PEKİ HANGİSİ?
Gerçek İslam bu değil!
Bu cümleyi son iki on yılda o kadar çok okudum ki!
Bu tespitte bulunanların kahir ekseriyeti; aldığı eğitim, bulunduğu konum, sosyo-ekonomik durum, üzerine gölgesi düşen aile ve çevresinin zihnine kodladığı bilgiler doğrultusunda “gerçek” olan İslam’ı anlatmaya, aktarmaya çalışıyor.
Ama hiçbir açıklama; dünya yolsuzluk endeksinde en az yolsuzluk yapan elli beş ülke arasında neden tek bir Müslüman ülke olmadığını, insanların dindarlığı arttıkça neden eş zamanlı ahlâki sorunlarının da arttığını, kendilerini cennetperest bir algı içinde cennet kodlayanların başkalarının hayatını nasıl cehenneme çevirebildiğini, artan maddi imkânlara rağmen Müslümanın varlık imtihanını üstelik göz göre göre neden kaybettiğini izah eder nitelikte değil! Ya da bana tatminkâr gelmiyor!
Öyle ya, istediğimiz kadar “gerçek İslâm bu değil!” diyerek haykıralım; her geçen günle birlikte, tutunduğumuz manevi ve ahlâki değerlerin yara alması ve kan kaybetmesinin önüne geçemiyoruz!
Peki “gerçek İslam” hangisi? Gerçek dindarlık nerede? Böyle bir şey varsa neden hala uygulanamıyor? Bu kadar kötülük nasıl oluyor da bu dini temsil ettiğini söyleyen insanların hayatında barınabiliyor? Bunca insan nasıl oluyor da bu dinin dinamiklerini bu kadar yanlış yorumlayabiliyor? Dünyada neden dinsel terminoloji bağlamında “evet ya işte bu” diyebileceğimiz ve üşüyen ruhumuzu sarmalayacak bir yapı veya toplum yok?
Bu tür sorular o kadar çok ki! Saymaya çalışsam herhalde ciltler oluşur!
Ben din âlimi değilim. Olmak ve böyle bir vebali ömrüme yük etmek gibi bir derdim de yok. Bunu her fırsatta belirtiyorum. Sadece bana kullanmam için bahşedilen ve bu konuda da defaten uyaran ilahi beyanın bu emrine uyarak “merak ilmin hocasıdır” realitesini kendime amaç edinmiş bir halde, sade bir fikir işçisi olarak yüreğimi sağıyorum!
Ama bu toplumun ontolojik temeli olan din ve dolayısıyla dindarlığın giderek problemin kaynağı olduğunu, genç kesimin bu değerlerden hızla uzaklaştığını görebilecek bir birikime sahibim. Dolayısıyla, bugünkü toplumda anılan değerlerin yaşam bul(a)madığını ve işlevini yerine getir(e)mediğini bariz bir şekilde görüyorum.
Öyle ya! Din denen değerler bütünü; topluma değer katmak yerine, insanları bu değerlerden uzaklaştırıyorsa; nebevi bir solukla “din, güzel ahlâktır” ikazına rağmen kelime-i şehadet getiren herkes ahlâk kavramını şehadet kavramının yanında bedava bir yazılım gibi görüp ahlâklı olmayı, bu değerlere sadakatle bağlanmayı aklına dahi getirmiyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.
O zaman ya ahlâk, dürüstlük, adalet, eşitlik, özgürlük, merhamet gibi binlerce yıllık kadim insani değerler ışığında, günümüz koşullarını bu değerlere kodlayarak “yaşanabilir” hale getireceğiz; ya da bugün Avrupa’da olduğu gibi dinsel terminoloji ve çağrıştırdığı tüm değerleri kalplerimizden, zihinlerimizden hatta toplum sahnesinden atılmasına sebep olacak din karşıtlığının büyümesine seyirci olacağız.
Zira, biz bugün fark etmesek de fark edenler görmek istemese de (21 İl 196 İlçeyi okul okul gezen, yaklaşık bir milyon genç ile buluşma şansını elde etmiş biri olarak) biliyorum kiözellikle genç kesimde, tablo oldukça vahim durumda maalesef!
Boş bir vaktinizde okulları bir dolaşıp gençlerle ‘buyurmadan’ iki arkadaş gibi sohbet edin lütfen. Yaşanan dramlar, avuçlarda kalan anlam boşlukları ile ezici bir kesimin ruhunda ve yüreğinde tarifi imkânsız boşluklar oluşmuş durumda!
