kelimeleri canım lisanımızın içinde alelade kullanmayı entelektüellik alâmeti saya saya Türkçe’yi İngiliz aksanıyla konuşmaya başlayan ama “kendi dilinde okuduğunu anlamada” dünyadaki 72 ülke içinde 50. olan neslimizle nereye varacağız?

Kendi dilini anlamayanın kendi dünyasını da kuramayacağını; kendi dünyasını kuramayanların başkalarının dünyasında başkaları gibi yaşamaya mecbur kalacağını, kendisi olamayan kimsenin bir başkasına yeni bir dünya teklifi sunamayacağını ne zaman anlayacağız?

Kelimeleri ile birlikte ruhunu da yitirdiği için varlığı, bilgiyi ve değeri kendisi gibi anlamlandıramayan ve bu anlamlandıramayışıyla mesuliyetinin yükünden bîhaber siyasetçimiz; eğitimin sızısından mahrum işi sadece maaş alma- geçimini sağlama olarak gören eğitimcimiz; yardımlaşmanın ruhundan nasipsiz tüccarımız, muhtaç olsa dahi paylaşmanın zevkinden habersiz fukarâmız, tasavvufu mûsikî zanneden dervişimiz, ibadeti cennet beklentisi içinde bir tacir edasıyla muhasebe zanneden âbidimiz, mahallenin berberinden farkı olmayan imamımız; evladının başını emanet bilmeyen annemiz, annesinin ayağını cennet bilmeyen evlatlarımızla geleceğe nasıl yürüyeceğiz fikri olan var mı?

Ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimimiz, insanlığa sunacağımız muazzam şahsiyetlerimiz; dünyaya yeniden adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edeceğimiz nefis hikâyelerimiz varken neyi bekliyoruz?

Ne zaman farkedeceğiz?

Devletin en büyük ihalesinden en ücra köşedeki herhangi bir mutfağa kürdan alımına varıncaya kadar her bir şeyiyle dürüst ve şeffaf olduğunu ülkede yaşayan herkes tarafından kabul edilmesine sebep olacak kadar daha fazla dürüstlüğe muhtaç olduğumuzu,

Hayatı boyunca empati nazarıyla bakmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlere, bize çok gördüğünüz bir şeyi size ihsan ediyoruz dercesine değil; bilakis onları sizden ve temsil ettiğiniz değerlerden emin kılacak kadar büyük bir tevazu ve müsamaha içinde; birbirinden farklı düşünen insanları kutuplaşmaya itmeden, bölmeden, parçalamadan, ötekileştirmeden bütün endişelerini en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar empatiye ihtiyacımız olduğunu,

Aldığımız her kararda en tepedeki yöneticimizden en alt kademedeki memurumuza kadar herkesin fikir birliği içinde olduğu durumlarda başarının da, kazancın da, bereketin de kendiliğinden geleceğini; 

Yöneticiliğin hâkim olmak değil değer katmak olduğu bilinci içinde bunu tüm kurumlara aşılamak zorunda olduğumuzu,

İnsanların dininden, inancından, meşrebinden, ırkından, mezhebinden, siyasi görüşünden, aidiyetlerinden, sadakatlerinden, kim olduğundan, kimin yakını olduğundan, kimin kartvizitiyle geldiğinden ziyade önce bu işi yapmayı ne kadar hak ettiğinin tek ve şaşmaz terazisi olarak liyakati benimsemek dışında çaremiz olmadığını;

Emanetin ehline verilmesinin maneviyatımızın “olmazsa olmazlarından” olduğunu,

Hatta bir tık öteye geçerek ehliyetin olmadığı, emanetin ehlinde olmadığı vakitlerin kıyamet habercisi olduğunu ikaz eden Nebevi soluğun tepemizde durduğunu,

Etrafımızda toplananların, bizi onaylama vaktini hesap ederek başını sallamaya hazır bekleyenlerdense, bize yanlışımızı çekinmeden ifade edebilecek birikim ve şahsiyetteki kimselerden oluşmasının gerekliliğini ne zaman fark edeceğiz?

Peki ne zaman kaybettik?

Eflatun’un iddia ettiği gibi eşya ve hayat sabit değildir. Bizim geleneksel din, dil ve hayat algımızın bu Eflatuncu ve Aristocu mantıkla şekillenmiş olması bu değişimi bir şekilde yaşadığımız halde görmemizi engelliyor ve bizi değişim karşısında aciz bir durumda bırakıyor.

