´ÖZ´ÜNÜZ NE KADAR ´GÜR´SE O KADAR ´ÖZGÜR´SÜNÜZ!

´ÖZ´ÜNÜZ NE KADAR ´GÜR´SE O KADAR ´ÖZGÜR´SÜNÜZ!

Düne, on yıl veya yüz yıl öncesine kadar çok daha rahat görünsek de artık “insan” kavramının “insanlık”kriterlerinden ne kadar uzaklaştığının; çamurdan yaratılmışın ne kadar çamurlaştığının, insanın ne kadar yalnızlaştığının, mutsuz hayatların en yüksek perdeden haykırışlarının ve toplumun hemen her bir ferdini esir alan “boşluk” kavramının okunması için kâhin olmaya gerek var mı sizce?

Bundan bin yıl önceki bir dönem… Devir Selçuklu devri.

Devrin nam salmış veziri Nizamülmülk, zamanın sultanı Melikşah´ın huzurundadır. Müthiş bir gayret ve devasa bir yatırımla; neredeyse binyılı inşa eden, İmam Gazali´leri dahi bağrına alan ve Batı üniversitelerine de kaynaklık eden muazzam bir eğitim hamlesi başlatmış olan Nizamülmülk hakkında öne sürülen iddialar idrak yetimidir;

“Nizamülmülk´ün eğitime yaptığı bu devâsâ yatırımla, İstanbul´u fethedebiliriz!”

Ama Nizamülmülk´ün Sultan´a verdiği cevap, bizi de silkeleyip kendimize getirmeye yetecek niteliktedir:

“Sultanım! Ben, gece orduları yetiştiriyorum. İlim, fikir, zikir ve ruh orduları. Maddî ordularının ulaşamayacağı yerlere onlarla ulaşabilirsiniz. İnançlarımızı, ruh köklerimizi her daim diri tutacak, biz yok olsak bile inançlarımızın yaşamasını sağlayacak tohumları ekiyorum.”

“Gece orduları…”

Üzerine ciltler yazabileceğiniz bir kelime aslında.

Çünkü biz bu gece ordularını yitirdik yitireli sabitelerimizi, doğrularımızı, bizi biz yapan değerlerimizi kısacası kendimizi yitirdik. Zira zihnimizi kaybettik; zeminimizi yitirdik, zaman bizim eserimiz değil, biz zamanın esiri olduk.

Batılı kavram ve kurumlarla gerçekleştirdiğimiz modernleşme, sekülerleşme yolculuğu, bizi bizden, ruh köklerimizden uzaklaştırdı, bizi bize yabancılaştırdı; dahası bizi bize düşman etti ama yaşadığımız travmanın ve savrulmanın asıl nedenlerinin burada gizli olduğunu bile göremeyecek kadar zihnî bir felçleşme yaşıyoruz şimdilerde ve insanlık tarihinde yaşanmamış bir köleleşme biçimi bu.

Birazcık geriye yaslanın ve dün tartışılmaz olarak kabul ettiğimiz ama bugün kolaylıkla reddettiğimiz değerlerimize bakın tabloyu daha net olarak görebilirsiniz;

Düne, on yıl veya yüz yıl öncesine kadar çok daha rahat görünsek de artık “insan” kavramının “insanlık”kriterlerinden ne kadar uzaklaştığının; çamurdan yaratılmışın ne kadar çamurlaştığının, insanın ne kadar yalnızlaştığının, mutsuz hayatların en yüksek perdeden haykırışlarının ve toplumun hemen her bir ferdini esir alan “boşluk” kavramının okunması için kâhin olmaya gerek var mı sizce?

İçinde yaşadığı koca kalabalığa rağmen yalnızlığın dipsiz kuyusuna terk edilmedi mi insan?

Annenin babayla, babanın oğulla, annenin kızıyla konuşamadığı; herkesin 120 m2 lik bir çatı altında dahi kendine ait bir dünya kurduğu ve “anlaşılamamaktan”şikayetçi olduğu bir tablo yok mu önümüzde?