Hiç unutmuyorum yirmili yaşlarda genç bir kızımızın, bir öğrenci yurdunda yapmış olduğumuz söyleşi sonrasındaki sözlerini ve anımsadıkça yüreğim sızlıyor;
“Hocam çok güzel konuştunuz. Allah razı olsun ama bu iş konuşmakla olmuyor ki, yaşamakla oluyor. Benim gençliğim, hayallerim, geleceğim, ideallerim, inancım ve bugüne kadar gözüm gibi koruduğum tüm maneviyatım yerle bir ve bunun hesabını verebilecek kimseyle de tanışamadım şu ana kadar”demişti.
Eminim ki bu düşünceye sahip, düşüncelerini içinde yeşerten, sessiz çığlıklarını içinde boğmaya çalışan binlerce hatta belki milyonlarca gencimiz var. Zira otuz beş milyonluk devasa bir potansiyelimiz var ama görebilene aşk olsun!
Göründüğü kadarıyla da insanları, özellikle de gençlerimizi düşmüş olduğu bu umutsuzluk çukurundan çıkaracak, nefret ettirmek yerine müjdeleyecek, zorlaştırmak yerine kolaylaştıracak ne söz söyleyen var ne de bu konuda adım atan kimse var!
Belki de ben göremiyorum! Kim bilir! Ama en azından tüm bu kırılmaları, dağılma ve umutsuzluklara kafa çevirengrubun içinde değilim.
“Gerçek din, ilan ettiğimiz inancımız değil, sürdürdüğümüz hayattır” der Louis Nizer.
Sanırım bizim çıkış noktamız da bu cümlenin işaret ettiği tarafta.
Demek ki din; dildeki değil, yaşamın içinde hayat bulan şeydir. Demek ki din, ilahi hitabın da deyimiyle hayatın atar damarlarında atan (din-ül qayyume) bir yaşam süreci. Yani Müslüman sadece seccadede, dua ederken veya camide Müslüman değil; evde de yatakta da sofrada da işte de çarşıda da okulda da Müslüman!
Alemlere rahmet olan(sav) deyince aklımıza rahmet, merhamet, hoşgörü ve tevazu; Hz Ebubekir(ra) denince aklımıza sadakat, dostluk, cömertlik ve merhamet; Hz Ömer(ra) denince aklımıza adalet, hakperestlik ve diğerkâmlık; Hz Osman(ra) denince aklımıza edep,efendilik, müşfiklik ve yumuşak huyluluk; Hz Ali(ra) denince de aklımıza ilim, merak ve cesaret gelmesi gibi.
Öyle ya, bunlar dinsel terminolojinin menbaı olan ilk ışıklar ve suyun ana kaynağı. Hepsi de ilk Müslümanlar! Ama bakın,aklımızda onlara dair yaşam biçimleri kalmış, ta çağlar ötesine dillerindeki değil, hallerindeki yansımış.
Ama yazık ki sorunumuz, bu algıyı kabul etmekle bitmiyor!
Çünkü veriler, bugün öldürülen her on Müslümandan dokuzunun yine dindaşı tarafından öldürüldüğünü gösteriyor.
Bugün alnında secde izi olan adama duyulması gereken bir itimat yok, kalmadı!
“Dindar adam yalan söylemez, dindar adam çalmaz, dindar adam ahlâklıdır, dindar adam adildir” fikrinin yerinde yeller ediyor.
İki milyar müntesibi bulunan İslâm dünyasının dünya tarihine yön veren bin küsur yıllık geçmişlerinden esinlenerek, dişe dokunur bilimsel bir çaba üretmek yerine; yaşamlarını Batı’nın teknolojisini ithal veya taklit ederek kolaylaştırdığını gösteriyor.
Sanatsal bağlamda da dişe dokunur bir çaba yok ve muhteşem geçmişlerine rağmen elin oğlunun dört yüz beş yüz yıllık tarihlerine rağmen ürettikleri bilgisayar oyunları, yarattıkları karakterler ile vakit geçirmeyi uygun buluyorlar.
Toplumun kanayan yaralarını saracak, manevi dinamikleri besleyecek, ahlâki öğretileri kodlayabilecek doğru dürüst ne bir sinema filmi var ne bir dizi ne bir oyun yok ortada. Olanlar da belli ideoloji ve fikirleri empoze etmek için yapılan şeyler ve neredeyse tamamı objektiflikten fersah fersah uzak.