Yani en önemli nedenlerden biri müslümanlar olarak son iki asrın bütün değişimlerine hazırlıksız yakalandığımız gibi, hız çağının getirdiği dijital dünya çağına da ayak uyduramamış olmamız. Genelde tüm dünya müslümanları, özelde ise Türkiyeli müslümanlar olarak bu konuyla ilgili iki temel sorun ile karşı karşıyayız:

Birincisi; batılı bir paradigma (değerler dizisi) ile düşünerek, yeryüzündeki her şeyin bizim için yaratıldığını, onların sahibinin insan olduğunu, onu elde etmek için her yolu kullanabileceğimizi, elde edince de onu sınırsızca tüketebileceğimizi söyleyen; böylelikle insanı sorumsuzlaştıran ve alabildiğine yücelten, yani merkezinde insanın bulunduğu seküler (dünyevi) bir zihne sahip olmamız.

İkincisi; zamanın, eşyanın, düşünce ve fikirlerin durağan, hakikatin ise geçmişte bir yerde sabit olduğu, değişmediği, değişmeyeceği, kişinin her dönemde bu sabiteye göre kodlanması gerektiğini söyleyen bir hafızaya ve din tasavvuruna sahip olmamız.

Yani batılı gibi modern(!) yaşarken, atamız ve dedemiz gibi düşünüyor; çocuklarımızı ve gençlerimizi onların zihniyle yetiştirmek istiyoruz! Eylemlerimiz söylemlerimizi yalanladığı için de gençler itaat yerine “isyan” yolunu seçiyor. Biz ise itaat edeni alkışlıyor, mevki ve makamları onlara sunuyor, isyan edenlere ise ‘dinden çıkmış’ muamelesi yapıyoruz. Oysa bu gençler bizim maskeli hayatımızdan, riyakâr tutumumuzdan kaçıyorlar. Ya bizim yapmaya çalıştığımız ancak sahip olduğumuz din dili ile maskelemeye çalıştığımız hayatı apaçık ve sonuna kadar yaşamak istiyorlar, ya da bizim bu riyakâr hayatımıza isyan ederek kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar.

Peki çözüm ne?

Unutmamalıyız ki, bireyin rolleri ailede şekillenmeye başlar. Çocuklar, ailede ve sosyal çevrede öncelikle rolleri, tercihleri ve sahip oldukları kimliklerle ilgili aidiyetleri öğrenirler. Aile ve yaşadığı toplumun inanç ve ideolojik sistemi yönünde örtük propagandaya maruz kalır ve ilerleyen yıllarda bu öğretilen tercihlerin yaşam tarzına ilişkin algılarına, kabul ve tepkilerine odaklanırlar.

Değerlerin yaşam tarzı haline geldiği, etkili kazandırıldığı toplumlarda çocuklara “üst değerler” kazandırılması zaruridir. Çocuk, aile ve sosyal çevresinden insan hakları, demokrasi, katılımcılık, çevre ve doğa bilinci, hayvan hakları, adaletli paylaşım ve dürüstlük gibi sayısını çokça artırabileceğimiz üst değerleri yaşayarak öğrenir ve bu yönde tutum ve davranışlar geliştirir. Yani böylesi bir toplumda ailesi ve yaşadığı toplumun siyasal tercihi, etnik kimliği, dini inancı ne olursa olsun toplumsal akit çerçevesinde ilkin “ortak değerleri” kazanır ve kişisel hassasiyetlerini bu değerlere odaklaştırmaya, tepki alanlarını bu tutumlarına göre belirlemeye başlar.

Bu sayede de kimseye “düşman” gözüyle bakmayan; insanların tercihlerine, yaşam tarzlarına, kişisel yönelişlerine karışmayan; birbirini “yola getirmeye” çalışmakla vakit kaybetmeyen bir toplum meydana gelir.

Yani, yapmamız gereken şey değerlerimizi yaratan faktörlerin çocuklarımız ve gençlerimiz tarafından rasyonelleşmesini sağlamak; onları sözlerimizle değil davranış biçimlerimizle ikna etmek; uygun ortam ve çevre faktörleri yaratıp pekiştirmek olmalıdır. Bu eğitim de arz ettiğim gibi ailede başlar, okulda devam ederek sosyal çevrede pekişir. Bu üçlü işbirliği yaklaşımı ve karşılıklı davranışsal etkileşim kuşaklar boyu devam ederek niceliğe değil niteliğe odaklı, üst kimlik kazanmış fertlerle “ortak paydayı” oluşturur.

