SAĞIRA SÖZÜNÜ KÖRE YÜZÜNÜ SÜSLEME YORULURSUN!
Toplum olarak öyle bir hal aldık ki “doğruyu kendi tekelimize alarak” hemen her ferdimize hızla bulaşan bir ‘idrak yolları enfeksiyonu’ ile ufacık bir yanlışı eleştireni “hain”, bir tehlikeyi dillendireni “fetbaz”, kendimiz gibi düşünmeyeni veya bizim doğrularımızla hareket etmeyeni “işe yaramaz”addederek ve ‘diğeri’nin iyiliğini, kurtuluşunu bize benzemesi şartına bağlayarak ötekileştiriyoruz.
Adamın biri gitmiş Nasreddin Hoca’ya “Yahu hocam bizim ev pek dar, sığamıyoruz bir türlü, ama büyük eve de paramız yetmiyor, ne yapayım?” diye sormuş.
Hoca bu abuk soru karşısında ne desin, kafasını karıştırmış biraz, düşünür gibi yapmış sonra da “Senin tavukların vardı değil mi?” diye sormuş.
Adam “var” deyince “İyi o zaman, şimdi onları da eve al” demiş. Aradan biraz zaman geçmiş, adam yine gelmiş hocanın karşısına “Hocam ev iyice daraldı, şimdi ne yapayım?” diye sormuş. Hoca da “Senin kazların da vardı, onları da eve al” diye akıl vermiş.
Bir süre sonra adam yine Hoca’nın kapısında. “Olmuyor be hocam, eve hiç sığamıyoruz şimdi” deyince “Merak etme, iki koyunun vardı diye biliyorum, onları da eve sok” demiş.
Adam hoca ne derse yapıyor.
Aradan biraz daha zaman geçmiş. Adam çıkmış Hoca’nın karşısına yine “Sorun bitmiyor Hocam, bana başka akıl” demiş. Hoca da “Sen inekle öküzünü de eve bir sok bakalım” demiş adama.
Üç gün sonra adam yana yakıla Hoca’nın kapısına dayanmış. “Aman Hocam, ne desen olmuyor. Artık evin içinde yürüyemez, yatağımıza yatamaz olduk. Ne oldu senin akıllarına” diye serzenişte bulununca Hoca “Tamam, tamam” diye itelemiş adamı.
Şimdi bu geceyi de geçir, yarın sabah erkenden tavukları da, kazları da, koyunları da inekle öküzü de çıkar evden.”
Adam ertesi gün elinde bir tepsi baklava ile gelmiş Hoca’nın karşısına, “Ey Hocam” diye başlamış; “Sen büyük adamsın, sen ne büyük âlimsin, sen büyük bilgesin. Meğer benim evim ne kadar ferahmış da haberim yok. Allah seni başımızdan eksik etmesin.”
Gülümseten ama ahvalimizi anlatan bu nükte ile Nasreddin Hoca’mıza rahmet okuyarak başlamak istedim bugünkü yazıma.
Zira hep andığım gibi toplum olarak öyle bir hal aldık ki “doğruyu kendi tekelimize alarak” hemen her ferdimize hızla bulaşan bir ‘idrak yolları enfeksiyonu’ ile ufacık bir yanlışı eleştireni “hain”, bir tehlikeyi dillendireni “fetbaz”,kendimiz gibi düşünmeyeni veya bizim doğrularımızla hareket etmeyeni “işe yaramaz” addederek ve ‘diğeri’nin iyiliğini, kurtuluşunu bize benzemesi şartına bağlayarak ötekileştiriyoruz.
Hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Fiili değil faili merkeze alan bakışlarımıza sadece duyduklarımızı tercüman kılarak; ilkeler yerine ilişkileri önemseyerek, ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz odak noktası haline geldi. “Duygu”su bizi tatmin ettiği için “bilgi”sini sorgulamıyoruz bile.
“Benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamız; bizden olan kötüleri bile bizden uzaklaştırırken, bizden olmayanları da bize iyice düşman edip hasım haline getirdi. Kısacası manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik.
Peki neden?