Mimari açıdan da hala beş altı yüz önce yapılan cami, şadırvan, yapı ve binalarla övünen bir toplum var. Belki bugün ithal edilen teknoloji yardımıyla görüntü kurtarılabiliyor ama hiçbir yeni yapıda o eski yapılardaki efsunlu ruh ve huzurdan eser yok.
Kabul edip görmek istemesek de ahlâki çürümeye, yolsuzluk ve haksızlıklara, adaletsizlik ve adam kayırmalara; hemen tüm İslâm coğrafyalarında İlahi beyandan ayetler adeta cımbızlanarak deliller getirilip olan bitenin üstü örtülüyor.
Kadim değerlerine bağlı kalarak yaşadığı çağa şekil veren bir anlayış yerine; ya Taliban örneğinde olduğu gibi 1500 yıl önceki değerler, çağa eğreti bir şekilde entegre edilmeye çalışılıyor ya da bugünkü modern olarak tabir edilen dünyanın şartlarına uyum sağlayacak bir yaşam tarzı geliştirmek yerine çağın rengini almak daha makbul görülüyor.
Bugün, tesettür modasının milyar dolarları katlayan sektörüne harcanan paralarla dünyadaki açlığın kaç kez bitirilebileceğini araştırın isterseniz!
Sadece bizim coğrafyamızda aynı Allah’a inanan, aynı peygamberin risaletine iman eden, aynı kıbleye dönen insanların birbirini tekfir ederek birbirinin arkasında namaz dahi kılmadığı onlarca İslami(!) oluşum var. Bunların sevinçleri de kederleri de davaları da insana ve insanlığa bakış açıları da birbirinden farklı.
Din dediğimiz olgu huzurun, kardeşliğin, paylaşmanın, birliğin tesisi için var iken; bugün çatışmanın, ayrışmanın, kavganın aracı haline gelmiş durumda! Ne Mekke’nin kansız, kavgasız, savaşsız fethi bir anlam ifade ediyor; ne savaşmamak için yerinden, yurdundan hicret eden muhacirlerin yaşanmışlığı ders oluyor! Zira dildeki ile hâldeki, teori ile pratik arasında boşluğu doldurulması imkânsız gibi görünen derin bir uçurum var.
İnsanlığın anası olan kadının toplumdaki yeri o toplumun uygarlık seviyesini gösterirken; bırakın kadın ülke ve toplum ekonomisine katkı sağlamasını, hala “kadın toplum içinde kahkaha atamaz” fetvaları itici yorumlarla gündemlere taşınıyor.
Dünya ile rekabet edebilecek bir bilgi ve kültür geliştirilemediği gibi ya dünyadan tümüyle kopuk ya da dünyaya tümüyle entegre bir yaşam biçimi oluşmuş durumda!
En can yakıcı tarafı da dünya üzerinde tüm doğal zenginliklerine rağmen “tam bağımsız” bir tane dahi İslam Ülkesi bulunmaması.
Ez cümle, sayfalara sığmayacak kadar derin sancılardan müteşekkil bunca soruna rağmen; bugünkü modern dünya ile barışık, insanlığın huzur arayışına cevaplar sunabilecek bir din yorumu yok ortada ve görülüyor ki bu konuda eğitim alanların, bu konuyu yüreğine yük edenlerin bu yönde bir gayreti de yok. Olanların da sesleri kısık ve yalnızlığa mahkûm edilmiş durumda.
Tabi bu işin, dış dünyaya yansıması da çok daha vahimdurumda.
Zira adamlar haklı olarak “savunduğunuz değerler sizi itibarlı, yüksek kültürlü, şahsiyetli, esaslı bir ahlâk sahibi yapamıyorken siz kime ne anlatıyorsunuz” edası içinde, önerenlerin kendileri önerdikleri değerleri ne kadar benimsemişler sorusunu pat diye önünüze koyuyorlar!
İçim acıyarak söylüyorum ama yazık ki haklılar da.
Çünkü bir tarafta kurtuluş reçetesi olarak sunulan bir değerler bütünü var ama öbür tarafta da daha kendi mensuplarını adam edememiş bir yaşam biçimi gözler önünde!
Hatta anımsıyorum bir İmam Hatip Lisesi idi sanırım on ikinci sınıfta bir delikanlı; “Hocam, inançlı insanlar neden iktidar, güç, para, mevki ve makam sahibi olunca değişiyor” diye sormuştu. Taklit ve tahkik demiştim o vakitler ve bizim yaşadığımız tahkiki bir inanç değil sadece kültür Müslümanlığı da ondan bugün varlık imtihanını kaybettikdiyerek konuyu kapatmıştım.