Güzelim coğrafyamızda akrabadan öte yaşanan komşuluk ilişkileri, mahalle sohbetleri, bir vücudun azalarıymışçasına dorukta yaşanan muhabbet, tarihin tozlu raflarında yerini alırken uğradığımız bu müthiş bilinç kaybı; tek merkezden servis edilen ve hafızalarımızı topyekûn yok eden bir kültürsüzlük dalgasının işgal etmesi ile de zirveye ulaşmadı mı?

Sahip olduğumuz insanî değerler erozyona uğramaya yüz tutmuş, sınırsız bir dünyevileşme tüm benliğimizi esir almış; bireysellik, bencillik, çıkarcılık, çekememezlik ve tahammülsüzlük gibi olumsuz değerler ilişkilerimizde en ön sıradaki yerini almakta gecikmemiş; bütün bu beşerî zaaflar da toplumumuzda mutsuz, umutsuz, olumlu düşünemeyen ve paylaşamayan kişilerin sayısını artırarak bugün hedefine ulaşmış durumda değil mi?

Bakın televizyonlarımıza, gazetelerimize tüm medya araçlarımıza.

Kültürümüze, aile yapımıza, değerlerimize, kutsallarımıza ve toplumsal dinamiklerimizi yerle bir etmek adına sarf edilen eforun dışında başka ne görebiliyorsunuz? Bozuk bir Türkçe, yarım cümleler, güneş görmemiş küfürler, kocasını aldatan ve bunu gururla anlatan kadınlar, tüm kültürel değerlerin ayaklar altına alındığı evlilik programları, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye odaklanmış zihniyetlerin yakalandığı ‘tekfiriyet´ hastalığı, ölü yarıştıran bir zihniyet; renge, dile, dine, ırka bürünmüş bir zulüm tablosu.

İletişim´ çağının (!) barometresi olarak addedilen sosyal medyaya bakın; haklı olma telaşı içinde “ayetleri” bile neshedecek kadar gözü kararmış; Allah´ın affetme ihtimali sonsuz olan kullarının celladı kesilen ve O´nun “Rahman” sıfatına ortak olabilmek(!) adına kendi çıkarlarına ve “ego putlarına” tapma telaşında milyonlarca insan var.

Yani amacı amaçsızlık olan koca bir güruh var önümüzde…

Evet, modern kentsel yaşamla birlikte apartman hayatının artışı, teknolojik aletlerin etkisi, post-modern anlayışın geliştirerek bireysel ve toplumsal yaşamın merkezine yerleştirdiği sanal âlemin etkisi ile oluşan yeni yaşam tarzı; geçmişten, gelenekten, dini motiflerden gelen değerleri öteleyip toplumsal hayatın dışına itti maalesef.

Yaklaşık iki buçuk asırdır, dindar kesimlerin; güç ve teknoloji üzerinde yükselen Avrupa ve onların ortaya koyduğu modern değerler(!) karşısında yenilgi psikolojisi ile oluşan nisbetleşme duygusu ve yetersizlik kompleksi de buna eklenince değerlerin ötelenmesi ve yitirilmesi hızlandı.

Baş döndürücü hızla meydana gelen bu etkileşim bizler için ihtiyaçtan ziyade bir özenti halini aldı. Bu sayede de en çok tv programı izleyen, telefon kullanan, internet başında sabahlayan toplumlardan biri haline geldik rutin yaşantılarımız içinde ve kültür emperyalizminin ilmiğini kendi ellerimizle boynumuza geçirdik.

Yani; diline, dinine, ırkına, rengine, cinsiyetine bakmadan; bizi biz yapan, insana insan olarak, Allah´ın halifesi olarak bakan, hakikatten süt emerek yeşerttiğimiz, insanı yaşatmayı görev bilen gönül coğrafyalarımız istila altında iki buçuk asırdır.

İnsanı; insanın yurdu, umudu ve ufku yapan bu gönül coğrafyasının diriltici adalarını, limanlarını, sığınaklarını oluşturan aile kavramımız yavaş yavaş anlamını yitiriyor. Televizyonlar, haber siteleri, gazetelerimiz cinayet, hırsızlık, tecavüz, şiddet haberlerinden geçilmiyor…

Kısacası adım adım ölüyor; toplum olarak ürpertici, her şeyimizi tefessüh ettiren, bin küsûr yıllık çileyle inşa ettiğimiz anlam haritalarımızı, değerlerimizi yerle bir eden ürpertici bir sekülerleşme biçimi yaşıyoruz.