Kabul etmek gerekir ki, anlamların oluşmasında ve olayların yorumlanmasında “niyet” ve “amaç” unsurları kadar yaşanan olayla ilgili “ön kabul” ve “ön fikirler” de oldukça etkindir. Haliyle ön fikir veya kabullerden kurtulmak yerine onların bilincinde olmak, anlam inşasının tam, doğru ve yerinde olabilmesi için başlı başına bir gerekliliktir. Aksi takdirde içeriği veya gerekçesini fark edemediğimiz her türlü ön fikir veya kabulün esiri olur ve dinlediğimiz, okuduğumuz, gördüğümüz metin ve olayları işimize yarayıp yaramamasına bağlı olarak “doğru-yanlış” veya “iyi-kötü” değerlendirmelerine tabi tutarız. Tabi burada kurulması muhtemel duygusal bağı da atlamamak gerekiyor.
Bu noktada amaç-araç ilişkisi devreye girer; amaç ile araç yer değiştirdiği zaman da çıkılan yolun, ortaya konan amacın, sarf edilen emeğin hedefinden saptığını görürüz.
Örneğin hadis ilmiyle iştigal eden bir hadis profesörünün hadislerin şuur ve ahlaki açıdan oluşturması gereken inşa yönüne duyarsızlaşıp ilgilenmiş olduğu akademik sahanın “bilgi malzemesi” sanması, bu nebevi soluğu anlamasına ve “hikmet” mertebesinde kavrayarak hayatına uygulamasına engel olur. Böylesi bir idrak yoksunluğu ise Alemlere rahmet olana hürmet etmek isterken bile O’nu hidayetin rehberi olarak değil adeta “hadis ilminin kurucusu” olarak yüceltmek gibi bir yanılgıyla düşürür.
Ya da böylesi bir algıyla hareket eden bir mide uzmanı bir doktor düşünün. Mide sorunu olan bir hastanın bu sorununu gidermeye çalışırken vereceği ilaçların onun başka herhangi bir organına vereceği zararla ilgilenmez. Çünkü kendisine gelen kişi onun için “insan” değil” sadece “mide”dir.
Hemen her sahaya baktığınızda artık kangren halini alan bu idrak yetimliği ile inancın közüne davranışlarla üflenmediği için kötülüğe ‘hizmet’in onursuz köprüsü kuruluyor. Ne istediğini bilmeden ardına durulan safların da, kimin yanında olduğunu bilmeden yürünen yolların da; dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi güce ve güçlüye olan meylimizin de; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz nedeniyle zorbalıkta adalet, zulümde hak aramamızın da; şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanlarının değirmenine su taşımamızın da kanımca yegâne sebebi bu olsa gerek.
Malum ülke çapında belki de şu ana kadar görülmemiş bir iştiyak ve azimle hem de gerek devlet, gerek özel hiçbir kurum veya kuruluştan tek kuruş destek almadan daha doğrusu alamadan sürdürdüğümüz bir mücadele var yurt çapında. Şu ana kadar 21 İl,196 ilçe ve 2096 kurumu geride bıraktığımız bu mücadelede il il ilçe ilçe okul okul dolaşıp gençlerimizi yeniden milli ve manevi dinamikler etrafında kenetlemeyi, bu dünyaya gönderiliş amacını hatırlatmayı, sahip olmanın değil şahit olmanın luzümiyetini ve en önemlisi de yaşadığı çağa olan borcunu hatırlatmaya çalışıyoruz.
Bu çaba, doğal olarak her bir metrekaresi buram buram zenginlik kokan güzelim ülkemizde ufkumuzu genişletiyor; karşılaştığımız her yeni insan dimağımıza birşeyler katıyor ve gençlerin yaşam hikayelerine şahitlik ettikçe de bir kalemşör olarak yeni donelere ulaşmanın heyecanı beni tüm iliklerime kadar sarmalıyor.
Ama gördüğünüz, duyduğunuz ve şahit olduğunuz hikayelerde “insan” olmanın getirdiği mesuliyeti yerine getiremediğiniz zaman yetememenin, uzanamamamın ve en önemlisi de yaralara merhem olamamanın ezikliğiyle sol tarafınız kanıyor.
Zira an geliyor başta okul müdürü tüm öğretmenlerinin hem fikir olduğu gelecek vaad eden ama maddi imkanlardan yoksun gencecik bir evladımızın gözlerinin içindeki ışığa şahit oluyor; an geliyor özel eğitime muhtaç engelli bir gencimizin sessiz çığlığına avaz olmak istiyor; an geliyor tüm hayali bir müzik aleti olan gencimizin umudunu yeşertmek için yüreğiniz kanatlanıyor; an geliyor küçücük yüreğiyle tüm dünyayı kucaklamak isteyen bir gencin sesini duyurmak konusunda çabalıyor ama yetemiyoruz.