Oysa ki gencimizin sorusu oldukça isabetli bir soru idi ve soru aslında köklerimizi toprağa ne kadar zayıf bağladığımızın, esen bir rüzgâr veya çıkabilecek olası bir fırtınada birkaç yaprak düşürmek veya birkaç dalımızın hasar görmesi yerine, toprağa sözüm ona sıkı sıkıya bağlandığımız kökümüzden koparak nasıl esen rüzgârın oyuncağı olduğumuzun enfes bir manifestosu niteliğinde idi.
Zira, çocukluğundan itibaren “para insanı şaşırtır, güç yoldan çıkarır” telkinleriyle büyüyen bir kuşağın, bir varlık imtihanında para veya güçle değişmediğini tam aksine gerçek kişiliğinin ortaya çıktığını söylemek gerekiyordu ki, söyleşiden sonra bu gencimize uzun uzadıya bunu anlatmaya çalışmıştım.
“Kişinin namazına, orucuna bakmayın; konuştuğunda, doğru konuşup konuşmadığına, kendisine emniyet edildiğinde, güvenilirliğini ortaya koyup koymadığına; dünya kendisine güldüğünde, takvayı elden bırakıp bırakmadığına yani menfaat anındaki tavrına bakıp öyle değerlendirin” diyen koca Hz. Ömer (ra) yanılmış olamazdı ya!
Bunun en canlı örneği, yeryüzünde hayatı Allah’ın istediği noktada inşa etme yolunda iflas etmiş, Allah’ın bu dünyada kurmamızı istediği cenneti bu dünyada kurmayı başaramamış ama gözünü ötelerdeki cennete diken üç kıta dolusu Müslümanlığımız değil mi?
Din kavramının anlamını öğrenme konusunda bozmak istemediğimiz zihin ve yaşam konforumuzun yanı sıra, bilenlerin de doğruyu kendi tekellerine alarak kendisi gibi düşünmeyenlerin tamamını “batıl yolcusu” ilan edip “ateş ehli” olarak göstermesinden kaynaklı sancıyı da not etmek lazım sanırım tam da burada!
Zira Âlemlere rahmet olan “din, güzel ahlâktır” diyeli asırlar oldu.
Bu konuda eserler yazıldı, külliyatlar ortaya kondu, insanlar bu doğruyu savunmak adına zindanlarda, işkencelerde şehadet şerbetini yudumladı ama maalesef çağımızdaki iletişim imkânlarına rağmen “din” kavramını “insan olma sanatı” olarak okuyamadık.
Çünkü Âlemlere rahmet olanın işaret ettiği “güzel ahlâk” kavramındaki “ahlâk” kavramını (yaşanan tarihsel yozlaşma ve suyun kaynağından gelen berraklığın günümüze ulaşana kadar kirlenmesi ile) “şahsiyete” değil yazık ki “cinsiyete” bağladık ve bunun temsilcisi olarak da kadını gördük.
Halbuki “ahlâk” kavramının çatısı altında cinsiyeti ne olursa olsun anasından doğduğu andaki gibi temiz kalabilmek ve bu temizliği son nefesine kadar yayabilmek; beşeriyet, acziyet ve cahilliğinden kaynaklı kirleniyorsa dahi yeniden temizlenmek adına çabalamak olarak tabir edebileceğimiz her şey vardı.
Kendisini, ısrarla yüzlerce ayetinde “sevgi ve rahmet kaynağı” olarak tanıtan, “Rahmetim gazabımı geçti” diye müjdeleyen bir kudreti korku üzerine bina edilen duygularla sevdirmeye çalışırsanız insanın fıtratı gereği korku ile sevgi yazık ki aynı kalpte barınmaz; zira insan sevdiğinden korkmaz, korktuğunu ise sevemez.
Korkulacak olan Allah’ın zatı değil O’nun sevgisini, rahmetini, muhabbetini kaybetme korkusudur. Teşbihte hata olmaz bizim sevdiklerimizi üzmekten ödümüzün patlaması gibi bir şey bu. Çünkü hatamızın, yanlışımızın, kusurumuzun ucunda sevdiğimizin “sevgisini kaybetme” korkusu vardır.
