SOSYAL ADALET
Açlığı gidermek, Hz. Peygamber’in “Kunu ya İbadallahi İhvana (Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz)” mesajını iliklerimize kadar yaşamak, yoksulluğu yeryüzünden yok etmek yerine insanların ellerine Arapça Kur’an verip ağlayarak dua etmelerini istiyorsak, Kur’an-ı Kerim’deki “Adalet, infak, zekat, merhamet ve tam 292 yerde geçen hak” kelimelerini es geçiyor; Batı emperyalizminin bayrağını taşıyor; kapitalizm dinine iman ediyoruz demektir…
Adam, ormanda dolaşırken, çalıların arasında bir tilki görmüş. Ama bu tilkinin dört ayağı da sakatmış. Bu tilki böyle nasıl yaşıyor, merak etmiş ve izlemeye başlamış. Birden çalıların arasından ağzında bir tavukla bir aslan çıkmış gelmiş. Aslan tavuğun yarısını tilkiye vermiş, diğer yarısını kendi yemiş ve çekip gitmiş.
Adam bu durum karşısında donup kalarak, “Allah’ım” demiş: “Sen kullarını nasıl koruyup kolluyorsun. Ben de sana teslim oluyor ve kendimi sana bırakıyorum.”
Gitmiş bir ağacın altına oturmuş, beklemeye başlamış. Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş hiçbir şey olmamış. Adam açlıktan ölecek. Ellerini açmış, göğe seslenmiş:
“Allah’ım beni görmüyor musun?”
Kıssa bu ya, gökten bir ses gelmiş:
“Görüyorum da şaşırıyorum, neden sakat tilkiyi taklit ettin de o yiğit aslanı taklit etmedin?”
Hepinizin bildiğine inandığım bu kısa anekdottan da anlayacağımız gibi bütün Müslümanlar bilir ki, Allah insanların rızklarına kefildir ve bu konu Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde ifade edilmektedir:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın!” (Hud 6)
Yani yeryüzünde yaş kuru ne varsa Allah onun rızkını bir şekilde ulaştırmaktadır. Ama “kıssadan hisse” gökten gelen seslenişe uyarak da bilmeliyiz ki, her canlının bu rızkı bulabilmek için belli bir çaba göstermesi gerekmektedir.
Zira “İnsan için ancak çabasının karşılığı vardır (Necm 39) diyor Kur’an-ı Mübin.
Ayette dikkat edilmesi gereken çaba dışındaki ikinci husus; “inananlar” için değil, “insan” için ikazıdır. Yani çaba gösterdiğiniz taktirde hangi inanca mensup olursanız olunrızıklanırsınız. Bu Allah’ın kanunudur. O sizi şüphesiz besler.
Öyleyse insanın açlıktan ölmesi gibi bir durumun söz konusu olmaması gerekiyor. Peki öyle ise Afrika’da ve dünyanın çeşitli köşelerinde insanlar neden açlıktan ölmektedir?
Genelde hepimizde sorguya neden olan bu sorunun cevabı açık aslında.
Evet, Allah rızıklara kefildir ama arz ettiğim gibi kişi ortaya koyacağı çaba ile bu rızka ulaşmalı, gıdalanmalı, arada bir engel olmamalıdır. Kişi hastalık neticesi gibi durumlarda bu rızkı yiyemez ise bunu bünye kabul etmez ise doğaldır ki rızka ulaşamadığı için değil; vücut bunu kabul edemediği, bir şekilde kendi bünyesine katamadığı için rahatsızlanmakta ve kişi ölmektedir. Bu durumlarda ölüm nedeni rızıksızlık değil hastalıktır.
Bu ince noktadan hareketle Afrikalıların bunları yiyemeyip hasta oldukları durumlar ayrı bir kategoride incelenmelidir. Zira Afrikalılar, geçmişin mirası ile teşkilatsız kalmakta, düşüncelerini toplayamamakta, rızkı arayamamakta, bulunca hijyeni sağlayamamakta, çeşitli hastalıklara müptela olduğu için rızkı bünyeleri kabul edememektedir. Bu hastalıkların bir kısmı açlığa bağlı salgın ve yaygın yerel hastalıklar iken, bir kısmı Batılı ülkelerin deneyleri nedeniyle üzerlerinde denenen hastalıklar sonucudur ve oradaki insanların bir kısmı bu şekilde ölmektedir.
Peki hastalık dışında açlıktan ölenler yok mudur?
Yazık ki vardır!
Onlar ise Rezzak olan Allah’ın ellerine gönderdiği rızık ulaştırılmadığı için ölmektedir. Daha doğrusu rızk kişilere ulaşmakta ancak bir şekilde bu rızk gasp edilmektedir.
