ÖNCE İNSAN!
İnsanın kendi içindeki büyük cihatı bitmeden, dışa karşı olan küçük cihat bitmez hiçbir zaman. Yani önce kötü niyetlerimizi öldüreceğiz.
Bir dünya düşünelim! Kölelerin özgürleştiği, yoksulların doyduğu, açların güldüğü, çıplakların giyindiği ve tüm bu ezilenlerin yeryüzünün önderi haline geldiği.
Kur’an-ı Mübin’in Yunus suresi 25. ayette sözünü ettiği “darüsselam” yani barış ve esenlik yurdunun; diğer bir tabirle cennetin bu dünyada inşa edilmesi gibi. Zira Kur’an-ı Mübin’in özellikle “kefaret” ile ilgili ayetlerinin bile sözünü ettiğim bu inşayı işaret etmesi oldukça ilgi çekici.
Kur’an ayetlerini iyi irdeleyin.
İnsanın insana nasıl emanet edildiğini müşahede edecek, Rahman’ın (bu emanete sahip çıkılma üzerinden) aff için kapıları nasıl sonuna kadar açtığını iliklerinize kadar hissedeceksiniz.
Bakalım hep birlikte!
Ne diyor Allah?
Bir günah mı işledin, telafi edip temizlenmek için hemen boyunduruk altında olan birini bul ve onu tutsaklığından kurtar.
Buna gücen yetmezse hemen bir yoksul bul ve onu açlıktan kurtar.
Buna da gücün yetmezse aç kal.
Ya kölelere özgürlük (fekku ragabe),
Ya açları doyurma (taâm miskîn),
Ya da aç kalma (savm)!
“Ya açları doyur ya da kendin aç kal ki hallerini anla” diyor adeta Allah! (Maide 95, Nisa 92, Mücadele 3 ve 4, Maide 89 ayetlerini inceleyiniz)
Kur’an-ı Mübin’deki günahlara karşı kefaretler hep bu yönde…
Düşünün!
Hep ver diyor ayetler…
Yoksullara sahip çık…
Açları doyur…
Düşkünlere sahip çık…
Bence mesaj çok açık;
“Benim emanetime sahip çıkın ki ben de size sahip çıkayım!”
Haydi!
Dünya imtihanını; “yaşatmak” üzerine kuran ilahi sisteme karşılık günümüzdeki anlayışa bakalım şimdi de!
Adam bizim davamıza muhalif!
Davanız nedir?
Cihat ediyoruz!
Cihat insan öldürmek midir?
Sen sus, anlamazsın!
Ortadoğu’yu, Afganistan-Pakistan hattını ve son dönemde de Afrika’yı mesken tutmuş olan bu sözde İslamcı şebekeler kendilerine “mücahit” de deseler hep müslümanları öldürüyorlar.
Peki Müslümanın Müslümanı öldürmesi nasıl mümkün olabiliyor?
Bırakın Müslümanı bir insanı nasıl böyle vahşice katledebiliyor?
İnandığını sandığı dinin ortaya koyduğu her emir ve hüküm, başta adalet olmak üzere rahmet, merhamet, şefkat en çok da sevgi dilinin inşa edilmesi üzerine algılar yaratırken; tüm davet bunlar üzerine bina edilmişken…
Allah kelamında insanlığa kendisini sevgi, merhamet, iyilik, saygı, şefkat manasını içeren kelimelerle tanıtıyorken hem de.
Kur’an-ı Kerim’in bütün surelerinin bunlarla başlaması, gündelik hayatta her işe bunlarla başlanmasının istenmesi, “besmelenin” dahi bu kavramlar üzerine bina edilmesi Kur’an’ın en temel mesajının “sevgi” olduğunu apaçık gösteriyorken din adına, Allah adına, Peygamber adına bu vahşet nasıl yapılıyor?
Çünkü hikmetten, basiretten, ahlaktan, hukuktan yoksun “ilim patentli” fetvalarla birbirlerini “kafir” olarak görmeye başlıyorlar. “Müslüman öldürüyorum” diye değil, “kafir öldürüyor, sevap işliyorum” niyetiyle yapıyorlar bu vahşetleri!