Kaygan zeminlerde patinaj yaptığımız, zihnî felçleşme yaşadığımız, bunun köleleşme biçimi olduğunu göremediğimiz için sorunlarımızın nedenlerini, kökenlerini, nereden kaynaklandığını da bu sorunlarımızın üstesinden nasıl gelebileceğimizi de bilemiyoruz ve gerçekleri örtbas ederek attığımız her adım, bizi bir kez daha yeni ve ama daha büyük çıkmaz sokakların eşiğine fırlatıyor.

Tek bir uygarlığın zihnen bütün dünyaya hâkim olduğu; bütün medeniyetlerin zihinlerini, varoluş zeminlerini ve zamanlarını yok ettiği, bütün dinlerin, bütün medeniyetlerin çocuklarını körleşmenin eşiğine fırlattığı bir “”da sürükleniyoruz sadece… Böylelikle anlamsızlaşan hayat, gücü koruma güdüsü, orman kanunlarının uluslararası ilişkilere damgasını vurması, dünyayı yeni çatışmaların, savaşların ve felâketlerin eşiğine sürüklüyor…

Tüm bunları kim yaptı?

Aynı çağın göğsünden süt emdiğimiz dünyada, an itibariyle bütün insanlığın kullandığı temel kavramlar ve kurumlar modern(!) Batılılara ait…

Peki, Batılılar ne yaptılar da kurdukları sistemi, bütün dünyaya hâkim kıldılar?

Gücü ele geçirdiler…

Bilgiyi güç olarak konumlandırdılar ve tabiata, dış dünyaya hâkim oldular… Güç üreten bilim, teknoloji gibi araçlara sahip oldular…

Akla hayale gelmeyecek büyük paralar harcayarak kitle iletişim araçları sayesinde bütün kıtalara, bütün okyanuslara hâkim oldular…

Adına modernizm koydukları bir maskeyle birlikte geliştirdikleri sistem içinde yaratıcı fikrini, hakikat fikrini yok edip insanı tanrılaştırdılar.

Yani aslında bugün geldiğimiz konumun ana nedeni; insanın tanrılaştırılması, vicdan ve hakikat fikrinin yitirilmesi, gücün, güç üreten araçların kutsanması, putlaştırılması; araçların amaçları yutması, insanın araçların kölesi olması ve dünyada orman kanunlarının hâkim olmasıdır.

Çağımızda insan araçların kölesine dönüştüğü için de yaşama dair amaçlarını yitirdi; gelmenin gitmenin ilk adımı olduğunu unuttu, hatırlama ve özgürleşme melekelerini kaybetti. O yüzden tarihte ilk defa çağımızda insan araçları kullanacağına, araçlar insanı kullanır hale geldi.

Evet, çağımızda insan araçların kölesi.

Teknoloji adı altında üretilen “şık” makineler insanı ayartarak kendisine esir etti. Hakikat buharlaştırıldığı, kavramların sinirlerinin alındığı ve kutsalların hazza, hıza ve güce yöneldiği bir çağda da insan denen kutsal, büyük bir anlam boşluğunun eşiğine sürüklendi. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da özgürlüğünü yitirdi.

Bu çürüme ve sürüklenmeden en fazla etkilenenler de genç kuşaklar oldu. İddiaları, idealleri, hayalleri olmayan; hız, haz ve ayartının kölesine dönüştürülen genç kuşaklar çıktı ortaya.

Bakın içinde yaşadığımız topluma…

Her şey öyle bir hale geldi ki artık aileler, çocuklarını koruyamaz haldeler. Hemen hemen hiçbir anne-baba veya ebeveyn, çocuklarını dijital medyada kanser hızıyla yayılan çözücü, sığ, banal post modern, nihilist kültürün yıkıcı etkilerinden nasıl koruyabileceklerini bile bilmiyor!