Konuyu anlaşılır kılmak için biraz açalım…
Kâinatın kanunları vesilelerle işler ve biz sebepler dünyasında yaşıyoruz. Dolayısıyla olaylar sebep ve sonuç ilişkisiyle oluşur. Yani bir olayın sonucu başka bir olayın sebebidir. Kişi mesleğini icra eder para kazanır gibi.
Buradan hareketle de diyebiliriz ki para gökten eline gelmez. Bir sebeple kişi bir şeyler yapmalı ve bu parayı kazanmalıdır. Allah bu sebep-sonuç ilişkisi içinde bir şeyi vesile yapar ve bu sebeplerle bir iş vuku bulur.
Bu noktada konuya dinsel terminoloji açısından bakacak olursak bilindiği üzere İslam dininde “emanet” kavramı vardır. Kişiye bir şey emanet ediliyorsa bunun hakkını vermek irade sahibi kişiye düşer. Kişi ilerde bu hakları yerine getirip getirmediğine göre sorgulanır.
Peki Afrikalıların durumunun bunla ne ilgisi var diyeceksiniz?
Geçmişte türlü hile ve desise ile Afrika coğrafyasını işgal eden Batılı idareciler emanetçi konumunda yöneticilerin sağlaması gereken görevleri yerine getirmeli ve Afrikalılara haklarını vermeleri gerekirdi ki, bu görevler adaleti sağlama, fakirleri gözetme, piyasayı oluşturma, eğitimi sağlama, genel sağlık ihtiyaçlarını düzene koyma olarak özetlenebilecek görevlerdi.
Ancak batılılar kendi aralarındaki rekabet neticesi düzen getirmek yerine aksine işgal ettikleri yerlerde piyasayı bozup düşman belledikleri kabile ve bölgeleri cezalandırmak için ambargolar uyguladılar. Seçimli cehalet operasyonları ile “isyan etmesinler” düşüncesiyle cahil bırakıp yukarıda belirttiğim hastalık denemelerine tabi tuttular. Böylece de Afrikalıların bir kısmı rızk arama melekelerini kaybettiler.
Bu tespitten hareketle diyebiliriz ki, bu manzara içinde kasıtlı bir cinayet işlenmekte; Afrikalılar ellerine rızk ulaşmadığı için değil, bilinçli olarak aç ve susuz bırakıldıkları için ölmekte, öldürülmektedirler. Dolayısıyla Afrikalıların ölüm nedeni rızıksızlık değil onlara yemeklerini, sularını vermeyen, gasp eden işgalcilerdir.
İşte bu noktada adına “vicdan” dediğimiz imani hükümlerin tohumu ortaya çıkar. Zira “nefis tezkiyesi” nasıl maldan verip vermediğinizle ilgili ise, cenneti hak etme veya cehenneme müstahak olma da, insanların dünyasını cennete veya cehenneme çevirip çevirmediğimizle ilgilidir.”
Çünkü; “Allah’ın istediği dünya, kimsenin “aç” (yeme-içme ihtiyacından mahrum), “çıplak” (giyinme ve barınma ihtiyacından mahrum), “susuz” (yaşamı sağlayan diğer temel ve zaruri ihtiyaçlardan mahrum) olmadığı ve “yanmayan” (saldırı tehditlerine karşı güven içinde) bir dünyadır ki, Taha suresi 118 ve 119. ayetlerde bu gayet nettir.
Fakat (yukarda arz ettiğim gibi) bu birtakım muhterislerin kendi elleriyle yaptıkları yüzünden gerçekleşememektedir. Kur’an bir ülkenin açlık ve şiddetli yoksulluğa düşme sebebini şöyle açıklar:
“Bir ülke düşünün; halkı güven ve huzur içinde yaşıyor. Bolluk ve refah içinde yüzüyorlar. Derken Allah’ın nimetlerini inkâr ediyorlar. Yaptıklarına karşılık Allah da onları açlık ve korkuyla tanıştırıyor.” (Nahl 112)
Onların yaptıkları neydi ki açlık, yoksulluk ve korkuyla tanıştılar? Bunu anlamak için Kur’an’ın dünyasında özel bir anlama sahip “Allah’ın nimetlerini inkâr etmek” tabirini iyi anlamak lazımdır.
Bakın aynı sure içinde bu nasıl açıklanıyor:
“Zenginler yani rızıkta üstün kılınanlar mallarını ‘Arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” (Nahl 71)
Demek ki bir ülkede açlık ve yoksulluk “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin” yani “üsttekilerin” mülkiyet hırsıyla “alttakiler” ile eşit hale gelmek istememeleri yüzünden olmaktadır. Bu durumun sürüp gitmesi Allah’ın nimetini yani rızık ve rızık kaynaklarını inkar ve halka karşı işlenmiş bir suçtur ve yazık ki Gazabullah’a sebep olmaktadır!
Açlar, işsizler, yoksullar, yalın ayaklılar, mahrumlar, muhtaçlar, köleler, borçlular, çaresizler, öksüzler, dışlanmışlar, yalnız kalmışlar, yolu kesilmişler, düşürülmüşler, bordro mahkumları, işçiler, emekçiler, özürlüler, fuhuş mağdurları… Zulüm altında inleyen ve ‘bize bir kurtarıcı gönder’ diye yalvaran tüm ezilen erkekler, kadınlar, çocuklar… Velhasıl bütün o alttakiler…
Kur’an bütün bunlara zaafa uğratılmışlar, ezilenler (mustaz’afîn) der. (Nisa 75)
Bir toplumda bunlar varsa Kur’an’ın tavrının tereddütsüz onlardan yana olacağına hükmedebilir ve tüm Kuran boyunca bunun hiç şaşmadığını görürüz.
Görülüyor ki Kuran’ın bir toplumda “ezilenler ve hor görülenlerden” yana tavrı apaçık ortadadır. Bu noktada üstü örtülüp anlamı boşaltılarak sinirleri alınan “hırsız” kavramını da gözden geçirmek faydalı sanırım.
Kur’an-ı Kerim’e baktığınızda iniş sırasına göre ilk 23 süre boyunca Allah’ın adeta “zenginliğe” savaş açtığını ve cehennem tehditlerini ‘en yüksek perdeden’ ortaya koyduğunu okursunuz. Ortalama 6 yerde geçen “hırsız” kelimesi ile de bugün Ortadoğu’da uygulanan İslami (!) usullere göre hırsızlık yapanın ellerinin kesilmesi ise Kur’an-ı Kerim’de hiçbir şekilde yer almamaktadır ve tümüyle bir izhar (zorlama) yoluyla ortaya atılan bir anlamadır.
Zira Kur’an-ı Kerim’in ayetleri nettir ve bu netlik ise sadece “aklını kullanan” insanlara belirmektedir.
Bakın Kur’an-ı Kerim’e göre kimlerin elleri kesilmelidir;
Bizim hakkımız olan şey sadece emeğimizdir. (Necm 39)
Dikkat edin, kendi bedenimizin bile sahibi değiliz. Çünkü kendimizi yaratmak için hiçbir emek sarf etmiş değiliz. Ancak emek, alın teri (sa’y, kesb) dökerek elde ettiğimiz şey bizimdir. Hatta emeğimizle kazandığımızın bile hepsi bizim değildir. Kur’an der ki:
“Erkeklerin kazandığından bir pay vardır. Kadınların da kazandığından bir pay vardır.” (Nisa 32)
Yani kazandığımızın hepsi de bizim değil; ondan sadece “pay” var.
Gerisi kimin?
“Onların mallarında malum bir hak vardır.” (Meâric 24)
“Malum hak” ne?
“Onların mallarında yoksulların ve mahrumların hakkı vardır.” (Zâriyat 19)
Yani buradan hareketle Kur’an-ı Kerim’in “sosyal adalet”ilkesinden yola çıkarak; yoksulun ve mahrumun hakkını vermeyip de kendine saklayana, yığana ve biriktirine yani “kenz” edene “zengin” deniyor.
Bu tanıma göre “zengin”, Kur’an-ı Kerim’in “sosyal adalet”ilkesinden ‘sapan’ kişidir.
Bu durumda da zengin; bilgiyi depolayan, malı yığan ve iktidarı temerküz eden olduğundan “hırsız” durumuna düşmüş oluyor.
(Kanımca) işte bunların “elleri kesilmeli” dir! Yere ve göğe uzanan elleri… Toprağa, suya, ırmağa, ekine uzanan elleri… Yeryüzünün rızık ve rızık kaynaklarına uzanan elleri… Doğal gaza, petrole, uranyuma, yağmur ormanlarına uzanan elleri… Emeğe, alınterine, çalışmaya, ekmeğe, sofraya uzanan elleri… Aça, yoksula, kimsesize, garibana uzanan elleri… Bir buçuk milyarı insanı aç bırakan o elleri (eyd)… Kurdukları küresel ve yerel düzenleri (yedâ)… Evet, elleri (eydiyehum) kesilmeli. Yani ahtapot gibi her yana uzanan elleri…Kurdukları sömürü düzenleri (yedâ Ebu Lehep) bu şeklide son bulmalı… Aksi halde hırsızlık bitmez, soygun sona ermez…
Ah keşke Ortadoğu’da İslam adına(!) elleri kesen beyinler Kur’an-ı Kerim’deki “hırsızlık” ayetlerini böyle okuyabilseydi!