Bu sayede de ama farkındalıkla ama farkında olmadan Batı’nın cihata yönelik manipülasyonlarına malzeme sunuyor; İslam’ı terörize etme, olmadı karikatürize etme, o da olmadı ‘bu görüntüleri yaymakla’ pasifize etme amacına hizmet eder hale geliyorlar.
Nasıl oluyor, bu fetvaları nerden alıyorlar bu apayrı bir tartışma ve yazı konusu; ama bu konuda birkaç kelam etmeden geçemeyeceğim.
Unutmamak gerekir ki İslâm, insanın aklı, doğası ve vicdanı ile çatışan bir inanç sistemi değildir. Çünkü İslâm, esasen “insan olma” sanatı, insan olduğumuzu hiç aklımızdan çıkarmama gayretidir. Bu yüzden de tüm kurallarını alt alta topladığınızda insanlığın ortak değerlerini içerir.
Gerek yaratılışı, gerek aklı ve gerekse de vicdanıyla bütünleşmiş insan varsa İslâm’ın ve ancak İslâm varsa insanın bir anlam ve değeri vardır.
Bu noktadan baktığınızda din olgusu, insana insan olduğunu gerçeğini hatırlatmak, ona doğru yolda ilerleyebilmesi için klavuzluk etmek, hayatını anlamlı ve değerli kılmak, aklını ve vicdanını köreltmesine engel olmak için vardır.
Peki madem öyle bu insanlar bu girdapta nasıl boğuluyor?
İşte asıl sorun burda.
Öncelikle şu akıldan hiçbir surette çıkarılmamalıdır ki din ısrar değil bir tekliftir.
Kimin teklifi?
Bizzat Yaratan’ın teklifi.
Bu yüzden de inanç kişinin bireysel sorumluluğudur.
Ahiretteki hesap da zaten bu bireysel sorumluluğun sonucudur. Yani din insanı tutsak etmek için değil aksine özgürleştirmek için; yok etmek için değil, yaşatmak ve mutlu kılmak için vardır!
Din, bize, aklımıza, vicdanımıza ve yaratılışımıza uygun olarak farkındalık ve duyarlılık kazandırmak; varoluş anlam ve amacımızı kavramamızda bize destek olmak; dünya hayatının geçiciliği ve ölüm gerçeği karşısında nasıl bir hayat yaşamamız gerektiği hususunda bizi bilgilendirmek; en güzel şekilde yönlendirmek; insan onuruna uygun bir hayat yaşamamız; barış,huzur,güven içinde yeryüzünü güzel ve yaşanılabilir bir yurt kılmamız; iyi ve güzel olana yönelerek kötü ve çirkin olandan uzak durmamız; bencillik, kin,öfke,hırs ve nefret gibi kötü huylardan arınmamız; yani kısacası Allah’ın bizden razı olacağı bir hayat sürmemiz için vardır.
Olmuyor mu?
O zaman bizim din anlayışımızda bir problem vardır. Dolayısıyla sorunu dinde değil, kendimizde ve dine bakış açımızda aramamız gerekir.
Tekrar söylemek gerekir ki;
Din bir taraftarlık değildir!
Din bir gelenek değildir!
Din folklorik bir ritüel değildir!
Din, Allah’ın kullarına zulüm aracı değildir!
Din insanı korumak, değer vermek ve yüceltmek için gönderilmiştir!
Peki insanları katletme olarak algılatılan cihat kavramı nedir?
Özgürlükleri çiğneyen baskıcı güçlere karşı kıyamın adıdır.
Başka?
İslam’ın önündeki engelleri bertaraf edip insanların kendi iradeleri ile İslam’a ulaşma imkanını sunmaktır.
Peki bunu nerden biliyoruz?
Bakalım…
Mekke fethedildiği sırada Hz. Peygamber (sav)’in “Küçük cihatı kazandık şimdi büyük cihata başlıyoruz” dediğini anlatıyor siyer ve hadis kitapları.
Yukarda tarifini yaptığım haliyle “küçük cihat” ile müşrikler dize getirilmiş; Rahman, Hz. Peygamber (sav)’i kutsal davasında muzaffer kılmış; yirmi bir yıl boyunca ortaya koyduğu ilahi kelamla canıyla, malıyla savaşanlar teslim olmuş, kaçacak başka yer bulamadıkları için de müslüman olmuşlardı.