Ama cennetin güzelliklerini anlatan onca ayeti atlayıp cehennem tehditleriyle “hocalık” yapan, gördüğü veya algıladıklarını onun gördüğü veya algıladığı gibi görüp algılamayanları “kafir, zındık, dinden çıkmış, katli vacip” gibi fetvalarla korkutan güruh, şeklinden ziyade “özünü” öğretmediği / öğretemediği için ve insan(lar) bu konudaki ödevini bizzat kendisi asıl kaynağından öğrenmek yerine başkalarından öğrenmeye hevesli bir toplumda yaşam sürdükleri için, riayet değil rivayet üzerine bina edilen bir algının sonucu olarak bugün sözünü ettiğiniz tablolar kaçınılmaz oldu ne yazık ki.
Israrla söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim;
“Dinsel terminoloji insanı aydınlatan bir yol haritası sunmaz, içindeki karanlıktan kurtulmayı teklif edip o aydınlığı işaret eder. O aydınlığın tarifi bilimdir, üretimdir; yaratılmış her varlığa dil, din,ırk, renk, mezhep, cinsiyet gözetmeksizin sevgi, şefkat ve merhamet diliyle hizmet etmektir.”
Dini böyle okuyup, bu algıyla ruhunuzu da konfor bataklığından kurtarmayı başarabilirseniz (ki bugün en büyük virüsümüz bu kanımca) insanlar eskiden olduğu gibi yeniden Rab’leri ile kavuşacak, vicdanları ile barışacak, kalpleri ile ihya olacaktır.
Tüm bu yazdıklarımdan lütfen bu değerlere bağlı olduğu ve bu değerlerden beslendiği için entelektüel, ahlâklı, bilinçli, yerli, şahsiyet sahibi, örnek insanlar hiç yok anlamı çıkarılmasın. Elbette çok düzgün, çok temiz, çok namuslu insanlar var; zira ilahi beyan bu tür insanların kıyamete kadar var olacağını kendisi beyan ediyor.
Lakin bunlar neredeler, neden çıkıp haykırmıyorlar, neden bunca kirin pasın içinde “işte temizlik budur” diye ortaya çıkmıyorlar ben de sizin gibi bilmiyorum maalesef.
Ama ilahi beyanın “mutlaka olacaklar” dediği bu insanlar, topluluk halinde olmaktan ziyade sanki fertler bazında var ve belki de bu doğrularda kalabalıklaşmaları gerekiyor.
Peki çözüm ne?
Bu sorunun cevabına geçmeden önce önemle belirtmeliyim ki; suç, başta kendi nefsim bu yazımla anmış olduğum makus tablodaki sorunlarla yüzleşmeyen, elini ve yüreğini taşın altına koymayan, zihin ve yaşam konforunu bozmayan ama Müslümanlık iddiası içinde olan her ferdindir ve yürek yangını bu tabloda hepimizin parmak izi var!
Neden derseniz?
Celalettin-i Rumi’nin bir çiviyi çakabilmek için defalarca kez vurmak gerekir ikazından yola çıkarak yineleyelim bu konudaki cevabımızı;
İlahi beyanda “önce inan sonra düşün” fikriyatı yoktur. Tam aksine “önce düşün, sonra kabul et, inan ve bu inancın gereğini yerine getir” emri vardır ki bunun en güzel örneği Hz. İbrahim’in Rabbini arayışı kıssasında uzun uzun anlatılır.
Biz ise, “niçin Müslüman olmalıyım?” sorusundan önce “nasıl bir Müslüman olmalıyım?” sorusu öncelimiz kıldığımız için, dini bir muhafazalar silsilesi olarak okuyor; atamızdan, dedemizden, babamızdan aldığımızı muhafazaetmeye çalışıyor; riayet değil rivayet üzerine bir yaşam sürüyoruz.
Bu nedenle de “niçin Müslüman olmalıyım?” sorusuna odaklandığımızda; düşünerek, araştırarak bulup kabul edeceğimiz İslam’ımızın hem bize hem de etrafımızdakilere hayat vereceğini atlamış oluyoruz.
Bakın dünyaya, hangi İslâm ülkesinde kan, gözyaşı, barut kokusu yok? Hangisinde istisnasız her gün annelerin gözleri iki resim karesine mahkûm bırakılmıyor?
Bugün olup bitenler aslında bir türlü görmek istemediğimiz “nasılı bol ama niçini olmayan” hayatımızın yani düşünmeden kabul edilen kültürel inancın avucumuza bıraktıkları değil mi?