Öyleyse diyebiliriz ki; nitelikli bireyler yetiştirmenin yolu, değerleri sürekli anlatan değil, bizatihi yaşayan bir toplum oluşturmaktan geçer.

Çocuğa söz veriyorsanız sözünüzü tutmanız, dedikodu yapma diyorsanız başkaları hakkında konuşmamanız gerekir. Bir öğretmen olarak öğrencilere ders anlatırken sürekli değerleri anlattığınız halde dersinize dakikalarca geç kalıyor, ders dışı faaliyetler yapıyor, dersten erken çıkıyorsanız; öğrencinin öğrenme hakkından çalarak; yetiştirdiğiniz öğrencinin müteahit olduğunda demir ve çimentodan,iş adamı olduğunda vergiden, esnaf olduğunda teraziden, çalışan olduğunda raftan çalmasına sebep oluyorsunuz demektir.

Zira öğrenme süreci domino etkisine sahiptir. Bu etki sayesinde de hırsızlık, ahlaksızlık yayılır ve üst değer haline gelir. Çünkü değerler ve değerleri yaşama biçimi bulaşıcı bir hastalık gibidir. Olumsuz davranışların görülme sıklığı arttıkça olumsuz davranışlar başat haline gelir; olumlu davranışların görülme sıklığı arttıkça da olumlu davranışlar başat haline gelir.

Ülke çapında gezmiş olduğumuz binlerce kurumda gördük;

Gençlerimiz niceliğe değil, niteliğe odaklı ama “kendilerinden” bir dil arıyor. Onları kalplerinden yakalayacak, nasihatlerin hayatlarına yansımasını sağlayacak, durumlarını küçümsemeyen, aksine anlayan ve içlerini gören dupduru bir dil  arıyor. Üst perdeden nasihat buyuran üsluplar,gençleri hiçbir şekilde etkilemiyor.

Kendilerinin sansürsüzce ve en önemlisi yargılanmaksızın anlaşılmasını, gündemlerinin yakalanmasını istiyorlar. Konuşan kişinin kullandığı “biz”li üslup, fena halde itici geliyor; dinleyen gençleri mevzu ne kadar sıcak olursa olsun boğuyor.

Konuşmacının “tehdit içerikli” ağır bir dil kullanması yerine , örneklerin içine yedirildiği güncel ve neşeli örneklerle bezeli, daha aktüel bir tarzı tercih ediyorlar. Asla uygulanmayacak uzak ve afaki idealler yerine yakın ve mümkün hedefler, gençlerimize daha çok tesir ediyor. Kişisel tecrübelerle süslenen ve yer yer özeleştiri de içeren üslup gençlerimizde daha kalıcı oluyor.

Sadece ‘başkalarının’ kusursuz,mükemmel ve örnek hayatlarının anlatıldığı, insanlara kusursuzluğu ve mükemmelliği dayatan teorik konuşmalar birkaç dakikadan sonra onlara bir şey söylemez oluyor. Teknolojinin önümüze serdiği sınırsız imkanları da düşündüğümüzde bu ilkeleri benimsemiş samimi ve bilge üsluplara ihtiyacımız var.

Bizdeki boyutuna gelince…

Kabul etmeliyiz artık!  Gençlerimizin artık eski, kalın kitapları kafa yoracak ne vakitleri var ne istekleri. Sahip olduğumuz manevi ve milli dinamiklerin ilke ve güzelliklerini tahrif etmeden ama muhatabı taltif ederek sunmamız gerekiyor.

Boş bir vaktinizde dolaşın ne olur okulları.

Gençlerin ezici bir çoğunluğunun ne kendilerini ifade edecek doğru dürüst kelime birikimi var, ne duygularını tanımlayacak refleksleri. Sorarsanız birkaç test sorusu ya da klasik, hemen döktürüveriyorlar ezbere biriktirdiklerini.

Yapmak zorundalar çünkü! Karşılaştırma baskısı yememek, ebeveynleri tarafından dışlanmamak, arkadaşları arasında yetersiz olmamak, bilmediği zaman sınıfta tembeller grubuna girmemek için!

Ama dikkat edin başaramadıklarında duygusal anlamda terk ediyorlar. Önce kendilerini, ardından ebeveynlerini, sonra sosyal yaşamı ve en sonunda okulunu…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir