ÖNCE ADALET
İflas etmiş tüccar misali eski defterlerimi karıştırırken rastladığım enfes bir manifesto;
Siyer kitaplarında “bir toplum için adalet mi güvenlik mi”tartışmasına nokta koyacak ve aslında “insan” denen kutsalın ne demek olduğunu çağımızın kirli ruhuna üfleyen bir olay nakledilmektedir:
“İslam ordusu başkomutanı Halid b. Velid(ra), bir gaza sırasında ordunun önüne çıkan ırmağı geçmek için su derinliğini ölçmek ister. Tabi devir bugünkü gibi imkânın “insanları azdırdığı” bir devir değildir.
Bir askere emir verir ve asker aldığı emir üzerine suya iner; ancak yüzme bilmediği için boğularak vefat eder.
Olay, kısa süre içinde Hz. Ömer (ra)’e nakledilir.
Hz. Ömer (ra)’in ortaya koyduğu “dillere destan” adalet anlayışında askere emir vererek boğulmasına sebep olan başkomutan Halid b. Velid (ra) birinci derece sorumlu tutulur ve yapılan muhakemeden kısas kararı çıkar. Yani şehit olan askere karşılık ortaya koyduğu askeri deha ile İslâm tarihine adını altın harflerle yazdıran Halid b.Velid(ra) feda edilecektir.
Araya giren hatırlı kimseler, askerin ailesine rica minnet kısas yerine kan bedelini kabul ettiririlir de, başkomutan Halidb.Velid(ra) canını Halife Ömer’in adaletinden kurtarır.
İşte bir toplumu ayakta tutan yegâne sır olan “adalet” budur.
Gerek fert gerek toplum gerekse de devlet bazında bu sırrıkulak ardı edenlerin “en iyisi dahi” ipek böceğinin yaptığından ötesini yapamaz. Zira bilenler bilir; ipek böceği, kendisine mezar olacak kozayı kendi eliyle çevresine örer ama kozanın ipekten olması, onun kendi eliyle kendini yok etme sürecine engel olamaz.
Ancak gelin görün ki “bilinçli” bir okumadan ziyade yaşam ve zihin konforlarımızı bozmamak adına sadece “duygusal bağ” kurmayı tercih ettiğimiz ilahi hitabın “tuzak kuran” olarak atfettiği şeytan ve şeytanî güdüler, Âdem babamız ve Havva annemizden bu yana insan üzerindeki tüm etkisini, insanın iradesinden ödünç aldıklarıyla gerçekleştirmeye devam ediyor ve o ilahi hitap açıkça zikrediyor;
“Tuğyan (zulmün artması) olan yerde tufan olur.”
Bu tarih boyunca böyle olmuş ve adalet “amasız” olmaktan çıktığı anlarda Rabbin şefkat tokatları ardı ardına gelmiştir.
Ancak bu tufan, zannımca zulüm sahipleri için bir felaket, “bittim” diyerek gemiye koşanlar için ise ilahi bir nimettir.
Peki bizim durumumuz nedir?
Yıl 2017. Geceye Bir Güneş Çizdim Romanı’nın sancısı ile kıvranıyorum. Romanın kahramanlarından Yusuf Dede’nin (rahmet olsun) çadırındayız.
Orda defterime aldığım bir not;
“Ey Adl-i İlahi. Biliyorum ki, gün gelecek dünya senin adil sıfatın gereği buz tutmuş bu çadırlarda sıcak ev rüyaları gören çocukların üşüyen yürekleri ile ettikleri bedduadan nasibini ziyadesiyle alacak!”
Bugün, o günlerde melekleşmiş ruhları sahillere vuran Aylan’lar, o minicik yüreklerden yükselen beddualar, gözleri iki resim karesine mahkûm bırakılmış bağrı yanık anaların gözyaşı doğradıkları ağıtları, sessiz çığlıkları semayı ağlatan babalarının iniltileri “mayalandı” ve biz seyirciler ise bundan hak ettiğimiz kadarını alıyoruz!
E dünya bu, sistem öyle bir işliyor ki kimsenin ahı hiç kimsede zerrece kalmıyor!
“Peki düzelir mi?”
Tabi ki düzelir. Umutsuzluk İblis’in fısıltısı. Bakın namaz için abdest almaya üşenen insanlar ‘iki yıla yakındır’ günde elli kez elini yüzünü yıkıyor.
Evet evet düzelir ve bu şerden de nice hayırlar doğar!
Ancak…
Başkalarının kusurunun bizim günahımızı örtmeyeceğini anlarsak;
İçimizdeki kin, nefret, hırs, hased gibi virüsleri temizlersek;
Merhametin, paylaşmanın, kardeşliğin ve katıksız sevginin bu dünyayı cennete çevireceğini anlarsak.
Kalbimiz başka, aklımız başka söylemezse.
İman başka bir yere çağırıp, zaman başka bir yere davet etmezse.
İçimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ederken, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi olmazsa.
Yetimin mahzunluğunun farkına varırsak,
Mazlumun gözyaşı içimizi kanatırsa,
Kahkahalarımız yanı başımızdaki acılara bigâne olmazsa,
Bir kalbimiz olduğunu hatırlayarak, o kalbin bir sahibi olduğunu fark edersek.
Ne için yaratıldığımızın farkına varırsak;
İçinde yaşadığımız dünyaya, içindeki dünyayı yaşatmak için geldiğimizi bir kez daha fark edersek.
İçinde yaşadığımız dünyaya içimizde yaşattığımız dünyayı kurban etmezsek.
Yapmıyor muyuz?
Emin olun “en iyi” günlerimizdeyiz ve tarih nice örnekleri ile dolu!
Tabi mezarlıklar ise hepsinin pişmanlığı ile sessiz!
İşte bu yüzden ısrarla haykırıyorum;
Küfrün, şirkin, modern puta tapıcılığın, kutsal karşıtlığının, dünyevileşmenin cırtlak ve çatlak sesi karşısında ürkenler, korkanlar, pusanlar, susanlar, umut kesip yakasına küsenler!
Yüreğimizin gözü aydınlansın, içimizdeki kanadı kırık kuş tekrar kanat çırpsın, gönül kulağımız meleklerin kanat seslerini yeniden duysun diye bekleyenler!
Fedakarlığı bencillik kuyusunda unutanlar;
Cömertlik gömleğini çağın kurtlarına kaptıranlar;
Yardımseverliği faiz kervanlarının insafına terk edenler;
Var olurken verilen şefkat gömleğini çoğaltma tutkusuna yırttırmış olanlar;
Komşusu aç iken tok yatmış olmaktan utanmayı da unutanlar;
Ruhlarının bencillik zindanında boğulmuş olanlar;
Nice nice babaları infaksız, sadakasız, zekâtsız bırakarak Hz. Yusuf misali ağlatıp sızlatanlar,
Siz hangi bedduanın ürünüsünüz, hangi günahın meyvesisiniz; annenizin karnında, babanızın kanında hangi cinayeti işlediniz ve hangi mukaddesi kirlettiniz ki bu toplumdaki bütün fenalıkları körüklüyorsunuz bilmiyorum!
Çöle döndürdüğünüz bu topraklarda; kinden dininiz, intikamdan imanınız mı var bunu da bilmiyorum! Ama toplumda yeşertmeye çalıştığınız kötülük ve nefret tohumumun bu topraklara ait olmadığını biliyorum!
Çünkü bu topraklara ait hiçbir tohumun meyvesi bu kadar zehirli, bu kadar ayrık, bu kadar “zakkum” olamaz. Zira hiçbir “yerli” diken, kendi yüreğini bunca kanatamaz, kendi gülüne bu denli düşman olamaz, kendi toprağına böylesine nefret besleyemez, öz değerlerinden bu denli tiksinti duyamaz.
Çünkü biz, bu coğrafyanın bin yıllık gerçeği olarak biliyoruz ki bu coğrafyanın mayasında sevgi, merhamet, irfan, hikmet ve adalet var!
Bunların koruyucusu biz acizler değiliz! Ancak bu değerler uğruna canını, malını, kanını şahit kılan şüheda ceddimiz Rabbin indindeki teminatımızdır!
Emin olun ki çok geçmeden Ebrehe’nin çocuklarının İbrahim (as)’in ‘Kâbe’sine hiçbir şey yapamayacağını ve ateşin imanı yakmayacağını anlayacaksınız.
Farkındalık dileklerimle!