Zira nasıl diriltileceğini sormaktan önce niçin yaratıldığınısorgulamayan bir zihin pek tabi ki toplumun kabullerinin peşine düşüp onlara kutsallık atfedecek ve giydirdiği kutsallık gömleğini ısrarla “muhafaza” etmeye çalışacaktır.
Kadın ve kızlarımıza nasıl örtüneceklerinden önce niçinörtünmeleri gerektiği anlatılmış olsaydı, bugün etrafımız “örtülü çıplaklar” ile dolup taşar mıydı veya tesettür kavramı alimlerin teferruatları arasına karışırken, tesettür modası milyar dolarla anılıp Karuni çıkarlar arasında kapitalizme kurban gider miydi?
Nasıl namaz kılacağımız, nasıl oruç tutacağımız, nasıl hac yapacağımızdan önce bunların amacını ve dışa dönük yansımasını ortaya koyan “niçin yapmalıyız” sorusunu kendimize sormuş olsaydık; bu saydığım ritüeller ruhsuz birer tekrarın dışına çıkıp hayatımıza can katarak etrafımıza sevgi, saygı, şefkat, rahmet ve merhamet yaymamızı sağlamaz mıydı?
Her yıl din görevlileri rehberliğinde kutsal topraklara giden binlerce hacı adayımıza tavafın nasıl olacağı, kurbanın nasılkesileceği, şeytanın nasıl taşlanacağı anlatılırken haccın niçinemredildiği ve orda ortaya konan her davranışın niçinyapıldığı anlatılmış, idrak ettirilmiş olsaydı (bu amaca ulaşabilenlere selam olsun); şeytan taşlayıp hacı olan kardeşlerimiz, döndükleri zaman hala aynı şeytani düşünce ve sistemlerin peşinde olur veya dün taşladığının bugün yanında yer alır mıydı?
Lütfen bu yazıyla olsun alın başınızı ellerinizin arasına ve düşünün;
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; Alemlere rahmet olanın (tüm benliğim ve değerlerim O’na feda olsun)yirmi üç yılda inşa ettiği topluluk, asırlar sonra da olsa bir daha ortaya çıkmamıştır.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki; tevhittecvidin arkasında, itikat amellerin gerisinde, şuur ve tahkik taklidin gölgesinde kalmıştır.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki dini değerleri içselleştirip hayata yaymak yerine Arap örf ve adetlerini, hatta giyim ve kuşamını din olarak belirledik.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki dinde dürüstlüğü, hak yememeyi, ahlâklı ve erdemli olmayı, nezaket ve merhameti değil namazı, orucu, haccı (yani amaç değil araçları) ön plana çıkardık.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki sadece şeklin peşine düştük ve ibadet ettiklerine şahit olmadığımız insanları “kendimizden” görmedik, dışladık ve onların da “ahlâklı” olabileceğine ihtimal vermedik.
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki içki içen komşumuzu aşağıladık ama bağış adı altında rüşvet alan bürokratı sırf namaz kıldığı için “bizden” diye hoş gördük!
Niçin sorusu sorulamadığından değil midir ki nüfuzunu kullanarak haksız kazanç elde eden iş adamlarımızın bu günahlarını fakirlerin sofralarında aklamalarını alkışladık.
Artırın artırabildiğiniz kadar!
Ama dürüstçe, mertçe, oynamadan, eğip bükmeden, kıvırmadan, sağa sola sapmadan, kim ne der diye düşünmeden, ‘ne desinler’ in hesabını yapmadan, kınayıcının kınamasına aldırmadan, olmak istediğimiz kişiymişiz gibi yapmayı bırakıp kalbimizin aynasında olduğumuz kişiyle hesaplaşarak.
“Niçin bu hale geldik” anlaşılıyor mu biraz?
Şimdi asıl soruya geçebiliriz!
Biz o “gerçek” diye tarif edilen İslam’a nasıl ulaşacağız?
İnancımızı gönül ve mana haramilerinin kirli hesaplarına malzeme yapmamak için tek yolumuz var. O da tıpkı İlahi beyanın andığı gibi Hz. İbrahim(as) gibi Rabbimizi aramak ve kendimiz bulmak!
O ses ise ne bende ne öbüründe ne diğerinde!
O ses emin olun sadece içinizde!
Fıtratınıza kodlanan vicdan çipinizde!
Unutmayın!
Bu dünyaya yalnız geldiniz, sizi ne kadar severlerse sevsinler kimse sizin yerinize ölmeyecek ve hesap anının mahcubiyetini de tek başınıza yaşayacaksınız!
Farkındalık dileklerimle!