Bu kez bu şehadeti dillendirmeye çalışıyor, insanlara duyurma gayretine soyunuyorsunuz ama ülkemiz gibi coğrafyalarda bürokrasi engelini aşabilmek, yetkililere ulaşabilmek, ulaştığınız anda birkaç dakika içinde derdinizi anlatabilmek bazen cidden aşılamaz hale geliyor. Resmi kurumların dışındaki özel sektör ise popülizm kokan birkaç istisnadışında hep andığım gibi kendisine benzemeyenin körü, kendine hizmet etmeyenin sağırı maalesef.
Peki kadifeden sessizliklerle bu kumdan kaleler nasıl büyüdü ve biz suskunluklarımız, sağırlıklarımız, körlüklerimizle hakikatleri karanlığa neden peşkeş çektik?
Daha düne kadar mahallede pişen yemeğin tadı tüm dimağlarda bereketin leziz tadını paylaşırken bugün nasıl oldu da gördüğümüz halde sırtımızı dönüyor, duyduğumuz halde kulaklarımızı tıkıyor, şahit olduğumuz halde vicdanlarımızı örtüyoruz?
Medeniyet hapishanesi
Çünkü yeryüzünde adım adım tek bir uygarlığın “modernite” adı altında hüküm sürer hale gelmesi; küresel bir modernlik hapishanesine yol açtı ve batı dışındaki bütün paradigmalar zaman ve merkezlerini şaşırdı. Bu sayede de “hayat” denen süreç, asıl gayesi “paylaşmak” üzerine bina edildiği halde, anlamını yitirdi ve bugün modern çiftliklerde çalıştırılan milyarlarca insan sadece fiziksel olarak değil, düşünsel ve psikolojik olarak köleleştirildi ve bu sayede de kitab-ül mübinin “menat” dediği paranın kölesi haline geldi. Sekülerizm denilen ve bizim dünyevileşme dediğimiz zihni tek bir olguya odaklayan ve tüketme hırsıyla beslenen bu algıdan kurtulmadığımız sürece de yeni bir medeniyet tasavvurunun geliştirilmesi mümkün görünmüyor.
Peki başarabilir miyiz?
Medeniyet dediğimiz kavram merkezine insan ve kainatı alan kozmoloji düşüncesine dayanır. Bu kozmolojik tasavvurun merkezine kendi kültürünüzü, inancınızı, değerlerinizi ve sizi siz yapan manevi dinamiklerinizi entegre edemezseniz seküler bir uygarlık anlayışına sahip olur; paylaşım, kardeşlik, birlik ruhunu yitirir ve anmış olduğum modernite hapishanesinin tutsağı olursunuz; bu sayede de gözünüz kendinizden başka hiçbir şeyi görmez.
Toplumun büyük kesimi tarafından eş anlamlı olduğuna inanılan ama içerdiği anlam itibariyle birbirinden farklı olan medeniyet ve uygarlık kavramları burda devreye girer; zira medeniyet dikey eksende bir inşa iken uygarlık yatay eksende maddesel inşayı işaret eder. Dünya tarihine bakıldığında tüm medeniyet ve uygarlıkların bu iki eksende yaşam sürdükleri görülecektir.
Ancak dikey tasavvurun yani medeniyet inşasının en tehlikeli tarafı -tarihte de sıkça görüldüğü üzere- dinsel terminolojiyi kullanarak Allah’ın temsilciliğine soyunan ve onun insanlığa gönderdiği vahyi kendi tekeline alan kabile mantığıyla hareket eden sultanlıklara dönüşme riskidir.
Zira kutsallık kavramı ile putperestlik kavramı arasındaki ayrım o kadar ince bir çizgide seyreder ki, bu ölçünün ucu kaçtığında adalet, iyilik, paylaşım, doğruluk, merhamet için gelmiş vahyin soluğu Allah’ın gölgesi sıfatıyla dolaşan zorbaların menfaatleri için bir araç haline gelir.
Yatay tasavvur dediğimiz uygarlıkta ise Allah kavramı ya dışlanmış ve dünya düşüncesi hakim olmuş; ya da paranteze alınarak soyut bir kavram olarak insanlara sunulmuştur. Yani realitede bir izdüşüm göremezsiniz. Bu tasavvur maddi anlamda ilerlemenin sembolü haline geleceği için insan denen varlık bu sayede fıtratından uzaklaşır ve ruhunu yitirir.
