Kiminin adını “teknoloji çağı” koyduğu ve benim gibi gaz lambasından bilgisayar çağına, oradan da bu çağa ışık hızıyla geçenlerin, “benim bu kirli çağda ne işim var?” diye zihinlerini patlattığı bu çağ; tam anlamıyla “ilgi ticareti” üzerine kurulu artık ve bu ticarette gariptir ki herkes ‘kendisine’ pazarlanıyor.
Zira herkes, kendini “görünür” kılmak için ihtirasla vitrine çıkmak istiyor.
Çünkü bilginin gücünü eline geçiren muktedirler, özellikle de elimizdeki ekranlar marifetiyle ve adeta şeytana rahmet okutan kurgularla; bizleri bulunduğumuz her ortamın ışığı olduğumuza inandırmaya çalışıyor ve yazık ki başarıyorlar da.
Bu yüzden olsa gerek ki (başta kendi zavallı nefsim olmak üzere) birçoklarının kendini ispat ve beğendirme telaşıyla içine düştüğü bu eziklik girdabında; her birimiz, kendini “ışık kaynağı” sanmaya başladığı gibi, kendisini “ışığın ta kendisi” sananlar da bir idrak yolları enfeksiyonu ile hızla artıyor.
Bakın halimize!
Bilginin diploma mühründen kurtulması ile bugün hemen herkes; kendisini herkesten farklı, herkesten başka, herkesten akıllı, herkesten dolu, herkesten haklı, herkesten ilerde, herkesten doğru zannediyor!
Yüzyıllar boyunca insanlık tarihine hükmetmiş ecdadın hakikati sadece bir tane idi, torunlarının ise bugün artık sadece egolarını tokuşturduğu “kişi sayısınca” hakikati var.
Onlar kaybettiklerini hatırladıkça ellerindekine daha bir sıkı sarılırdı, bizim kaybetmek gibi bir korkumuz dahi kalmadı.
Çünkü ruhlarımızın kapı ve pencereleri ardına kadar açık ve bu sayede de açık bırakılmış her aralıktan, enformasyon sağanağı ile bize ait olmayan yığınla “yabancı madde” giriyor.
Sizi bilmiyorum ama benim zihin torbamda; bugün karşısında olduğumuz şeyin yarın yanında, bugün yakınında olduğumuz şeyin bir sonraki gün uzağında olabilmemizin de bu kadar zeminsiz ve tarifsiz olabilmemizin de başka bir sebebi yok.
Maruz kaldığımız algı operasyonları ve toplum mühendislikleri ile kendimizden, fikirlerimizden, kanaat ve yargılarımızdan o kadar eminiz ki, bırakın bu acıklı manzarayı veya bu idrak körelmesinin sebep olduğu zihniyet uyuşmasını görmeyi; İlahi kelamın “umut kesen” olarak tarif ettiği İblis ’in zafer sancağını diktiği gönüllerimiz, sadece “umutsuzluk ve bezginlik” kokuyor.
Umutsuzluk kokuyoruz evet.
Zira sanal alemdeki bütün duyarlı insanlık atraksiyonları, hissiyat ve hassasiyet birliğimizi yok ederek, gerçek yaşamın somut ihtiyaçlarından rol çalıyor.
Çünkü kafamızı telefonlara, bilgisayarlara, televizyonlara gömmüş durumda debeleniyoruz ve bu uyuşma hali, bizi gerçek yaşamımızda her an var olan ve sürekli bir değişim içinde olan yaşam denen ilahi mucizeye tutunmaktan alıkoyuyor.
Yazık ki gönüllü bir körleşme içinde başımızı kilitlendiğimiz ekranlardan kaldırıp bakmıyoruz ama mevsimler gelip geçiyor; ağaçlar yeşerip açıyor, başaklar dolup boşalıyor; tüm kâinat her saniye sayılamaz güzelliklerle kulaklarımıza hakikati fısıldıyor ve işin en acı tarafı da gerçek yaşamlarımıza ait dağ gibi biriken problemlerimiz, herhangi bir çarenin ucundan tutabilen gerçek insanları bekliyor.
Düşünmeden, üretmeden, çare aramadan, gerçeklerle yüzleşmeden yaşadığımız için de ömürlerimizi şikâyet ederek umutsuzluk içinde geçirmeye mahkûm hale geliyoruz.
Bakın yaşamlarımıza!
Geçimlerimiz kolaylaştıkça geçimsizliklerimiz artıyor. Çünkü manevi yükselme değil “maddi kalkınmayı” önceliyoruz. Bırakın artık bir mahalleyi veya apartmanı; aynı evin içinde yaşayan anne, baba ve çocukların dahi aidiyet bağları kopmuş veya çoğunlukla zayıflamış durumda.