Peki şimdi sıra nerde?
Büyük cihatta!
İnsanın kendi nefsiyle savaşı başlıyor; kendisiyle başbaşa kaldığı anlarda; vicdan denen gökkuşağının ucu bucağı görünmeyen siyahı karşısında muhasebesini başlatarak Rabbe kul, elçisine ümmet olma yolundaki adımlarını okuması ve kendisini düzeltmesi gerekiyor!
Alın bunu yukardaki tabloyla birleştirin!
Nerde Hz. Peygamber (sav)’in tespiti?
Hani büyük cihat?
Bitti mi?
Hayır!
Kur’an-ı Mübin’e bakalım;
Furkan suresinin 52. ayetinde “Onlarla büyük cihat ile cihat et” buyuyor Allah! Bu ayet, Peygamberliğin beşinci ya da altıncı yılında indi.
Düşünün!
Daha Hicret’e yedi–sekiz yıl var.
Mekke’nin ilk yılları yani…
Hz. Peygamber (sav)’in sahabesinin o ilk yıllarda Mekke’de herhangi birine el kaldırdığını, kavga ettiğini, savaş yaptığını duydunuz mu?
O zaman ne anlayacağız “büyük cihat” sözünden?
İnsanın elinden gelen gücü Allah yolunda sarf etmesini, gönül kazanmak için, yürek fethini kazanmasını anlayacağız.
Alın size en güzel cihat örneği!
Halleriyle cihat!
Davranışlarıyla cihat!
Sevgileriyle cihat!
Paylaşımlarıyla cihat!
Kardeşlikleriyle cihat!
Tüm mahlukatı kucaklayan merhametleriyle cihat!
Peki Medine?
Ordaki tüm savaşlar sadece “savunma” amaçlıdır.
Nefs-i müdafaadır!
Sonuç?
Cihat, insanın var gücünü kullanarak imanı bir yüreğe daha taşıması, ona ışık olması ve bunun aracılığıyla mükafalatlanmasıdır!
Zorlama yoktur bu eylemde.
Nasıl olabilir?
Kapı gibi Bakara 256 dururken…
Ne diyor Allah?
“Dinde zorlama yoktur!”
Allah Azze ve Celle Fecr suresinin yirmi yedi ve otuzuncu ayetleri arasında şöyle buyuruyor;
“Ey tatmin olmuş nefis! Rabbine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön ve gir cennetime”.
Ne anladınız bu ayetten?
Kamile varan, yani içindeki ‘insani’ yanı besleyen kişi kemale ermiş, kemale eren bu kişinin büyük cihatı zaferle sonuçlanmış, bu cihatı zaferle sonlandıran nefis ise artık tatmin olmuştur, doğru mu?
Görülmelidir ki kemale ermemiş, insani yanını besleyememiş, içindeki Yezit’i öldürememiş nefis, tüm kötülükleri ile uçurumdan aşağı düşer. Hırsı, öfkesi, kini, aç gözlülüğü, riyası onu alaşağı eder ve Kur’an-ı Mübin’in bahsettiği en güzel surette yaratılma olan “ahseni takvim” çizgisinden uzaklaştırır.
Çıkıyor mu başka bir sonuç?
Bence hayır!
Kısacası, insanın kendi içindeki büyük cihatı bitmeden, dışa karşı olan küçük cihat bitmez hiçbir zaman. Yani önce kötü niyetlerimizi öldüreceğiz.
Niyetler kin, intikam, öldürme, yok etme zehriyle bozulduğunda cihad kelimesinin anlamı kalmaz! Bütün İslami, Kur’ani ve Muhammedi hakikatler cihadın aslının nefis ve niyetle alakalı olduğunu haykırıyor.
Ama bu gerçek algılanamadığı için de yazık ki insanlar sadece kelime-i şehadet getirerek “kurtulduk” vehmine kapıldılar. Hem de kelime-i şehadetin Kur’an-ı Mübin’in tüm hükümlerinin altına “ıslak imza” atıp “hepsini kabul ediyor ve yerine getirmeyi taahhüt ediyorum” anlamına geldiğini bilmeden!