Yanisi…
Açlığı gidermek, Hz. Peygamber’in “Kunu ya İbadallahi İhvana (Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz)” mesajını iliklerimize kadar yaşamak, yoksulluğu yeryüzünden yok etmek yerine insanların ellerine Arapça Kur’an verip ağlayarak dua etmelerini istiyorsak, Kur’an-ı Kerim’deki “Adalet, infak, zekat, merhamet ve tam 292 yerde geçen hak” kelimelerini es geçiyor; Batı emperyalizminin bayrağını taşıyor; kapitalizm dinine iman ediyoruz demektir…
Nasıl?
Madem iman “emniyet, güven” kökünden geliyor, “bir şeye inanmak ona güvenmek, itimat etmek” anlamına gelir.
Kime güvenmek? Tabi ki Leh-ül Mülk (Mülkün tek sahibi) olan Allah’a!
Başımızı ellerimizin arasına alıp düşünelim!
Hayatta Allah’a mı yoksa paraya mı daha çok güveniyorsunuz? Hangisi size güven veriyor? Hangisinin adını duyunca yüzünüz gülüyor, içinize güven doluyor?
“Yarın ne yiyeceğim” diye sorulduğunda “Şu parayı al, sana bir ay yeter, korkma” diyen birisi mi, yoksa “Allah var, korkma” diyen birisi mi size daha çok güven veriyor?
Aslında neye iman ettiğimizin belli olması için, zorlayıcı bir içkinlikle iki şıktan sadece birini işaretleyin…
Yani bu “turnusol” görevi görüyor.
Ne oldu? Zorlanıyorsunuz değil mi? Evet, iman öyle bir şey işte… “Allah var, korkma” demek, aslında “hayat var, toplum var, tabiat var, toprak, su, hava, ateş, rızık ve rızık kaynakları var, kardeşlerim var, bunlar daha büyük, kalıcı, sıcak, güvenmeye ve dayanmaya daha layık…” demektir.
İşte böyle bir toplumda yaşayan için korku (havf) yoktur, kaygı (huzn) da olmayacaktır. Zira korku ve kaygı dolu zihin, bunlara inanmayan zihindir.
Çünkü paradan başka kimseye güvenmemekte, olmayınca fakir kalmaktan, olunca fakir düşmekten ödü kopmaktadır. Her daim korkarak yaşamaktadır. Korkularının esiri olmuş, kaygıları onu teslim almıştır…
Bu noktada dile getirmemiz gereken bir tespit var! Kur’an-ı Kerim’de imanın hemen ardından amel-i salih’in gelmesi, iman ile amel arasında kopmaz bir bağ olduğunu göstermektir.
Yani hep dediğim gibi “inandım” deyip hiçbir pratik ortaya koymamak kişide aslında imanın olmadığı manasına geliyor. “Siz sadece iman ettik demekle cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz” ifadesinden de anlaşılacağı gibi aslında iman, pratikte ortaya çıkan, görünen bir şeydir…
Yanisi imanınız amelinize yansımıyorsa sadece “iman ettiğinizi sanıyorsunuz”!
Ne demiştik ilk girişteki anekdotta? Kimi oynuyoruz, tilkiyi mi, aslanı mı? Ne zaman birilerinden bir şeyler bekliyorsanız bilin ki siz topal tilkisiniz.
Zira bilin ki Allah, hâlâ insan olan, insanlığını koruyan, insan için canıyla, malıyla savaşanlarla beraberdir… Bilin ki Allah, canıyla malıyla savaşanlarla beraberdir… Bilin ki Allah, onlara verdiği rızıkları infak edenlerle beraberdir… Bilin kiAllah, adaletli olanlarla ve adalet için savaşanlarla beraberdir… Bilin ki Allah, öz’ü sözü bir olanlarla beraberdir… Bilin ki Allah, zalimlere karşı başkaldıranlarla, mazlumun âh’ını yerde koymayanlarla beraberdir… Bilin kiAllah, sözünde ve eyleminde samimi olanlarla beraberdir… Bilin ki Allah, hiçbir menfaati olmaksızın insanlık için mücadele edenlerle beraberdir… Bilin ki Allah, unutulmuşlarla, ezilenlerle, adaletsizlikle yüzleşenlerle, ötelenenlerle, mazlumlarla beraberdir… Bilin ki Allah, unutulanların, ötelenenlerin, mazlumların yanında canıyla malıyla yer alanlarla beraberdir…