Ulaşım kolay ve hızlı hale geldikçe, kalplerimiz arasındaki mesafe artıyor. İletişim olanakları arttıkça hep konuştuğumuz için dilimiz kulaklarımızı sağırlaştırıyor. Birbirimizi anlamanın dilini hızla unuttuğumuz için farklı bir ses, hatta haklı bir itiraza dahi tahammülümüz kalmıyor.
Üstelik bu kadarla da sınırlı değil!
Çevreye karşı duyarlılığımızı göstermek için, kullandıkları fazladan enerji sebebiyle çevreyi birinci dereceden tahrip eden teknolojik araçları kullanıyoruz. İsrafa karşı bilinç oluşturmak için yaptığımız şeylerle bile israfa yol açıyoruz. Eğitim adına sözüm ona gelecek adına kurguladığımız planlarla çocuklarımızı test çözen ama hayatın realitesinden zerre kadar haberi olmayan birer robota dönüştürdük.
Günün getirdiklerinden haberdar olmak için gösterdiğimiz orantısız çaba ve başımızdan aşağı yağan yedi yirmi dört enformasyon sağanağı; bizi giderek kadim değerlerimizi idrak etmeye, onları yaşamaya, hâl dilimizle başka yüreklere taşımaya vakit ayıramaz hale getirdi.
Hepimizin omuz verdiği, inandığını iddia ettiği bir davası var belki ama o dava ne olursa olsun hiçbirimizi içine düştüğümüz aynılaşmanın dışına çıkarmıyor. Çünkü yanlış istikamete gidip birbirimizi doğru yola çağırdığımızı sanıyoruz.
Lafın kısası; bu çağ, sırtını karanlığa dayayıp dostluğun bedelini ödemekten kaçınanların; insan öldürme yarışı içinde olanların insanlık dersi verdiği; karakışı dondurucu soğuklarda sokaklarda geçirmek zorunda olanların derdini, saray yavrusu evlerindeki sıcak odalarda “dijital dokunuşlar” vasıtasıyla sözüm ona paylaşmaya çalıştığı; üzerine bombalar yağdırılan çaresiz çocukların kişi başına düşen utancını, azıcık hafifletebilmek için zalimleri yine “dijital ortamda” sözüm ona sözleriyle yaraladığı ve en nihayetinde kendi gemisini kurtarmak için limanı ateşe vermekten zerrece ürkmeyenlerin, celladına aşık olmakla yetinmeyip onunla iş tutanların, menfaatleri dinleri haline gelmişlerin çağı.
Hal bu olunca da bu sancılarla kıvrananların çabası, hamlesi, fedakârlığı sıfırla çarpılıyor ki sırf bu yüzden büyüyemiyor, artmıyor, genişlemiyor, derinleşmiyor, zenginleşemiyoruz.
Çünkü üç yüz yılı aşkın bir süredir örgütlü kötülüğün tahakkümünde olan bir coğrafyanın evlatları olarak kâğıda simit çizip martı doyurduğumuzu sanıyoruz. Bu yüzden de olayların seyrini değiştirmeye, insanlığımızı pekiştirmeye ne sözümüz ne de gücümüz yetmiyor artık.
Yani ariflerin deyimiyle ölsek yüzümüz yok, yaşasak sabrımız!
Sizi bilmiyorum ama dünya hayatının “geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını” ısrarla benliğimize fısıldayan ilahi hitaba rağmen yaşı yetmişe dayanmış olanların “yaşlanmayı geciktirici çareler” peşinde koşarak gelecek planları yapabildiği bu ihtirasın girdabında boğulanları ben anlayamıyorum.
Olası bir aksaklığı veya beşerî bir kusuru görüp; onu, muhatap aldığı kişinin tek gerçeği imiş gibi ısrarla anons edenleri ben kavrayamıyorum.
Davranışları sert, konuşmaları kırıcı, tavırları rencide edici olanların dillerinden düşürmedikleri merhamet, sevgi ve adalet sözcüklerini inandırıcı ve samimi bulamıyorum.
Konforlu bir hayata ulaşmak adına gece gündüz çalışan ama buna rağmen kendi içinden çıkıp kendine bakmak için bir on dakika vakit ayıramayan insanların, geceleri saatlerce ipe sapa gelmez dizilerde başkalarının hayatını izlemesi; elindeki ekranlarla gerçek yaşamın sorunlarına katkı yaptığını sanması ve ortaya konan klavye savaşları; sözüm ona akla en çok yatırım yapılan bir çağda bana akıl tutulması olarak geliyor.
Bu yüzden olsa gerek; toplumsal yapımızla nasıl oynandığını, ruh köklerimizin nasıl tahrip edildiğini ısrarla ve yılmadan işlemeye çalışıyor; bununla birlikte cılız çağrılarımı bu kadim coğrafyanın aslını hiç unutmayan, ruh köklerine sıkı sıkı bağlı, hep bir güçlenme gayreti içinde olan ve derin bilincini işaret eden halk irfanıyla besliyorum.