Değişen bir şey var mı?
Aksine “müslüman” olduğunu söyleyen Yezit’in dedesi Ebu Süfyan’ın ortaya koyduğu hırs, öfke, kin ve zulmü mumla arar olduk.
Kim ne derse desin!
Bu dine iman ettiğini söyleyen büyük çoğunluk Kur’an-ı Kerim’i mehcur bırakıp (terk edip), O’na kutsallık atfederek onu yüksek yerlere asmaktan vazgeçerek onu açıp “Rabbim bana ne diyor” diye okumadıkça; İslâm iddiasındaki her bir fert tüm ayetleri kendisine nazil olmuş gibi idrak etmedikçe; İslam dini bir tapınak dini olmaktan kurtarılıp Kur’an-ı Kerim’in tabiri ile din-ül gayyüme (hayat dini) olarak hayatın her alanında hüküm sürmedikçe; bu dine mensup her bir fert, her bir insanı Rahman’ın bir emaneti olarak görmedikçe, onu sahiplenmedikçe, ona karşı olan tebliğ borcunu kal ile değil hal ile yerine getirmedikçe, dinin asıl membası olan “sevgi” kavramı tüm kalplere nüfuz etmedikçe nasıl olacak?
İnsanlara Allah ve hesap korkusu aşılanmadıkça, vicdanların üzerindeki kir ve pas yetime, yoksula, düşmüşe el uzatmakla (yani Rahman’ın emanetine sahip çıkarak) temizlenmedikçe; insanlar dini yüceltmek; onun temsilcisi, sahibi olarak görünmekten vazgeçmedikçe, asıl sahip çıkılması gerekenin “insan” olduğunu kavramadıkça; yanlış kimden gelirse gelsin karşı çıkılmadıkça nasıl insanlaşacağız?
Dil, din, ırk, renk, mezhep gözetilmeksizin her türlü zulme kıyam edilmedikçe; herkes kendi putlarını tek tek tespit edip o putları İbrahim’in baltası ile yıkmadıkça, din bir taraftarlık olarak algılandıkça; kendisi gibi düşünmeyenlerin Rahman’ın ayeti olduğunun ve her bir ayrımın birer ayet olduğu özümsenmedikçe, Kur’an-ı Kerim’in tam 75 ayette ısrarla haykırdığı “akıl” nimeti kullanılmadıkça; gönüllerde “bireysel tevhid” kavramı nakış nakış işlenmedikçe,
Kimse düzelme beklemesin! Kimse huzur beklemesin! Kimse toplumsal vahdet beklemesin! Kimse rahmet ve bereket beklemesin!
Cennet beklentisi içinde olanlar!
Cenneti her yıl umreye gidip beş yıldızlı otellerde arayanlar! Cennet, her şeyden önce kardeşlik demektir. Paylaşım, bölüşüm, sevgi, merhamet, adalet, eşitlik, doğruluk, dürüstlük, özgürlük demektir!
Sonradan ortaya çıkan bütün ayrılıkların gayrılıkların sona ermesi; “takva” elbisesi dışında bütün elbiselerin çıkarılması; “erdem” dışında bütün rütbelerin sökülmesi; “insan” dışında bütün renklerin, ırkların, kabilelerin, dillerin anlamsızlaşması; “sahiplenme” dışında bütün bölüşmelerin ortadan kalkması; “sevgi” dışında bütün hislerin bayağılaşması; “Hakk” (gerçek ve adalet) dışında bütün otoritelerin yok olması demektir.
Bu kavramlar için mücadele etmeyenlerin cennet beklentisi sadece bir ütopyadan ibarettir.
Çünkü ayetler net ve açıktır! Önceki günlerde güldüren “o son gün de” gülecek… Önceki günlerde ağlatan “o son gün de” ağlayacak…Yaşatan yaşayacak, öldüren ölecek… Kahreden kahrolacak, sevince boğan sevince boğulacak… Mutlu eden mutlu olacak, azap çektiren azap çekecek… İnsanların dünyasını cennete çeviren cennete, cehenneme çeviren cehenneme girecek…