İnsanı herşeyin merkezine alan ve ilahlaştıran paganizm; işte bu tasavvurun çocuğudur, deizm denen saçmalık bu algının baharı, ateizm yaz mevsimi, hiçcilik olarak anlatılan nihilizm ise bu algının sonbaharıdır. Zira insan denen kavram artık fıtri ve ulvi melekelerinden yeterince uzaklaşmış ve gönderiliş gayesini ziyadesiyle unutmuş durumdadır.
Adım adım başarıyorlar
Gerçeklik kavramını sadece bu dünyaya indirgeyen pagan anlayış önce kültür emperyalizmi sayesinde asimile ederek toplumları kültürlerinden uzaklaştırır sonra elimine ederek kainatta kutsallar da dahil ne varsa kendisi dışındaki tüm olguları kendi kontrolüne alarak sömürge olarak kullanır.
İşte bu yüzden herşey yoğun bir sis maskesi arkasında saklanıyor ve bizler sadece izin verildiği kadarını görebiliyoruz. Bugünkü dünyaya taraftarlık gözlüğünü çıkararak baktığınızda ne demek istediğim gayet net anlaşılacaktır.
Varlık içinde yokluk yaşıyoruz
Oysa ki kelimelerin gücünü kullanan ve bizim ait olduğumuz iddiası ile kıvrandığımız, ancak neredeyse son 400 yıldır bu ruhu yaşamak yerine dillendirdiğimiz vahiy medeniyeti; hem yatay hem de dikey boyutta bir gelişmeyi içerir ki ecdadımızın bin yıl boyunca dünyaya hükmetmesinin altında yatan asıl sebep de budur. Çünkü hem yatay hem de dikey boyutta bir gelişme, dünyayla birlikte ahiret inancını da işler ve karşınıza teşekkürü kuldan beklemek yerine takdir görecekleri o muhteşem günün temsilcileri çıkar.
Ama kabul edilmeli ki; ölülerle bir yere varılamaz. Evet, onlar kendi dönemleri için destanlar yazdılar ama bizim şu an yapmamız gereken onların külleri üzerine ağıtlar yakmak yerine, o külleri göğe savurup külün altındaki ateşi yeniden alevlendirmek olmalıdır.
Madem ki kurtuluşu geleceğin belirsizliğine ısmarlamak istemiyoruz;
Tarihin bize yüklediği psikolojik ve düşünsel duygu durumlarını kabullenip devam ettiren fikir ve duygu kiracıları değil; yaşayan ve akleden, yürüyen ve farkındalık sahibi bireyler olarak yaşadığımız çağa olan borcumuzu ödemenin gayreti içinde sahip olmaya değil paylaşmaya gayret etmeliyiz.
Yeter ki yüreğimizi göğe yakın tutalım ve ışığa yürüyebilelim, işte o zaman gölgemiz peşi sıra gelecektir. Çünkü ancak dağın tepesinden tüm manzaraya hakim olabilir; dağın tepesine çıkarsanız görüşünüzü keskinleştirebilir, işte o zaman taraftarlık gömleğini çıkarıp atar ve hakkaniyet libasında huzurun eşsiz soluğunu tadarsınız.
Şimdi başınızı ellerinizin arasına alın ve 5 dakika hayatın pause tuşuna basın;
Karanlığa küfretmeye ve ışığa övgüler dizmeye devam mı edeceksiniz, yoksa yüreğinize ekilen vicdan çipi ile merhamete mi yürüyeceksiniz? Geçmişe özlemle ağıtlar mı yakacaksınız, yoksa adaleti bir medeniyet destanı gibi gerçek mi kılacaksınız?
Unutmayın;
Sadece duygusal düzeyde müslümansanız övgüler idrak yetimliğinizi maskeleyemez. Sadece kimlik düzeyinde müslümansanız salih ameliniz sizden başkasına ulaşmaz. Ama bir medeniyet çağrısı düzeyinde müslümanlık iddiasında iseniz tüm evreni ışığa boğmak için mücadele etmek zorundasınız!
Umudu tükenmeyen ve hala yürüyebilenlere; her nefesi hayat olanlara selam olsun!