Çünkü; merhametsiz büyümenin ağaçları, yeşil alanları ve serin boşlukları birer ikişer yuttuğu; aynı olmamanın “ayrı olmak” olarak yorumlandığı, en haksız kimselerin bile kendine göre haklı gerekçeler sunabildiği; nice alçak işlere “yüksek ideal” kılıfının giydirilebildiği; kutsalların neredeyse her kişi ve toplumun zevk ve fikrine göre şekillendirildiği; insan denen varlığın kendi içindeki ilahi teraziyi dahi nefsine yonttuğu bu sisli iklimde; bu toplumun diri kalması ve geleceğe hitap edebilmesi için bu halk irfanı diri kalmak, diri tutulmak zorunda.
Fark ve dert etmeliyiz ki artık bu çağ hak ile bâtıl arasındaki amansız mücadelede namaz ve orucu neyi bozduğunu sorgulamanın çağı değil; yalanın, gıybetin, iftiranın, fesadın, hasedin, kindarlığın, bozgunculuğun, gammazlığın, madrabazlığın, laf taşımanın, ona buna çakmanın, şunu bunu yargılamanın, ötekine berikine kötü sıfatlar takmanın insanlığımızı ne kadar bozduğunu sorgulamanın ve bu sorguyu yüreğine yük etmenin çağı.
Ruh köklerimizin fısıldadığı mesuliyet duygusunu rafa kaldırıp “uydum dünyaya” desek de farkındayız ki; iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, suçlu ile suçsuzun birbirine karıştığı ve geçmişi karanlık, sabıka defteri kabarık toplum mühendisleri tarafından sistemli olarak budandığımız şu paslı zaman diliminde kardeşlik ahlâkımız, dostluk hukukumuz, itimat duygumuz emsali görülmemiş bir hızla kayboluyor!
Belki de bu yüzden “insan” denen en büyük kutsalı, kıblem bilerek hemen her satırımda her ne olursa olsun iyi olmak, iyilikte kalmak zorunda olduğumuzu; iyilerin, iyiliklerin, iyikilerin sayısını bıkıp usanmadan arttırmak borcunda olduğumuzu; kötülüğün haince kışkırtmalarına rağmen iyilikte ısrar etmek, iyiliğe sımsıkı sarılmayı yüreğimize yük etmemiz gerektiğini; iyiliğe kötülük bulaşmasına mâni olmak zorunda olduğumuzu ısrarla haykırıyorum.
Zira kadim öğretilerin göğsünden emdiğim hikmetin ışığıyla hissediyorum ki, sonradan türeyeni içtenlikle benimseyenin, ciddiyeti kundaklanıyor; kadim olanla bağı yavaş yavaş kopuyor; hakikatle irtibatı kesiliyor ve bu sayede doymak bilmez bir iştahla kemirdiğimiz her şey kıyasıya bizi kemiriyor. Karanlıklarımız bu yüzden aydınlanmıyor.
Anlıyorum ki hakikat sadece bir tanedir ve her devre göre değişen hakikat yoktur!
En önemlisi de biliyorum ki cesaret ve esaret ile külfet ve nimet arasındaki tek harflik farklar hem insanın hem de toplumun kaderini tayin eder.
Bu nedenle cesaret edip, külfetsiz nimet olmayacağının bilinci içinde birbirimizle yeniden tanışmanın heyecanına sarılarak kimin ne bahanesi olursa olsun bizim hiçbir bahanemiz olmadığını idrak etmek zorundayız.
Bu idrake ulaştığımızda anlayacağız ki; fenalıkta sınır tanımayanlara, düşmanlıkta ısrarcı olanlara, fitneyi yoldaş edinenlere inat; aklımızın yanına kalplerimizi de koyarak kendisi için istediğini kardeşi için de isteyen, kader birliği için çabalayan, imkân ve insanlara emanet gözü ile bakan, dostluklarında sebat eden; vefa, mesuliyet ve merhametin ruh köklerine kodlanan değerler olduğunun farkında, kötülükten medet ummayan, insanların beşeriyetlerinden kaynaklı kusurlarını biriktirmeyen, verdiklerini alacak hanesine yazmayan insanlara ihtiyacımız var.
Bu yüzden de eksiltmek yerine çoğaltmak, öteki bellediklerimizi kaybetmekten ziyade kazanmak, ayrılıktan şiddetle kaçınmak, birlikte olmaya ısrarla devam etmek, farklılıkları değil benzerlikleri konuşmak, ortak müştereklerde buluşmak, marifetleri iltifata tabi tutarak yeteneklerimizi öne çıkarmak zorundayız.
Çünkü sıkılaştıramadığımız saflarımızda sebep olacağımız her boşluk, karanlıktan beslenenlere fırsat ve cesaret verecektir.
Farkındalık temennisiyle.
Yorumlar