Bu bilinmezlik içinde de bir yandan aile kurumu çatırdıyor; ruhsuz ve köksüz yapılaşma biçimleri nedeniyle mahalle kavramı ve olgusu can çekiyor, komşuluk ilişkileri yerle bir oluyor…

Öte yandan, ilgisiz ve sevgisiz kalan genç kuşaklar, dijital dünyanın ontolojik şiddet yüklü dünyasına kaçıyorlar; çareyi dijital dünyada kaybolmakta buluyorlar… Aile ilgisi ve sevgisinden yoksun, ruh köklerini, ideallerini, hayallerini yitirdikleri için de başkalarının iddialarının, ideallerinin ve hayallerinin kölesine dönüşüyor ve gözümüzün içine baka baka yok oluyorlar…

Eğitim sistemimize bakıyorsunuz; (ısrarla andığım gibi) pozitivist, seküler ve ezberci mekanizma çocuklarımızı zihnen sömürgeleştiriyor, bizim medeniyet dinamiklerimize ve ideallerimize yabancılaştırıyor.

Peki, bunca ürkütücü sorun karşısında çözüm ne?

Nacizane kanaatim özümüze dönmek. Bizi biz yapan değerlerin inşasına topyekûn bir seferberlik içinde bir an evvel saniye dahi kaybetmeksizin başlamak.

Zira hakikatin hayat bulduğu insan zihnine, hakikatin hayat olduğu insanca yaşama zeminine ve hakikatin herkese, her şeye, bütün varlıklara hayat sunduğu zamana yeniden kavuşabilirsek; işte o zaman yeniden toparlanabilir, ayağa kalkabilir ve insanlığa adalet, hakkaniyet ve sulh armağan edecek hakikat medeniyeti yolculuğuna yeniden başlayabiliriz…

Bunun da ilk adımını eğitim kurumlarından başlatmamız gerekiyor. Çünkü sayıları milyonları bulan genç kuşağımızı kaybedersek inanın geleceği kaybederiz. Başta eğitim kurumlarımız olmak üzere, medyayı, kültür ve sanat hayatını kendi medeniyet ideallerimiz ve iddialarımız çerçevesinde sil baştan inşa etmek zorundayız.                                                        

Bir an evvel okul öncesinden başlayarak eğitim kurumlarında tohumlarını ekeceğimiz bir bilinçle; bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, insanlığın yükünü omuzlarında taşıma bilinciyle nefes alıp verecek, pergelin sabit ayağını bizim muazzam manevi birikimimize basacak, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyaya, bütün medeniyetlere ve düşünce geleneklerine açılacak, çağ aşacak, önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirecek köklü, güçlü bir eğitim sistemi kurmak zorundayız.

Bu ruhun dirilmesi, toparlanması, ayağa kalkabilmesi ve yeniden özümüze dönüp özgürleşebilmemiz için; dünyanın sorunlarını iyi okuyabilmemiz, yanlışlarımızı görebilmemiz; kendimizi kıyasıya eleştirebilmemiz, sahici, samimi, zihin ve ufuk açıcı eleştirileri bir saldırı değil bir lütuf olarak görebilmemiz, zaaflarımızı değil erdemlerimizi büyütmemiz, dünyayla ve kendimizle yüzleşebilecek bilgeliğe ve derinliğe erişebilmemiz gerekiyor.

Çünkü hakikat hayatla ruhuna kavuşur. Biz de ait olduğumuz manevi mirasın ışığında hakikatlerimiz hayatımıza nüfuz ettiği an özümüze kavuşacağız. Yeter ki kendimizle ve dünyayla yüzleşmesini bilelim. Yeter ki kendimizi, zaaflarımızı, sorunlarımızı, imkânlarımızı ve dünyanın, medeniyet coğrafyamızın ve ülkemizin yaşadığı temel varoluşsal sorunları, imkânları enlemesine ve boylamasına bütün yönleriyle ve boyutlarıyla mercek altına alma çabası gösterelim. Yeter ki kendimize güvenelim ve yanlışlarımızla yüzleşmekten çekinmeyelim.

Unutmayalım ki,

Maddî ordularınız ne kadar güçlü olursa olsun, gece ordularınız, manevî ordularınız, ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlâk ordularınız yoksa çürümekten ve yok olmaktan kurtulamazsınız. Başkalarının gök kubbesi altında yaşıyorsanız çirkini imha etmeye çalışabilirsiniz ama güzeli ihya etmek istiyorsanız yapacağınız ilk iş kendi gök kubbenizi inşa etmektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir